Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 01 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Rahatsız edici bir telefon görüşmesi

Bilmiyorum, duydunuz mu?

Birkaç gün önce Adana’nın Kozan ilçesinde bir “Hoyrat bir tutum” sergilendi.

Şöyle bir şey:

İlçede düzenlenen kompozisyon yarışmasında birinci olan “Türbanlı bir kız çocuğu”, protokol görevlilerinin önünde ödülünü almak için beklerken...

Başındaki örtü nedeniyle...

Garnizon Komutanı ve Kaymakam tarafından horlanarak kürsüden indirildi.

Bu “hoyratlık” karşısında...

Kız çocuğu gözyaşlarını tutamadı...

Benim açımdan bu olay...

Nereden bakarsanız bakın “tatsız” bir olaydır.

* * *

Kozan’da sergilenen hoyratlıktan ziyadesiyle etkilenenlerden biri de Başbakan Erdoğan olmuş.

Başbakan, eşi Emine Hanım ile birlikte, “horlanan kız çocuğu”nu ve ailesini telefonla arayarak “müthiş bir dayanışma” sergilemiş.

“Üzülme kızım... Çözeceğiz bu sorunu... Yanındayız” mesajlarıyla dolu bir telefon görüşmesi...

Ve sonuç:

Hem Başbakan, hem “horlanan kız çocuğu” ve ailesi, hem de onların şahsında bütün türban mağdurları mutlu ve mesut!

Kayıtsız şartsız AKP destekçileri de memnun...

Onlar da “horlanan kızla yapılan telefon görüşmesi”ni, Başbakan’ı uçurmak için bir fırsata çevirme gayretindeler...

Kimi “İşte halkının derdiyle birebir dertlenen Başbakan” imalı manşetler patlatıyor, kimi de “Bir duyarlılığın ince çizgileri” diye makaleler attırıyor...

Peki bu durum karşısında ben ne yapmalıyım?

Ben de bu koroya katılmalı mıyım?

Hayır! Yapamam... Vicdanım elvermez.

Neden mi? Anlatayım:

* * *

Ben artık şu “İktidarız ama muktedir değiliz” edebiyatından bıkmış bulunmaktayım.

Çünkü...

Başımızdaki hükümetin hem “iktidar”, hem de “muktedir” olduğunu görüyorum.

Atamalarda görüyorum... İhalelerde görüyorum... Para pul işlerinde görüyorum... Kendi zenginini yaratma atraksiyonlarında görüyorum... Eleştiriler karşısındaki tahammülsüzlükte görüyorum... Maliye Bakanı’nın çocuklarına bakınca görüyorum...

Bu iktidar, bal gibi de muktedirdir.

Hem de öyle muktedir ki...

Cumhuriyet tarihinin en riskli adımını atarak Abdullah Gül’ü Çankaya’ya çıkarmayı başarmasını bilmiştir...

Hem de “bildiri”, “risk”, “tehdit” falan dinlemeyerek...

Peki...

Gül’ün Çankaya’ya çıkarılmasında, ihale işlerinde, atamalarda falan bütün riskleri üstlenerek bir “cesur yürek” oluveren kahraman hükümetimiz, türban konusunda neden aynı cesareti gösterememektedir?

Yoksa...

“Nasıl olsa bir telefon görüşmesiyle bütün taraflar acayip kárlı çıkıyor” neticesini görüp...

“Varsın bu devran hep böyle sürüp gitsin” anlayışına mı yaslanılmıştır?

* * *

Tayyip Erdoğan bir muhalefet lideri değildir.

İki dönemdir iktidardadır... Hem de kimselere nasip olmayan bir güçle iktidardadır.

Mademki...

Çankaya meselesinde...

Abdullah Gül’ün kendisini, eşini, annesini, babasını arayıp, “Üzgünüm... Cumhurbaşkanlığı Abdullah Bey’in hakkıdır... Ama görüyorsunuz, yaptırmıyorlar” demek yerine...

Bütün riskleri üzerine alıp...

Gül bayrağını Çankaya burçlarına dikmesini bilmiştir...

O halde...

“Horlanan kız çocuğu” ve benzerleri için de aynı yöntemi uygulaması gerekir...

Tabii bunun için her şeyden önce “horlananlar” tarafının harekete geçmesi gerekir...

Onların Başbakan’a, “Biz bir telefon görüşmesiyle avlanacak çantada keklik değiliz” demeleri şarttır.

Aksi takdirde...

Bu devran hep böyle sürüp gider..

Hürriyet - 30.11.2007

Ahmet HAKAN

01.12.2007


 

Anayasa tartışmaları yeniden başlarken

Geçtiğimiz aylarda aniden patlayan terör fırtınası “Anayasa taslağı” çalışmalarının geçici olarak rafa kaldırılmasına yol açtı. Giriştiğimiz ilk sivil Anayasa tartışmalarının teröre kurban edilmesi üzüntü vericiydi gerçekten de. Ama ne yapalım, başka çare de yoktu...

Şimdi, AK Parti’nin Kızılcahamam kampında, 15 Aralık’tan itibaren taslak çalışmalarına yeniden başlanmasına karar verilmiş.

Besbelli ki, tartışmalara “takıldığımız yerden” devam edeceğiz. Takıldığımız yer ise malum; yıllardır Türkiye’nin ayağına dolanan türban sorunu. Tartışmaları kestiğimiz noktada, sadece türban yasağının taraftarları değil, yasak karşıtlarının bir kısmı da, Ak Parti’yi Anayasa taslağı çalışmalarını “türbanla tıkamak” konusunda eleştirmeye başlamışlardı.

Türban konusu, Anayasa değişiklik çalışmalarını “sabote” ediyordu, çünkü bu konuda konsensus sağlamak mümkün görünmüyordu, oysa Anayasa değişiklikleri için toplumsal konsensuse ihtiyaç vardı; öyleyse bu konu Anayasa değişiklik kapsamından çıkarılmalı, geri çekilmeli, biraz daha bekletilmeli, başka biçimde halledilmeliydi. Böyle diyorlardı...

Şimdi de, çalışmaların yeniden başlamasının arifesinde aynı şeyi söylüyorlar. Ben buna başkasının adına bol keseden taviz vermek diyorum. Başı örtülü olmayan, baş örtüsü yasağı yüzünden hiçbir şey kaybetmeyen biri; ne hakla, kimden aldığı yetkiyle “Bu meseleyi biraz daha erteleyelim” diyebilir? Böyle bir ertelemeyi yasağın mağdurları kabul edebilirler ancak - ki onların hiçbiri de bütün mağdurlar adına konuşamayacağından, sadece kendi adlarına verdikleri “biraz daha bekleme” tavizinin de bir anlamı olamaz...

Aslında bu sorunu ertelemenin, unutmaya çalışmanın, bir kenara koymanın mümkün olmadığını hayat bize her gün bir kez daha gösteriyor. İşte son örnek: Bir lise öğrencisi Öğretmenler Günü nedeniyle yazdığı kompozisyonla ödül kazandı ama başı bağlı olduğu için ödülünü alamadan salondan atıldı.

Ne diyeceğiz şimdi bu genç kızımıza? “Biraz bekle, halledeceğiz” mi? Ama o, o ödülü o salonda bir kere alacaktı; gelecek yıl, ya da ondan sonraki yıl, yasak kalksa bile artık bir daha o böyle bir törene katılamayacak ve o onuru tadamayacak. Bu küçücük örnek bile, temel hak ve özgürlüklerin “beklemeye gelmediğini” göstermiyor mu? Bir yasak, tek tek bireylerin temel haklarına ilişkin bir kısıtlamayı içeriyorsa ve telafisi mümkün olmayan bir şeyleri kaybetmelerine sebep oluyorsa, kimsenin sorunu ertelemeyi önerme hakkı olamaz.

Dolayısıyla da, temel haklar konusunda konsensüs aranmaz. Temel hakları verip vermemek çoğunluğa sorulmaz.

Temel haklar konusunda referandum da yapılamaz.

Zaten anlamamız gereken şu ki, “temel hak” söz konusuysa birilerine bir şey verilmesi de söz konusu değildir. O hak zaten o kişinin insan olmaktan gelen hakkıdır, doğduğundan beri ondadır. Siz önce bu hakkı ondan gasp ediyorsunuz; sonra da geri vermek için konsensus aramaktan bahsediyorsunuz. Bir hırsız bir otobüste bir adamın cüzdanını çalar ve yakalanırsa, o cüzdanı sahibine iade etmek için otobüstekiler arasında oylama mı yapılır? Eğer konsensus sağlayacaksak, gelin önce bu konuda sağlayalım: Temel hakların kayıtsız-şartsız tanınması konusunda uzlaşalım.

Bugün - 30.11.2007

Gülay GÖKTÜRK

01.12.2007


 

Kimse ateist olamaz

Komşum, yazarımız “ben bir ateist olarak...” diye başlıyor cümlesine... Gerçekten mi? Siz ateist misiniz? Yani ‘tanrı tanımaz’ mısınız? Gerçekten mi? Olamaz!...

Kültür Bakanıydım. Aziz Nesin’in Türk edebiyatındaki yerinin büyüklüğünden söz ettim. Milli Kütüphane’de ‘İt Kuyruğu’nu okurken kendimi tutamadığımı ve kahkahalar atarak dışarı çıktığımı anlattım... Sanırım hoşuna gitti, benimle görüşmek istedi. “İlk defa bir bakana gidiyorum” dedi. Bir görüşmemizde sordum: “Aziz bey siz ateistim diyorsunuz... Gerçekten öyle misiniz?” “Evet öyleyim” dedi. “Peki siz var mısınız?” dedim. “Varım!” dedi. “Nereden belli, belkide yoksunuz...” dedim. “Bilincimden!..” dedi. “Peki sizin bilincinizle varlığın bilincini karşılaştırsak nasıl olur?” diye sordum. “Benimki sıfıra yakın olur” dedi. “Peki bilincin sıfıra yakın olanı var da... Sonsuz bilince siz yok mu diyorsunuz?” dedim. Biraz düşündü ve sakince dedi ki: “Ben bütün evreni vareden ve yöneten gizli bir kudrete inanıyorum.” Dedim ki “Aziz bey işte biz Müslümanlar, O Kudrete Allah diyoruz!..” Aziz bey: “Ben sizin söylediğiniz anlamda Allah’a inanıyorum” dedi.

Bu konuşmamız benzer ifadelerle aynı anlamda Ceviz Kabuğu’nda tekrarlandığı için kimse “olmamıştır” diyemez. İzleyenler görmüşlerdir. Ben evimden telefonla katılmıştım. Aziz Nesin “Ben Namık Kemal Zeybek’in dediği anlamda Allah’a inanıyorum. Zaten bütün Müslümanlar onun gibi olsa Müslüman da olurdum” dedi. Nükte yapmak istedim: “Aziz bey, seni seviyorum, gel Müslüman ol da kurtul!” dedim. Gözleri nemlendi. “Ben iyi işler yapıyorum, çocukları okutuyorum” dedi. Bir yazarımız benim adımı vermeden - Yaşlı adamı TV yoluyla Müslüman olmaya zorladığımı yazdı. Nasıl oluyorsa...

Ben insanların tanrı tanımaz olabileceklerine inanmam. Tanrı’ya herkes inanır. Sadece tanımını başka türlü yapar, diye düşünürüm.

Sözgelimi içinde bulunduğumuz gökadayı bir düşünelim. Yüz milyarlarca yıldızdan oluşan bir varlık... Bir ucundan öteki ucuna ışık olsanız yüz bin yılda gidersiniz. Ve evrenimizde yüz milyarlarca gökadanın varlığını biliyorsunuz. Sadece dünyamızı düşünsek... Evrende bir nokta... Daha neler neler... Kadınlar ve erkekler, çifter çifter canlılar... Cansız sandıklarımız içindeki varlıklar... Atomun yapısı ve dağılınca ortaya çıkanlar... Ağaçlar, meyveler, tohumlar. Bir elma çekirdeğinde bütün bir ağaç...

Bütün bunlar, bu dengeler, bu oluşumlar, bu oluşlar nasıl oluyor... Maddenin kendi içindeki kudret mi? Tabiat mı? Tesadüf mü? Evrim mi?

Hayır siz tanrı tanımaz değilsiniz... Sadece Tanrı’nın adını değiştiriyorsunuz. Madde, tabiat, tesadüf, evrim diyorsunuz.

Ben Müslüman’ım, ve Müslümanlığı Tanrı’nın Elçisinin Şah-ı Velayet Ali’ye ve o yoldan da Hasan-ı Basriye ve Halaç Mansur’a ve Ebül Hasan Harakani’ye ve Ahmet Yesevi’ye ve Hacı Bektaş Veli’ye ve Mevlana’ya ve Yunus Emre’ye ve Hacı Bayram Veli’ye öğrettiği gibi anlarım.

Allah’ın sonsuz boyutta sonsuzluk olduğunu bilirim. Evel O’dur, Son da... Görünen her şey ile görünmeyen her şey de... Zahir de, batın da O...

Müslümanlıkta Allah’ın varlığı üzerinde çok durulmaz. O apaçık bellidir. Allah’ın birliğinden çok söz edilir:

“La ilahe illallah” denilir.

Allah’ın Elçisi Muhammed Mustafa insanlara Allah’tan haberler iletmek, inananları arındırmak, varlık kitabını anlatmak, derin bilgileri öğretmek ve bilmediklerimizi öğretmek üzere geldi.

La ilahe illallah sözü arınmanın açarıdır.

“Allah’tan başka ilah yoktur” dinin dış bilgilerindeki anlamıdır. “Allah’tan başka amaç yoktur.”Allah’a yolculuk edenlerin verdiği anlamdır. Ulaşanların bildiği anlam ise “Allah’tan başka mevcut yoktur.” Kutlu kitapta ise her bilgi ve bilinç düzeyine ayrı çağrılar vardır.

Radikal - 30.11.2007

Namık Kemal ZEYBEK

01.12.2007


 

Bir kez daha: Demokrasiye dair…

si denetimi” yetki-sorumluluk mekanizması, “idari denetimi” hukuk ilkeleri çerçevesinde kurumlar hiyerarşisi ve “hukuki denetimi” ise hukukun üstünlüğü çerçevesinde bağımsız yargı yapar.

Bu çağda bu şemanın mevcut olmaması veya kötü çalışması ya da kazalara uğraması bir ülkede ekonomik, politik sosyal türlü sorunların başlangıç noktası demektedir.

Zira kollektif akılcılığı ve denetimi devre dışı bırakır, keyfiliği devreye sokar, devlette, siyasette, toplumda fiili durumlar yaratır, farklı kesimler, birimler, organlar arasındaki, ortak değer ve kurallar üreten iletişim kanallarının tıkanmasına yol açar.

Hukuk zemin kaybeder, güçlünün imha aracı haline gelir.

Bir gün özgürlüğünüz, diğer bir gün paranız, bir başka gün istekleriniz budanır...

Oysa “özgürlük ve özgür düşünce bir toplumun can damarı”dır.

Dengeli ve doğal gelişmenin ana rehberidir. Serbest teşebbüs adımları ve bireysel kararlardan siyasi kararlara, edebiyattan müziğe kadar; özgür düşünce, yaratıcılığın onsuz olmaz atmosferini oluşturur. Yaratıcılık ise kültürel, ekonomik ve siyasi refahın temel koşulunu...

Demokrasinin anlamı da burada gizlidir.

Zira, fikir üretimini, düşünceyi, özgür ve rekabetçi tartışma besler; tartışmayı mümkün kılan ise demokrasidir.

Tartışmanın temel işlevi “ötekini” dinlemek ve anlamaksa; anlamak farklı görüşler arasında etkileşime yol açıyorsa; etkileşim de zengin ve yaratıcı bir kimlik üretiyorsa, bu, eşitlikçi, özgürlükçü ilke ve kurallar etrafında şekillenen bir toplumsal mutabakat demektir, demokrat bir zihniyet demektir...

Demokrasiden beslenen ve demokrasiyi besleyen de işte bu mutabakat ve zihniyettir...

İş kelimelere dökülünce basit görünür. Ama pek de öyle değildir.

Bu mutabakatın olmadığı, bu zihniyetin yerleşmediği diyarlarda, demokrasi yalnızca kendi çıkarlarımız adına kullanacağımız bir silaha dönüşür çünkü. Demokratlık, bir siyasi mücadele aracı haline, çıkar savunmak için edinilmiş geçici bir kimlik haline geliverir.

Oysa “demokrasi ve demokratlık, bizde olanın tersine, her şeyden önce kendini sorgulama ve mutlak kılmama çabası”dır. Ve bu çabanın ötekilerin, bizden farklı olanların varlığıyla, talepleriyle ilişki içinde olmasıdır.

Farklı olanı anlamak böyle mümkün olur ve bu, demokratlığın ana koşuludur. Yani farklı olanı anlamak yetmez, onunla birlikte bir şeyler inşa etmek iradesi gerekir. Bu nedenle, demokratın merceği topluma dönüktür; devlete, siyasi merkezlere değil.

Bunun içindir ki, Kürt meselesine, tesettür meselesine, AB üyeliğinden Susurluk meselesine ve askeri vesayete ayrı gözlerle bakıp, meşrebine göre birini öven, diğerine söven bakışa demokrat bakış denemez.

Demokratlık parçalı olmaz.

O tutarlı bir zihniyettir, yani bir bütündür. Demokratlık kimliğe göre, esasa göre şekil değiştirmez.

O, söz konusu kim olursa olsun, sorun ne olursa olsun, önce usullerin, kuralların, ilkelerin dikkate alınmasına demokratlık denir.

Toplumun, medyanın, devletin merkezine bakın…

Solcu olduklarını iddia eden kimilerine bakın…

Çağdaş olduklarını söyleyen kesimlere bakın…

Ne yazık ki biz bu şemanın hâlâ uzağındayız…

Yeni Şafak - 30.11.2007

Ali BAYRAMOĞLU

01.12.2007


 

En masraflı parti

Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı’nın desteklediği “ Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları “ başlıklı araştırma geçen gün yayınlandı.

Ankara Üniversitesi’nden Prof. Mithat Sancar ile Dr. Eylem Ümit’in hazırladığı rapor, hâkim ve savcılar arasında “siyasallaşmanın” ciddi boyutta olduğunu gösteriyor.

“Yargının siyasallaşması” deyince tüyleriniz diken diken oldu değil mi? Haklısınız. Olmalı da...

Soracaksınız: “Peki, hangi partiye eğilim duyuyormuş yargı bürokrasisi?”

Cevap: Devlet Partisi!

Gelin rapordan hareketle devlet partisinin ideolojisini ortaya koyalım...

Yargı bürokrasisinde aşağıdaki fikirler hatırı sayılır bir ağırlığa sahip:

- İnsan hakları, devlet açısından tehdit oluşturabilir.

- Devlete karşı işlenen bir suç ile devlet görevlisi tarafından işlenmiş bir suç arasında “nitelik” farkı vardır. Davalar bu fark gözetilerek görülmelidir.

- Birçok yargıç ve savcı, karar verirken temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası anlaşmaları gözetmiyor.

- Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) verdiği kararlar yargı bürokrasisinde hoşnutsuzluk yaratıyor.

- Ceza Kanunu’ndaki tartışmalı madde 301’in devamını isteyenler, kalkmasını isteyenlerden fazla.

Buradaki zihniyetin, yargıç ve savcıların gündelik hayatındaki diline yansımasından ise şu tip cümleler çıkıyor:

- “ Benim ülkem söz konusu olduğunda hukuk mukuk dinlemem. “

- “ Devletim olmadıktan sonra bireysel özgürlüğüm işe yaramaz. “

- “ Uluslararası anlaşmalar mı?.. Valla bu sistemimize müdahaledir yani... “

- “ Evet, devlet görevlisi olan sanıklara daha anlayışlı davranıyoruz. Böyle bir eğilim var. Biz ‘Vatan, Millet, Sakarya’ diye yetiştirilmişiz. “

Bu sözlere tarafsız bir gözle baktığınızda, yargı bürokrasisinin siyasallaşmış olduğunu görürsünüz.

Çünkü “ devletin yüksek menfaatlerinin savunulması “ olarak gösterilerek “ siyaset üstüymüş “ izlenimi yaratılan bu fikirlerin (ve uygulamaların) tamamı aslında siyasetin ta kendisindir.

Biz vatandaşlar olarak mahkemelerden ne bekleriz? Basit: Kanunların hakkaniyetli biçimde uygulanmasını.

Yani mahkemenin “ taraf “ olmaması en büyük dileğimizdir. Mahkeme “ terazi “ gibi olmalı, yani “ teknik “ davranmalıdır.

Halbuki yukarıdaki sözlere baktığınızda... “ Askeri, polisi, istihbaratçısı, jandarması “ olan sokaktaki vatandaşmış da... Hâkimler ve savcılar bu gücün karşısında zavallı devleti korumaya çalışıyormuş havası yaratılıyor.

İşte devlet partisinin ideolojisi böyle bir şey: Korunması gerekeni değil, zaten güçlü olanı korur. Sadece yargı bürokrasisinde değil, askeri ve sivil diğer bürokratik kadrolarda da hâkim olan bu ideoloji, uluslararası anlaşmaları sevmez.

O anlaşmalar diğer devletleri de değil, sadece Türkiye’yi bağlıyormuş gibi bir intiba uyandırmaya çalışır. Mesela Avrupa Birliği’nden gelen taleplere kızar, köpürür. AB’nin üyelik yolundaki diğer ülkelerden aynı şeyleri istediğini görmezden gelir.

Yukarıdaki fikirleri öne sürenler, bunu “ Türkiye’nin çıkarını savunmak “ için yaptıklarını söyler.

Hayır! Bu büyük bir yalandır.

İşte gördünüz... Emekli komutanlar, Kürt sorununda hata yaptıklarını itiraf ediyor.

Halbuki zamanında, “ Yanlış yoldasınız, bu işi böyle bitiremezsiniz “ diyenleri, “ Hayır, Türkiye’nin çıkarı bunu gerektiriyor “ iddiasıyla susturuyorlardı.

“Türkiye’nin çıkarı” diye sundukları politikanın, kendi dar görüşleri olduğu nihayet apaçık ortaya çıktı.

Binlerce şehit, ölü, yaralı... Boşa harcanan milyarlarca dolar... Devlet Partisi’nin, Türkiye’nin sırtına vurduğu yükü varın siz hesaplayın.

Sabah - 30.11.2007

Emre AKÖZ

01.12.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri