Sevgi yaratılışı netice verdi
Kâinatın yaratılışı bir sevginin neticesidir. Bir kudsî hadiste Cenâb-ı Hakk; "Habibim sen olmasaydın bu kâinatı yaratmazdım" buyuruyor. Bütün insanlık ve sair mahlûkat, maddî âlemdeki varoluşunu iki cihanın serveri Habib-i Ekrem’e borçludur. Bu sevgiden insan da en iyi şekilde nasibini almış ve fıtratına yerleştirilmiştir. İnsan bu fıtrî muhabbetin neticesi olarak başta kendisini, anne-babasını, evlâtlarını, eşini, dostlarını, peygamberleri, evliyaları, leziz yiyecekleri, kısacası bütün güzel şeyleri ve dünyayı sever. Bütün bunları sevmeyi yasaklamak hem yaratılışa, hem de sevgiye aykırıdır. Fıtrî olan şekli, bu güzel duyguyu Cenâb-ı Hakk'ın sevgisi/muhabbeti hesabına ve şükrederek kullanmaktır. Çünkü bütün sevgiler, O'nun muhabbetinin bir parıltısıdır.
İnsanın konumu
Cenâb-ı Hakk, mutlak kudret ve zenginliğini yansıtmak için insanı, çok aciz ve fakir olarak yaratmış, ihtiyaçlarını da kâinatın her tarafına dağıtmıştır. Bu ihtiyaçlarını karşılaması için hem ruhuna, hem de vücuduna mükemmel cihazlar takmıştır. Bu mükemmel cihazlara imtihan sırrına binaen bir sınır koymamıştır. İnsana akıl, kalp ve vahiy aracılığı ile istikamet ve orta yolu bulma fırsatı tanınmıştır. Burada insana düşen acz ve fakrını anlayarak ve sonsuz zenginliklerin sahibi Allah'a kulluk ederek iyi bir ayna olmaktır.
Dünyevîleşme
Dünyayı kendisi için "her şey" olarak görme, dünyanın ne için var olduğunu, gerçek mahiyetinin ne olduğunu kavrayamama, "orta yol" olarak belirtilen İslâm'dan ve onun temel öğretilerinden az ya da çok sapma anlamına gelen dünyevîleşme, bütün iman edenlerin karşı karşıya kaldığı bir hastalıktır. İnandığı gibi yaşamayan mü’min, zamanla yaşadığı gibi inanmaya başlar ve dünyevîleşmenin ortasına düşer. Bu durum, Allah korusun inkâra kadar gidebilir.
Eşyanın insana hükmettiği bir dünyada yaşıyoruz. Bu ister özgürleşmek adına inkâr fikrinden kaynaklansın, isterse eşyanın câzibesinden kaynaklansın, dünyanın ve eşyanın egemenliği altına girmeyi Kur'ân kabul etmemektedir. Dünyadan yüz çevirme veya dünyaya tapma şeklindeki iki aşırı uçlu bir anlayışın kabul edilmesi mümkün değildir. "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışınız" hadis-i şerifine uygun hareket etmek gerekir. "İki günü aynı olan zarardadır" hadis-i şerifi de her gün yeni bir mesafe almak için insanı ileriye doğru itelemektedir. Dünya ahiretin tarlası olduğuna ve ahiret hayatı da dünyada kazanılacağına göre, insanın dünya hayatını daha iyi anlaması, daha çok düşünmesi ve planlaması gerekir.
Dünyevîleşme hastalığı âlime, cahile, din hizmetine yıllarını vermiş olanlara, nefis terbiyesi ve manevî eğitim yolunda büyük mesafeler almış olan kimselere de bulaşabilir. "İnsanlar helâk oldu. Âlimler müstesna. Âlimler de helâk oldu. İlmiyle amel edenler müstesna. Amel edenler de helâk oldu. İhlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahiplerine gelince, onlar da pek büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar." Hadis-i Şerifi bunu açıkça göstermektedir.
Zenginleşmek, dünyevîleşmek anlamına gelmez. Bediüzzaman Hazretleri, âhirzamanda iman ve Kur'ân hizmetinin zenginleşmek ile daha çok yapılacağını ifade etmektedir. Asıl dünyevîleşmek insanın, ruhî ve uhrevî yönünü erteleyerek hayatı, sadece dünyevî haz ve refahtan ibaret bilmesidir. Dünyevîleşme insana, ahiretini unutturmaktadır. Yine dünyevîleşme, iyilikseverlik ve yardımseverlik duygularını köreltmekte, benmerkezci, doyumsuz; gösteriş, kibir ve gurur sahibi yapmakta; şöhret tutkunu, başkasının malına göz diker, gerektiğinde şiddet kullanır, sınırsız ve amaçsız bir hırsla tüketim yapar hâle getirmektedir.
Dünyanın parlak cazibesine kapılan kişi, önce hayat standardını yükseltmek için bütün çarelere başvurmakta, ardından bu yüksek hayat standardını düşürmemek için daha çok kazanmaya, kendini daha fazla dünyaya vermeye mecbur hissetmektedir. Dünya malı, makam, mevki, şöhret ve itibar kazanmak yolunda, çoğu kere (farkında bile olmadan) sahip olduğu mukaddesatını feda etmektedir.
Başlangıçta meşrû amaçları gerçekleştirmek için sadece bir araç olarak telâkki edilen dünya malı, sonunda amaç haline dönüşebilmektedir. Bu durum da kulluk görevlerinin ihmal edilmesine sebep olmakta, helâl-haram anlayışını zedelemekte, salih ameller işlemeyi unutturmaktadır. Zevkleri, cazibesi, yaldızları ve parlaklığıyla insanları aldatarak tuzağına düşüren dünya, insanı kendisine bağlamakta, sonunda köle ve esir haline getirmektedir. Peygamberimiz, (asm) dünya malının çetin bir imtihan ve gönül zayıflığı olduğuna işaret etmiş, hayatı boyunca dünyaya ve dünyalığa önem vermemiş, dünyayı bir "misafirhane" gibi telâkki etmiştir.
Günümüzde aşırı tüketim çılgınlığı, beyin yıkayan reklâm ve propaganda araçları, dünya hırsını körüklemekte, insanı maddeye köle haline getirmektedir. Erişilmek istenen hayat standardı çıtası da sürekli yükseltilmekte, dolayısıyla -sun'î- ihtiyaçlar sürekli artmaktadır. Bu maddî sıkıntılar iman, irade ve bilgi durumuna göre acı olaylara, yüz kızartıcı suç işlemeye, aile içi huzursuzluklara, ruhî bunalımlara, intihar ve saldırganlığa sebep olmaktadır. Normal ihtiyacından fazla dünyalık peşinde koşanın kalp gözü ve basireti kapanır, gönlü de kararır. Cimrilik, açgözlülük ile aşırı dünya hırsı, toplumdaki sosyal dengeyi ve huzuru bozar.
Kâinattaki ölçülülük
Yüce Allah, "Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık" (Kamer: 49) buyurmaktadır. Bu ölçüyü her yerde görmemiz mümkündür. İnançta dengeyi sağlayan asıl unsur tevhid akidesidir. Müslümanların hayatlarından, takva ve azimeti kaldırarak yerine ruhsatı koyması ya da dünyayı terk veya uhrevî olanı ertelemeye gitmesi, bu dengenin bozulması yolunda atılan adımlardır.
Peygamberimizin, "Vallahi, sizin hakkınızda korktuğum şey, dünya uğrunda aranızda rekabete düşmenizdir" (Buhari, Müslim, Tirmizi; Bkz. İbn Teymiyye, 1990: 54-58) hadisi dünyevîleşmeye ve dengenin bozulmasına karşı ciddî bir uyarıdır.
İslâm, dünya-ahiret dengesi konusunda itidalin ve orta yolun izlenmesini tavsiye etmiş, ne dünya için ahiretin, ne de ahiret için dünyanın terk edilmemesini emretmiştir. Âyette; "Allah'ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet. Dünyadaki nasibini de unutma" (Kasas: 77) buyrulurken Peygamberimiz de, (asm) "Kendini tamamen ibadete verme ve dünyayı ihmal etme" demektedir.
Dünya malına karşı tutulan orta yol, yani hırs göstermeme, tembelliği gerektirmez. Bilâkis düzenli, planlı ve programlı çalışmayı gerektirir. Dünya geçici olduğu için, her dakikası ahiret lehinde değerlendirilmelidir. Mü’minin, meşrû dairedeki yapacağı her çalışma, ahireti hesabına geçeceğinden ibadetlerini kusursuz yerine getirmeye çalışır.
Dünyayı nasıl sevelim?
Dünyayı, nefs-i emmâre karışmamak şartıyla ahiretin tarlası, esmâ-i İlâhiyenin aynası, Cenâb-ı Hakk'ın mektubatı ve geçici bir misafirhanesi olarak sevmek gerekir. Dünyayı ve mahlûkatı kendi hesaplarına değil, Allah hesabına sevmek ve kalbe, başka muhabbetlerin girmesine meydan vermeden sevmek gerekir. Çünkü, kalbin içi Allah'a mahsustur ve O'nun aynasıdır.
Dünya fani ve de boş olduğu için kalbin alâkasına değmiyor. Allah hesabına yapılan bütün muhabbetler, elemsiz bir lezzet verir. İlâhî muhabbeti ziyadeleştirir. Yüce bir padişahın ihsan ettiği bir elmada iki lezzet bulunur. Birisi elmanın kendi lezzeti, diğeri de padişahın iltifatıdır. Görüldüğü gibi eşyaya ve bütün nimetlere kendi hesaplarına bakmakta bir lezzet, Allah'ın ihsanı hesabına bakmakta iki lezzet bulunmaktadır. Ayrıca ikinci lezzet, bâkî ve kalıcı lezzetleri netice vermektedir.
Bütün nimetlere ve meyvelere zatları için muhabbet edilse, yalnız maddî lezzetleriyle gafilce lezzetlenilse, o muhabbet nefsanîdir, o lezzetler de geçici ve elemlidir. Eğer Cenâb-ı Hakk'ın iltifâtı olarak sevilse ve o ihsan ve iltifâtların derecelerini takdir etmek suretinde tam bir iştah ile lezzet alınsa, hem mânevî bir şükür, hem elemsiz bir lezzettir. Ehl-i gaflet ve ehl-i dünya tarzında ve nefis hesabına olan muhabbetlerin, dünyada belâları, elemleri, meşakkatleri çoktur; safâları, lezzetleri, rahatları azdır.
Verilen nimete kanaat eden, kadere rıza gösteren ve Allah'a tevekkül edip teslim olan Mü’min, aşırı dünya sevgisinden kendisini korur, rızkının ilahî garanti altında olduğuna inanır ve rızkını elde etmek için çalışması gerektiğini bilir, iktisat eder, bu dünyanın geçici ve bir imtihan dünyası olduğunu düşünür, Allah'ın rızasını kazanmaya çalışır, var gücüyle kulluk standardını yükseltmeye çalışır.
Zenginlik, ilim, güzellik, şöhret, gençlik, yüksek mevki ve makamlar bize verilen emanetlerdir. Bu mallar, kulluğun gereği olarak emanet sahibinin rızası yönünde kullanılmalı ve asıl yatırım ahirete yapılmalıdır.
Sonuç olarak:
İnsan âciz ve fakir bir varlıktır, ihtiyaç sahibidir. Günaha düşmeye, hata işlemeye, dünyanın fânî ve geçici bir misafirhane olduğunu unutmaya, gaflete dalmaya her zaman müsaittir. Bu olumsuz durumlardan kurtulup uyanık kalabilmenin yolu devamlı zikir, şükür ve tefekkür hâlinde bulunmaktan geçer. İmanı kuvvetlendirecek kitaplar okumalı, sohbetlere katılmalı, sevdiğini Allah için sevmeli, yediğini Allah için yemeli, aldığını Allah için almalıdır. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışmalıdır. Aşırı uçlarda dolaşmaktan her zaman kaçınmalıdır. Zaten dinde aşırı gitmeyi hem yüce Allah, hem de Peygamberimiz yasaklamıştır.
Hırs, uzun emel, şan ve şöhret insanı dünyaya bağlar. Şaşaası çoktur ama, zehirli birer bal gibidirler. Lezzetten çok acı verirler. Onarılması güç yaralar açarlar. Bunlardan şiddetle kaçınılmalı, tövbe kapısının da ardına kadar açık olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır.
Cömertlik, mala kalben bağlanmayı önler. Kanaatkârlık, en büyük zenginliktir. İktisat, berekettir. Hakikî iman da teslim ve tevekkülü gerektirdiğinden iki dünya saadetidir.
KAYNAKLAR:
1- Memiş, Sedat, Dünyevileşme Üzerine, Prof. Dr. Mehmet Bayraktar ile Röportaj
www.diyanet.gov.tr/DIYANET/avrupa/2003avrupa/mayis/Metinler/y13.htm - 20k -
2- Nursî, Bediüzzaman Said, Lemalar, s: 137, Yeni Asya Neşriyat.
3-Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, Otuz İkinci Söz - s.292, 293
4- Kutlay, Dr. H. İbrahim, Dünyevileşme, Haziran 1, 2000
www.yenidunyadergisi.com/artman/publish/article_785.shtml - 27k -
|
Soru:
Risâle-i Nur'da maddî âleme dair bilgilere nasıl bakmak gerekir? Meselâ; zeminin yüzünde dört yüz bin muhtelif taifeden ibaret olan bütün hayvanât ve nebatat envâının ordusunda geçen dört yüz bin sayısı, üç yüz binden ziyade envâ-ı mahlûkat ifadesindeki üç yüz binden ziyade sayısı, dünyanın güneşe uzaklığı... Hakeza nasıl değerlendirmeli, nasıl bakmalıyız? Bu bilgilerin hakikati nedir?
Cevap:
Risâle-i Nur'da esas maksat Kur'ân'da olduğu gibi her şeyde Cenâb-ı Hakk'ın azametini ve emirlerini nazara vermektir. Muhtelif yerlerde anlatıldığı gibi mevcudata mevcudat hesabına değil, Sâni yani Yaratıcı hesabına bakmaktadır. Bütün varlıklar Hâlık-ı Küll-i Şey ve Sani-i Zülcelâl olan Allah'ın birer eseridir, san’atıdır.
Risâle-i Nur'da, Cenâb-ı Hakk'ın azamet ve büyüklüğünü nazara vermek için zaman zaman sayılar verilir. Bu sayıların büyüklüğü, her birinin ayrı ayrı san’atlarla yaratılmaları, unutulmadan, ihmal edilmeden rızıklandırılmaları gibi açılardan bakıldığında Cenâb-ı Hakk'ın da azametini gösterir.
Malûmunuz bazı şeyler sayılabilirken, pek çok şey de sayılamayacak kadar hem çoktur, hem de insan olarak sayma imkânına sahip değiliz. Ayrıca pek çok şeye de henüz ulaşmış değiliz. İşte bitki ve hayvan türlerinin gerek sayısı ve gerekse sınıflandırılması gibi çalışmalarda modern ilim nihaî noktaya ulaşamamıştır ve ulaşılamayacaktır da... Daha yeni keşfedilen birçok tür olduğu gibi, sınıflandırmada da yeni kriterler ortaya konulmaktadır. Bu sebeplerle Risâle-i Nur'da bahsedilen üç yüz bin, dört yüz bin gibi rakamlar, yedi, yetmiş, bin, on sekiz bin gibi çokluktan kinaye sayılardır.
Çoklukla ilgili ifadelerin de başlangıçta birer esasları olabiliyor. Fakat daha sonra başlangıçtaki esas terk edilip ve çokluktan kinaye olarak genel kabul görebiliyor. Yedinci Şuâ'da geçen şu ifade: "… fenn-i nebatat ve hayvanatın şahadetiyle, dört yüz bin nev’î zihayatın sûretlerinin mükemmel ve kusursuz şekilde açılmasında görünen Fettahiyet …" bu sayıların da başlangıçta bir esası olduğunu ima eder. Ancak bilindiği gibi, bu sayı, her geçen gün daha da artmakta, fakat çokluktan kinaye olarak ifade edilmektedir.
Diğer bir husus ise, bu sayı, hadislerde de geçmektedir. Mir’ac ile ilgili hadisler incelenecek olursa, Hz. Cebrail Peygamberimize (a.s.m.) bazı tabakalardaki melekleri anlatırken "dört yüz bin melek", "üç yüz bin melek" veya her birine bağlı aynı miktarlarda meleklerden ya da "dört yüz bin" yılda yaratılan "dört yüz bin" yıldızdan bahsedilmektedir. Bu ifadeler çokluktan kinaye olacağı gibi, gerçek sayı da olabilir.
Ayrıca, meleklerin, tesbihatlarını Cenâb-ı Hakk'a arz için mevcudata "müekkel melek" olmaları sebebiyle, meleklerin sayısı ile bitki ve hayvanların sayısı arasında da bir irtibat bulunabilir.
|