Bir lise öğrencisi Tevhide Kütük. Her öğrenci gibi hayalleri var, umutları var. Geleceğe umutla ve sevgiyle bakmak istiyor. Okulu aile ocağından sonra ikinci yuva olmuş onun için. Okulunu seviyor, arkadaşlarını seviyor, öğretmenlerini seviyor.
24 Kasım Öğretmenler Günü için düzenlenen kompozisyon yarışmasında, “BİR ÖĞRETMEN OMALI...” başlığıyla anlatmış duygularını. O’nun için öğretmen, “...toplumu cehaletten kurtarmaya çalışan bir savaşçı, Alilere, Fatmalara, Yasinlere bilgi dağıtan, onlara sevgiyle yaklaşan, onları saran sıcak bir kucak. Ya da ufukları aydınlatan bir kandil...” Ve; “Sen bir ufku aydınlatmak uğruna mum gibi erimeye razı olan. Sen, taze ruhları işleyip onlara şekil veren. Ve sen ki; tarumar olmuş bir bahçenin son ümidi... Bir heykeltıraşın mermere verdiği şekil misali bilginle şekillendir beni...” diyor Tevhide.
Yarışmada birinci olduğunu öğrenince çok sevinmiş. Annesiyle birlikte gitmiş ödül törenine. Öğretmenleri, arkadaşları, anne babalar doldurmuş tören salonunu. En önde de görmeye pek alışık olmadığı, kaymakam, belediye başkanı, milli eğitim müdürü, komutan ve diğer yöneticiler yerlerini almış. Sıra kompozisyon yarışmasında dereceye girenlerin davet edilip ödüllerinin verilmesine geldiğinde, heyecanı bir kat daha artmış Tevhide’nin. Kürsüye gelip salona yüzünü dönünce sevinç ve heyecanla kalbi yerinden fırlayacak gibi olmuş. İlk defa böyle bir kalabalık karşısına geçiyor. Gururla kendisini izleyen annesi, arkadaşları ve öğretmenleri... Tevhide ‘bu ne güzel duygu, ne büyük mutluluk’ derken, protokol sıralarında bir ses yükseliyor: “onu indirin!”
İNSANLIĞIMDAN UTANIYORUM
Milli eğitim müdürü ödül vereceği Tevhide’nin yanına geliyor ve kürsüden inmesini söylüyor. Neden diye sordum diyor, Tevhide. Cevap olarak, ‘senin kılık-kıyafetin uygun değil’ dediler diyor. Kompozisyon yarışmasında birinci olmanın ödülü olarak “onu indirin” emri ile kürsüden alaşağı edilen Tevhide, “bunu hak edecek bir şey yapmadım, kompozisyon yazdım ve ödül kazandım, ben kötü bir şey yapmadım ki...” diyor ve ağlayarak, gözyaşlarıyla salonu terk ediyor.
Bu olay karşısında bir insan olarak insanlığımdan utanıyorum. Yüzüm kızarıyor, elim ayağım titriyor, soğuk terler döküyorum. Televizyon karşısında olayı izlerken, içimdeki insanlık onuru göz yaşı olup yanaklarımdan süzülmese, şu satırları yazma cesaretim de olmayacak. Uğradığı haksız saldırılarla mübarek ayaklarına kadar kanlar içinde iken bile zalimlere beddua etmeyen “Büyük Mazlum’u” en büyük önder olarak tanımasam bu zulmü yapanlara beddua edecektim. Ama mazlum ve mağdur Tevhidelerin ahları, gözyaşları belki de hakkı, hakikati göremeyen gözlerin kirini de yıkayacak, kalplerine insanlık sevgi ve merhametinin sinmesine vesile olacak diye kendimi teselli ediyorum. Haksızlık karşısında susmama adına bu olayı kınıyorum. Bir daha tekrarlanmamasını diliyorum.
Hangi renkten, hangi ırktan, hangi inançtan olursa olsun, insanı “eşrefi mahlukat” olarak görüp, yaratılışı ile var olduğuna inandığım temel hak hürriyetlerinin savunucusu bir hukukçu olarak da, Tevhide’ye yapılanlara isyan ediyorum. Hukuk devletinde böyle bir uygulamanın olamayacağını haykırıyorum. Eğer olmuş ise bunu yapanların hukuk içinde cezalandırılması gerekli olduğunu iddia ediyorum. Ve bir insan olarak soruyorum: İnsanlık onuruyla oynadığınız, rencide ettiğiniz, ağlattığınız liseli genç kızın onurunu geri verebilecek misiniz?
Öğretmenlerinden ve büyüklerinden “heykeltıraşın mermere verdiği şekil misali” bilgileriyle kendisini şekillendirme isteyen bu öğrencide nasıl silinmeyecek izler bıraktığınızı hiç düşündünüz mü?
Kendi çocuğunuzun başına böyle bir olay gelmesini ister miydiniz?
Büyüklerinden, idarecilerinden ‘bilgi ve sevgi’ isteyen, “dudaklarınızdan dökülen her söz belleğime yerleşmeli” diyen Tevhide’nin yüreğinde, “onu indirin” komutu nasıl bir yer işgal edecektir hiç düşündünüz mü?
Haksız, insafsız, adaletsiz, saygısız ve sevgisiz bir muamelenin arkasından emir ve komuta ile gönüllere sevgiyi yerleştirebilir misiniz? İçinizi kemirip sizi sorguladığını düşündüğüm vicdanınızın sesine kulak vererek, bu hatanızı telafi etmenin tek yolu olarak, erdemli, faziletli bir davranış örneği gösterip, haksızlık yaptığınız 17 yaşındaki bu gençten özür dilemeyi düşünüyor musunuz?
Bir hukukçu olarak da sorularım var:
TBMM tarafından usulüne göre kabul edilmiş, Anayasa ve kanunlarında üstünde olan uluslar arası hukuk normları ‘eğitim hakkı hiçbir sebeple engellenemez’ derken, kılık kıyafet sebebiyle bir öğrencinin eğitim faaliyetleri içinde yer almasını nasıl engellersiniz ? Bu bir hak ve hukuk ihlali değil midir? Kozan İmam Hatip Lisesi, T.C.Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir lise değil mi ?
Bu öğrenciyi kompozisyon birincisi olarak, Öğretmenler Günü’nde ödül törenine davet eden İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü değil mi? Önce davet edip sonra salondan kovmak, idarenin ciddiyetiyle bağdaşır mı?
İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü, yürütmenin ilçedeki en üst organı olan, Mülki İdare Amirliği’ne bağlı bir birim değil midir? Tevhide Kütük’ün eylemi adli bir suç ise yargı mercilerince gereğinin yapılması, idari işlem gerektiren bir eylem ise Kaymakamlık makamınca gereğinin yapılması gerekmez mi?
“İndirin onu” emir ve talimatını veren askeri personel, bu emri verirken hangi yasaya göre hareket etmiştir. Hiçbir makam, merci ve kişinin Anayasa ve kanunlardan almadığı bir yetkiyi kullanamayacağı, bir Anayasa kuralı değil mi? Öğrenciyi salondan çıkaran ilçe milli eğitim müdürü görevini ifa ederken, garnizon komutanına bağlı olarak mı çalışmaktadır. Diğer bir deyimle, İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü, emir komuta zinciri içinde görev ifa eden askeri bir birim midir ? Değilse -ki elbette değildir- kanunsuz bir emrin uygulanmayacağı şeklindeki Anayasa hükmü ihlal edilmiş olmaz mı? Türkiye bir hukuk devleti ise, görevi olmayan bir konuda, “kanunsuz emir” veren askeri personel hakkında, yasalar çerçevesinde işlem yapılması gerekmez mi? Bütün bu hukuksuzluklar karşısında, Mülki İdare Amirliği nasıl bir işlem yapmıştır. Kamuoyuna bir açıklama yapılmadığına göre, susmak, sessiz kalmak, hiçbir şey yapmamak hukuk devletinin işleyişi içinde nasıl izah edilecektir ?
SON SÖZLERİM TEVHİDE’YE
‘Ülkeler değil, gönüller fethetmek isteyen’ Sevgili Tevhide!
Senin onurunla oynayanlar özür dilese de dilemese de sakın üzülme! Biz insan onuruyla oynayanları daha önce de gördük. Onlar da, “...bu kadına haddini bildirin!” demişlerdi. Zaman geldi geçti, hak-hukuk tanımayanlara millet hadlerini bildirdi. Emeğini, bilgini, sevgini, duygularını, umutlarını sıraladığın kompozisyonun; örnek aldığın öğretmenlerince zaten birinciliğe layık görülmüş. Seni ben de tebrik ediyorum.
Ama sen, sokak çocuklarından, yetimlere, öksüzlere el uzatmak isteyen; Susuz çiçeklere yağmur olmayı düşleyen; emeği, sevgiyi, bilgiyi yücelten anlayışınla, daha büyük ödüllere layıksın!
Reşat PETEK
(E. Cumhuriyet Başsavcısı)
Yeni Şafak, 29.11.2007
|
Türk Ceza Yasası’nın 301. maddesi ile ilgili tartışma iki yıldan beri Türkiye’nin gündeminde. Sadece Türkiye’nin de değil, Avrupa Birliği’nin de. İktidarın söylemine bakılırsa maddenin şimdiye kadar çoktan değişmesi lazımdı. Ama değişmiyor, değiştirilemiyor.
İktidar partisi grubu maddenin değiştirilmesinden yana, hükümet de değişikliğe sıcak bakıyor. “En kısa zamanda değişecek” deniliyor ama hiçbir somut girişim yapılamıyor.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bir ay önce Strasbourg’a Avrupa Konseyi Parlamenterler Assamblesi toplantısına katıldı. Avrupalı parlamenterlerin sorularını yanıtladı. Türk demokrasisinde eksiklik, eleştirilecek bir yan arayanlar, hemen TCK’nın 301. maddesini gündeme getirdiler. Bunun düşünce ve ifade özgürlüğünü nasıl engellediğini anlatıp sordular Cumhurbaşkanı Gül’e:
301. madde ne olacak?
“Seçimlerden sonra oluşan parlamento yeni çalışmaya başladı. Bu konu bildiğim kadarıyla hükümetin de gündeminde en kısa zamanrda 301. madde değiştirilecek” diye yanıtladı soruyu Gül.
Ama hükümetten hala bir adım, bir ses yok.
Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın, AB ile ilgili yaptığı hemen her görüşmesinde de karşısına 301. madde sorusu çıkıyor.
İlerleme Raporu’nun en olumsuz, en eleştirel bölümü yine 301. madde ile ilgili. Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk ve cinayete kurban giden Hrant Dink başta olmak üzere Türkiye’nin tanınmış aydınları, yazarları ve gazetecileri hakkında bu maddeden açılan davalar Türkiye’nin dış dünyadaki imajını bozduğu gibi, AB’deki Türkiye karşıtlarının eline de altın değerinde bir malzeme vermiş durumda. Başta Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Dışişleri Bakanı olmak üzere iktidar sorumluluğunu üzerinde taşıyanların hepsi bu durumu biliyorlar.
O nedenle bu maddenin değişmesi gerektiğini de kabul ediyorlar. Fakat en ufak bir somut adım atamıyorlar.
Güçleri mi yetmiyor?
Hayır...
İktidar partisi istediği zaman Anayası’nın en kritik maddelerini bile çok kısa sürede değiştirebiliyor. Parlamento çoğunluğu buna elveriyor.
Ama iş 301. maddeye gelince adeta akan sular duruyor. Sanırsınız ki Türkiye Cumhuriyetini bu madde ayakta tutuyor. Maddede 2 kelimelik bir değişikliğe gitmek çok kritik, çok zor.
Öyle de değil.
Fransa gezisindeki sohbetimiz sırasında 301. madde sorulduğunda hiç tereddüt etmeden “değiştirilmeli” dedi Cumhurbaşkanı Gül ve ekledi:
Değişiklik belki fiiliyatta çok fazla şey değiştirmeyecek ama dışarda, özellikle de AB’de Anayasa değişikliği kadar etki yaratacaktır. Bize destek veren dostlarımızın elini güçlendirecektir... “
Köstek olanların, olmaya çalışanların ellerindeki çok önemli bir kozu da alacak kuşkusuz.
Durum böyle olunca akıllara ister istemez, “Bu değişikliği acaba Başbakan mı istemiyor?” sorusu takılıyor.
Öyle ya Başbakan da Cumhurbaşkanı gibi düşünüyor olsa, hükümet iki maddelik bir tasarı gönderir ve Türkiye bu sıkıntıdan şimdiye kadar çoktan kurtulmuş olurdu...
Vatan, 29.11.2007
|
“Amerika’nın bir PKK planı var” lafını duyunca insanın aklına hemen İsmail Türüt’ün türküsü geliyor:
“Plan yapmayın plan!..”
Bu kaygan toprakta plan tutturmak hakikaten zor.
Şu kargaşaya baksanıza:
Daha bir ay önce ilkokul çocuklarına bile elde bayrak Barzani aleyhine yürüyüş yaptırılıyordu. “Harekâtın hedefi o olmalı” deniliyordu. Şimdi hükümet, Barzani ile ortak eyleme hazırlanıyor.
Daha bir ay önce bölgede PKK-ABD ittifakından söz ediliyordu.
Şimdi PKK, ABD’yi de hedef almakla tehdit ediyor.
Daha bir ay önce PKK, Barzani’nin şemsiyesi altındaydı. Şimdilerde Roj TV, 10 yıl önceki Barzani-PKK çatışmasında ölen bir kızı hatırlatan programlar yayımlayıp “O çatışma günlerini biz unutmadık, siz de unutmayın” demeye getiriyor.
* * *
Hesapların en fazla aylık yapılabildiği, planların günbegün değiştiği bir coğrafya burası...
Kürtçe üzerine en ağır yasakları koyan paşaların, daha üzerinden 10 yıl geçmeden “Hata yapmışız” dediği...
Onlar bunu derken Diyarbakır’da askeri birliklerin “Tek bayrak, tek dil” diye geçit yapabildiği...
Başbakan’ın “Parti kapatmak yanlıştır. Dağa yönlendirirsiniz” demesinden 2 saat sonra parti kapatma davasının açılabildiği...
Oyun kurması, oyuna getirilmesi kolay, ama oyunu tutturması zor bir coğrafya...
* * *
Şimdi belli ki Washington merkezli yeni bir çözüm arayışı var.
Önceki gece NTV’deki Neden programında, konuyu yakından izleyen uzmanlarla bu “plan”ı enine boyuna tartıştık.
Yasemin Çongar, 1999’da Amerika’nın Öcalan’ı Türkiye’ye teslim ederken 2 koşul öne sürdüğünü anlattı:
“Adil yargılama ve idam etmeme...”
Çongar’a göre, Amerikan Dışişleri, o dönem bir koşul daha koymayı düşünmüş, hatta bunu kâğıda da dökmüştü:
“PKK’nın varlık zeminini ortadan kaldıracak, barışçı çözümü kolaylaştıracak, sosyal, iktisadi, siyasi adımların atılması...”
O kâğıt, Amerikan Büyükelçisi’nin de itirazıyla Ankara’ya sunulmamıştı.
Şimdi “mahrem anlaşma” denilen şey, 99’dan kalan o kâğıt mı acaba?
* * *
Olabilir.
Washington’da bir “iş bölümü” yapılmışa benziyor:
Bir yandan ABD, Kuzey Irak’ta, dün Namık Durukan’ın Milliyet’te sıraladığı “PKK’yı tecrit önlemleri” üzerinde çalışıyor.
Öte yandan Türkiye, içeride Anayasa’dan başlayarak meşru siyaset kanallarını açacak bazı demokratik açılımları, silah bıraktırmaya dönük adımları gündeme getirmeye hazırlanıyor.
Varsa, böyle bir planın zayıf yanı, tipik Amerikan pragmatizmi kokması...
Mesela 2 taraftaki şiddet yanlılarını hesaba katmaması...
Hem PKK cephesinde, hem Ankara’da artık eski “tek başlılığın” söz konusu olmadığını, her güç odağıyla ayrı ayrı uğraşılması gerektiğini kavramaması...
O yüzden mesela DTP’li bir çözüm arayışı, anında DTP içinden bir sert çıkışa ya da DTP hakkında kapatma davasına toslayabiliyor.
Tabir caizse, sorun, Amerikan hamburgeri gibi altını üstünü çevirmekle şipşak hallolmuyor, Kayseri mantısı yapar gibi her bir parçayla ayrı ayrı uğraşmayı gerektiriyor.
O yüzden, sorunun tarihi, siyasi, toplumsal ve iktisadi boyutlarını da gözeten, yerli bir çözüme ihtiyaç var.
Milliyet, 29.11.2007
|
Milletvekili dokunulmazlığı’ terimi günlük dilde ‘yasama sorumsuzluğu’nu da içine alacak şekilde kullanılmaktadır. Yasama sorumsuzluğu kurumu milletvekillerine görevleriyle ilgili olarak tam ifade özgürlüğü tanır.
Buna olan ihtiyaç hiç bir itiraza yer bırakmayacak kadar açıktır. Çünkü, ‘milleti temsil’ ancak tam bir konuşma özgürlüğüyle mümkündür; milletin temsilcilerine bu konuda getirilecek bir sınırlama ‘milletin meseleleri’nin bir kısmının dile getirilmemesiyle veya gözlerden saklanmasıyla sonuçlanır. Böyle bir durumda ise ne milletin işleri bilgiye dayalı olarak karara bağlanabilir ne de millet adına yürütme ve idare bihakkın denetlenebilir.
İfade özgürlüğü şüphesiz herkese lazımdır; ama bu özgürlük konusundaki genel durum ne olursa olsun, hiç değilse milletin meclisinde tam bir konuşma özgürlüğü olmalıdır. Bundan dolayı, Türkiye’de milletvekilleri lehine olan bu istisnayı ‘hukuk önünde eşitlik’e aykırı bir ayrıcalık olarak görmemek gerekiyor. Bu farklılaştırma keyfi olmayıp, milletin bihakkın temsili ve kamu siyasetlerinin sağlıklı bir şekilde oluşturulması için demokratik bir zorunluluktur.
Dokunulmazlık konusuna gelince, bu kurum milletvekillerini milletvekili oldukları sürece ceza takibatından ve tutuklanma/yakalanma gibi ceza yargılaması işlemlerinden korur. Amacı da milletvekillerinin -genellikle muhalefette olanların- siyasi iktidarın baskısı altında kalmadan görevlerini hakkıyla yerine getirebilmelerini sağlamaktır. Milletvekillerinin bu güvenceye ve güvenliğe sahip olmaları prensip olarak doğrudur. Onun için, bu da bir ayrıcalık olarak görülmemelidir.
Milletvekillerine tanınan bu muafiyet Türkiye’de bir bakıma geniş, bir bakıma da dardır. Geniştir, çünkü milletvekilinin siyasi güvenliği için gerekli olan yargılanmamak değil; fakat sadece hem milletvekiline zor kullanılmasını gerektiren hem de onun görevini yapmasını engelleyen yakalama, tutuklama ve celp işlemlerinden muafiyetir. Milletin vekillerini korumak için bu kadarı yeterlidir.
Buna karşılık bizdeki dokunulmazlık kurumu, seçimlerden önce başlatılmış olmak kaydıyla Anayasa’nın 14. maddesinin kapsamına giren suçlarla ilgili koğuşturmaları kapsamamaktadır. Hangi suç tiplerinin bu maddenin kapsamına girdiği konusunda açıklık olmadığı ve esasen maddede kullanılan kavramların belirgin politik - keyfi yoruma açık- karakteri nedeniyle, dokunulmazlığa getirilen bu istisna sakıncalıdır.
Türkiye’de dokunulmazlığa Batı dünyasındakinden daha fazla ihtiyaç vardır. Çünkü, bizde milletvekillerini siyasi çoğunluğun yanında ‘ Devlet’in tecavüzlerinden de korumak gerekiyor. Yakın geçmisteki tecrübeler göstermiştir ki, milletvekillerini Develetten korumak daha mübrem bir ihtiyaçtır. Onun için, gerek yasama sorumsuzluğu gerekse yasama dokunulmazlığı Türkiye demokrasisi için son derece gerekli güvencelerdir. Ancak, bir yandan dokunulmazlığın kapsamının yakalama ve tutuklama gibi islemlerden muafiyetle sınırlandırılması, öbür yandan da dokunulmazlığa getirilmiş olan 14. maddeyle bağlantılı istisnanın kaldırılması gerekiyor.
Star, 29.11.2007
|