|
|
|
İnsanî hamle için en uygun zaman |
Türkiye’nin önünde tedavi edilmesi gerekli iki sancılı alandan birisinin “Kürt eksenli” olduğu bir gerçek. Diğeri “İslam eksenli.”
İkisi de çok önemli toplumsal zeminleri ilgilendiriyor; çözülmedikçe Türkiye’nin durulması imkansız. Yer yer birbiriyle bağlantısı da var. Sancının Kürt eksenli olanı, terör boyutuyla da ayrı bir deprem oluşturuyor.
Sancının sebebi bazı talepler. Taleplerin “sırf insani” olanı var, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü de ilgilendiren siyasi boyutlu olanı var. Terör bağlantısı, hadiseyi önemli ölçüde siyasileştirmiş durumda. Süreç içinde siyasi olan, insani olanı gerekçe olarak kullanmaya da başlamış. İnsani olanın gerekçe haline gelmesi ölçüsünde siyasi olan da toplumsal zemin edinme fırsatı bulmuş.
Bugün Doğu - Güneydoğu’da PKK’nın toplumsal zemin bulmasından söz edilebiliyorsa, bu yüzdendir. Bir devletin, insani olanı ilanihaye görmezlikten gelmesi mümkün değildir. Bu, sancının derinleşmesi ve tedavi edilemez hale gelmesi demek olur. İnsani olan çözülmedikçe, siyasi olan hakimiyet sağlar.
Bir süre sonra, çözüm arayışları bile, siyasi olana monte olmak zorunda kalır. Yani “PKK bastırdı, çözüm arandı” söylemi etkin hale gelir. Bölge insanına “PKK olmasaydı bizi kimse dinlemezdi” duygusu yerleşir. Bölge insanının kaybı gibi bir tehlike ortaya çıkar. Türkiye, bu ortama gidildiği kaygısını sık sık yaşıyor. PKK eksenli oluşumlar zaman zaman içerde toplumsal hareketlilik sağlıyor, dışarıda, uluslar arası arenalarda sesine yankı bulabiliyor. Böyle ortamlarda Ankara, çözüm üretmenin, PKK eksenine prim vermek anlamına geldiğini düşünüyor. Bu sebeple çözüm ertelene ertelene, iş kangren haline geliyor.
Bugünler kapsamlı bir çözüm paketinin beklendiği günler... Uygun mu, olabilir mi? Bana göre Öcalan’ın yakalandığı günler, Ankara adına bir çözüm hamlesinin yapılmasının uygun olduğu günlerdi. Bir yanda, lideri ele geçmiş, TC’ye bağlılığını ilan etmiş, dolayısıyla süngüsü düşmüş bir hareket.... Öte yanda bölge insanının sorunlarını anlama - çözme hamlesi... Teröre karşı sert duruş, halka karşı büyük insani hamle...
Bugün de böyle bir zemin var.
-PKK içerden ve dışardan kuşatılmış durumda.... Lojistiği kesilmiş bir terör örgütü. Terörün çıkışı yok. Teröre oynayan kaybedecek. Bu mesajın netliği devam etmeli.
-Ankara adına farklı bir siyasi irade. Türkiye’deki “toplumsal sancı”yı en iyi anlayabilecek, çünkü bu alanda derin sancı yaşamış bir siyasi kadro. Bölge insanı ile bugüne kadar Ankara’nın kuramadığı duygusal iletişimi sağlayabilecek bir kültürel muhtevaya sahip. Potansiyel iyi. Kendi çizgisini “etnik” çerçevede tanımlamıyor.
-En son seçimde, bu potansiyel zeminin meyveleri toplanmış...
Kürt toplumu, bu siyasi kadroya, “Kürtçü siyasi kadro” dan daha çok iltifat etmiş. Yani Ankara’dan gelen farklı sese prim vermiş. 2009 mahalli seçimlerinde bu primin çok daha yükseleceği ihtimali kuvvetli. Bundan en çok “Kürtçü siyasi kadro” ürküyor. -Bu kadro 5 yıl iktidarda. Yani hizmetin dümeninde...
Yani bütün psikolojik üstünlük bu siyasi kadroda...
Öyleyse Ankara adına atılacak insani adımlar hiçbir biçimde PKK’ya veya onun siyasi uzantısına prim diye yazılmayacak. Ama Ankara adına AKP de bir şey yapamazsa, bu defa bölge insanının düş kırıklığı daha çok derinleşecek: “Ankara kimseye bir şey yaptırmıyor” düşüncesi gelişecek. Peki AKP için kapsamlı insani projeler için yollar açık mı? Burada iki risk var:
1. AKP’nin güçlenmesini de DTP’nin güçlenmesi kadar tehlike olarak gören bir Ankara çizgisi.
2. Kürtler adına hiçbir insani talebi karşılanmaya değer bulmayan ve atılacak her adımı ihanetle suçlamaya hazır karşıt etnik milliyetçi çizgi.
Bence bu risklere rağmen AKP, gerekli adımı atmalı ve bölge halkının insani plandaki bütün beklentilerini görme, karşılama hamlesini yapmalı. Buna paralel bir sivil toplum hamlesi gerçekleştirilebilirse o da nur üstüne nur olur.
Bugün, 21.11.2007
|
Ahmet TAŞGETİREN
22.11.2007
|
|
|
Başöğretmenler ve toplumumuz |
Fikret Bila’nın PKK terör örgütüyle silahlı mücadeleyi yürüten ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yöneten emekli komutanlarla yaptığı röportaj ses getirdi, siyasal söylemlerimize hız kazandırdı. Kimileri “komutanlar bunları biliyordu da neden zamanında yapmadılar?” diye eleştirseler de, biz gecikmiş bile olsa millet hafızasına bir kayıt düşülmüş olduğu için hepsine teşekkür ediyoruz.
Aytaç Paşa, Eğer Kürtlere kendini ifade imkânı verilseydi iş sosyal safhada kalır, askerî safhaya taşınmazdı. Ama biz “Kürt yoktur” diye eğitilmişiz itirafında bulunuyor...
Evren Paşa; “Kürtçe tedrisat yapılamaz” diye ağır bir yasak koyduk. Ama bu hataydı, sonradan anladım” diyor.
Komutanların belki ayrıntı diye girmedikleri ama çoğumuzun yaşadığı, gördüğü, bildiği başka hususlar da var. Ama evde duyduğunu dışarıda unutması tembihlenmiş çocuklar gibi hep susuyoruz. “Devlet korkusu” damarlarımıza işlemiş. Şimdi “asker” başöğretmenlerimiz konuşunca dilimiz açıldı. PKK teröründen ayrı bir “Kürt meselemiz” olduğunu konuşur olduk. Önceden böyle şeyler söylemek bizler için “bölücülük” sayılırdı...
İfade özgürlüğü olursa, beyinler de kurtulacak
Aslında toplum olarak konuşmamız gereken daha çok konular var. Ama Türkiye tabularla dolu ve 301. madde olduğu gibi duruyor! Entelektüel manzaramız, mayınlar gömülü bir arazide rastgele yürümeye benziyor. Nerede “devlet sırrı”na basacağımız, ne zaman hangi kurumu inciteceğimiz, hangi cümlenin büyüklere hakaret patlamasına sebep olacağını bilemediğimiz için ne kalemimizi, ne kelâmımızı salamıyoruz. Beynimizi de öyle uçuk, buçuk konulara açamıyoruz. N’olur, n’olmaz. Bekleriz, emekli büyüklerimiz giderlerse, arkalarına düşeriz...
Şimdi de “yargı başöğretmenlerimiz” yürüse de, artlarından gitsek diye bekliyoruz. Siz mayınlardan korkmaz mısınız? Önceki meclis başkanı Arınç “lâikliğin tarifi yok. Gelin tarif edelim, belirsizlik kalksın” dedi de, dünyayı başına dar ettiler. Hatırlamıyor musunuz?
Cumhuriyet kurulalı 84 yıl oldu. Hâlâ Cumhuriyetin tehlikede olduğunu sananlar var. Tam yerleşmedi diyorlar. Neler olursa tam yerleşmiş olacağını bir türlü soramıyoruz. Yıllarca cumhuriyet kavramını bize neden demokrasi ile özdeş tanıttıklarını da...
Anadolu’da insanlar vatan sevgisi ile doğar ve büyür. Aileden gelmedir. Ama öğretmenlerimiz vatan kavramını devletle özdeş öğrettiler yuttuk!
Osmanlı dedelerimizin yazdığı kitapları okumaktan neden mahrum bırakıldığımızı anlayabilmiş değiliz.
Daha dün papa ve patrik bir araya gelip “küresel kilise” hedeflerini açıkladılar. Dünya halklarını Hıristiyanlığa yönlendirmek için kullanacaklarmış. Hilâfet olsaydı bugünün jeopolitiğinde ne anlam ifade ederdi diye soramıyorum. Ama elin oğlu engel mengel tanımıyor. Elimde bir CIA raporu var. 2020’lerde dünyanın nasıl olacağı tahminlerine bir “hilafet senaryosu” yerleştirmeyi ihmal etmemiş!
Daha soracak sorumuz, gidecek çok yolumuz var. Her biri için bir başöğretmen bulunmayabilir. Bulunsa da önümüze düşmeyebilir. Onun için meclisimizden, hükümetimizden rica ediyoruz. 301. maddeyle konan mayınları halledin. Bir de şu sivil anayasayı artık getirin. O zaman başöğretmenlere bağımlı kalmayacağız! Ufka bakıp, yolumuzu kendimiz seçeceğiz...
Türkiye, 21.11.2007
|
Muhsin ABAY
22.11.2007
|
|
|
Figüran olmak |
Ben hâlâ paşaların Fikret Bila’ya yaptıkları itiraflardayım. Hatırlayacaksınız, geçmişte Genelkurmay Başkanlığı ve kuvvet komutanlığı görevlerinde bulunmuş generaller, Güneydoğu konusunda yaptıkları hataları itiraf etmiş günah çıkarmıştı. Bunlardan biri de Kenan Evren’in dile getirdiği, Kürtçe konuşmanın yasaklanması ve Diyarbakır Cezaevi’ndeki işkencelerdi.
Evren’in sadece pişmanlık ifade edip ‘pardon’ diye geçiştirdiği bu ve benzer uygulamalar, Türkiye’nin 20 yılına ve 30 bin kişinin canına mal oldu. PKK’nın güç kazanmasının en büyük nedeni, 12 Eylül darbesinden sonra bölgedeki dil yasağı ve aşırı baskıcı sıkıyönetim uygulamasıydı. Sıkıyönetim ve olağanüstü hal, başka bir seçenek bırakmayacak şekilde bölge halkını PKK’nın kucağına itti. Darbeyi yaptıranlar acaba Kenan Evren’in kulağına Kürtçe konuşma yasağı koymasını da fısıldamışlar mıydı? Sağ-sol çatışmalarının bitmesinden sonra ileride lazım olacak bir Kürt sorunu için böyle bir baskıya ihtiyaç olduğunu gören güçler, Kenan Paşa’ya böyle bir uygulamayı çaktırmadan telkin etmişler miydi?
Bu kanlı terör oyunu aslında basit gerekçelere dayanıyordu. Güç bizdeydi, Kürtler dağda yürürken kart-kurt-Kürt olmuşlardı, bunlar aslında dağ Türkleriydi. Normalde emir demiri keserdi. Herkes bir gün ‘Ne mutlu Türk’üm’ diyecekti. Birileri bütün bunları yapmamızı büyüklerimizden istiyor muydu? Sonuçta küçük bir kıvılcımı ateş haline getirmek için körüğü üfledik. Ve bu anlamsız terör tam 30 bin kişinin ölümüne neden oldu. Darbeci komutanımız, bugün ‘pardon, yanlış yapmışız’ diyor. Kendisine bu dünyada asla hesap sorulmayacağının rahatlığı içinde...
Dönüp 70’li yıllara bir kere daha bakmak lazım. Televizyonlarda, gazetelerde her gün öğrenci olaylarını görür, vahşeti zihnimizde çözmeye çalışırdık. Çözemezdik... Şimdi dönüp geriye bakınca, karmaşık manzara netleşiyor. O zamanlar sağ ve sol vardı. Bu iki grup, nasıl ve neden çıkmıştı ortaya bilemezdik. Biz neden sağcıyız, solcuları neden sevmeyiz bunu da tam çözemezdik. Komünizm getireceklerdi, onun için sevmiyorduk. Karşı taraf bizi niye sevmiyordu?.. Bugün 70’li yıllara bakınca iki grubun içinde de ‘insanlar’ olduğunu fark ediyoruz. Anasının kuzusu, babasının göz ağrısı, kardeşinin en değerli varlığı olan insanlar... Her biri diğerinden farklı, her biri dinlenilmeye ve anlaşılmaya hasret... ‘Öteki tarafta duran kişi’nin bir ailesi ve çocukları olduğu, duygu taşıdığı, yaşama hakkı olduğu, insanlığı, düşünülmezdi. Haberleri, nerede ne canlar ölecek korkusuyla yüreğimiz ağzımızda dinlerdik. O hay huy içinde anladığımız tek şey vardı; ortada iki grup mevcut ve bunlar birbirine düşman. Birbirlerini devamlı ve bitmek bilmez bir enerjiyle öldürmek isteyen iki grup...
‘Büyükler’, o dönemde darbe yaptırtıp istediklerini aldı. Peki ya gençler?.. Taze fidan olarak toprağa gömüldü. Anne-babaların ve ülkelerinin geleceği zeki çocuklar, bilmedikleri bir kavganın figüranı olup gittiler. Aynı oyunun başka bir versiyonu bugün yine oynanıyor. Yine aynı ülkenin evlatları; ama bu kez tarafları etnik köken belirliyor; Kürtler ve Türkler. Sağ-sol, Alevi-Sünni, laik-antilaik, Kürt-Türk şeklinde mütemadiyen tekrarlanan bu oyunda figüran olmaktan ne zaman vazgeçeceğiz? Yıllardır oynanan, ‘Türkiye’nin başını kaldırmama oyunu’na bakalım kim dur diyecek?
Zaman, 21.11.2007
|
Mehmet KAMIŞ
22.11.2007
|
|
|
YÖK değişimi ne kadar algıladı? |
Önümüzdeki günlerde YÖK’de bir başkan değişimi daha yaşanacak.
Prof.Dr. Erdoğan Teziç’in damgasını vurduğu ya da vuramadığı bir dönem daha geride kalıyor.
Bu başkan değişimi üzerinden de dikkatler yine YÖK üzerine çevrilecek ve bu önemli kurumun yakın dönem performansı büyüteç altına alınacak.
***
Türkiye en azından son altı senedir, 2001 kriz sonrası büyük bir dönüşüm sürecinin içinde.
Türkiye’nin bu önemli toplumsal, ekonomik, siyasal dönüşümünün temel belirleyicisi dünyanın son yirmi senedir içinde bulunduğu süreç.
Dünya çok hızlı değiştiği için Türkiye de bu sürecin dışında, biraz gecikmeli de olsa, kalamıyor ve iyi ki de kalamıyor.
Gecikmenin temel nedeni de ülkemiz kurumlarının önemli bir bölümünün, başta yargı ve üniversitelerin küresel dönüşümü algılamada zafiyeti ve hatta isteksizliği.
Bu küresel dönüşüme uyumsuzluk , YÖK gibi, özünde ülkenin lokomotifi olması gereken bir kuruma dahi yansımışsa sorun daha da ciddi demektir.
***
YÖK’ün temel performans kriteri, kanımca, ülkemizin ve lisansüstü eğitimin bugünkü koşullarında, yurt dışına gönderebildiğimiz doktora öğrenci sayısı ve ülke içinde de yükseköğretim ve daha spesifik olmak üzere lisansüstü öğrenci başına yaptığımız harcamaların trendi olmalı.
Eğitim konularında en ciddi araştırmaların altına imza atan OECD verilerine göre avro ve satın alma gücü paritesi bazında ABD’de yükseköğretim öğrencisi başına yapılan harcama 17 bin avro düzeyine çıkarken, İngiltere’de 7.6 bin avro, Almanya’da 6.7 bin avro, Fransa’da 6.3 bin avro, Güney Kore’de 5.3 bin avro, İtalya’da 4.1 bin avro.
Bu gelişmiş ülkelerin yanında hatta çoğunun önünde ilginç bir ülke daha var ve bu ülke öğrenci başına harcaması 7.7 bin avroya yükselen Brezilya.
Türkiye daha bu büyüklükleri rüyasında bile göremiyor.
21. yüzyıla damgasını vuracak temel kavram küresel rekabet olacak ve bu acımasız da olabilecek rekabet ortamında yükseköğretime daha fazla kaynak ayıran ülkeler ve, adını net koyalım, ABD’de daha fazla doktora öğrencisi yetiştiren ülkeler öne çıkacak.
***
Yükseköğretimde öğrenci başına harcamayı YÖK tek başına belirleyemiyor, bu bir gerçek ama bu kurumun son yıllardaki temel kaygı ve ilgi alanlarına baktığınızda bu konunun ön planda olduğunu söylemek de pek kolay ve gerçekçi değil.
Laiklik, türban, katsayı, 367, bir rektör ve hatta öğretim üyesi tipolojisi oluşturma gibi konuların uzun bir süredir yükseköğretimden sorumlu kişi ve kurumların temel iştigal alanı olmadığını söylemek pek kolay değil.
YÖK’ün siyasal iktidarla bu ölçüde kavgalı olmasının yükseköğretime yani kamu hizmetine bir faydasının olamayacağı çok açık.
YÖK gibi bir kurumun siyasal iktidarla tek çekişmeli hatta gerektiğinde kavgalı olması gereken alan bu kamu hizmetine ayrılacak ödenek, ABD’ye gönderilecek doktora öğrencisi sayısı gibi konular olmalıydı.
Küresel değişimi çok iyi okuyamayan yükseköğretim kurumları Türkiye’ye küresel rekabette büyük maliyetler yüklüyorlar.
Star, 21.11.2007
|
Eser KARAKAŞ
22.11.2007
|
|
|
|
Son Dakika Haberleri
|
|
|
|
|