Demokratik Türkiye Partisi’nin kapatılması için hukuki süreç başladı. Başlatan, var olan kurallar gereği, başsavcı. Ama somut gerçeklik düzeyinde baktığımızda, asıl başlangıç noktasının, Genelkurmay Başkanı ve Kara Kuvvetleri Komutanı’nın bu parti konusunda söylediği sözler olduğunu söyleyebiliriz. Böyle olması normal.
12 Eylül’ün getirdiği düzeni, bugün Silahlı Kuvvetler ve Yüksek Yargı koruyor ve yaşatıyor.
Konunun hukuki tarafı beni öncelikle ilgilendirmiyor. Çünkü yapılacak yargılama, var olan yasalar, örneğin Partiler Kanunu, zaten
12 Eylül ‘hukuku’nun ürünü. Bu bakımdan, eldeki yasaların, DTP’yi veya herhangi bir partiyi kolayca kapattıracak maddelerle dolu olduğundan şüphem yok. Konu, politik bir konu. DTP’nin kapatılması gibi bir olayın, politik bakımdan yanlış olduğunu düşünüyorum.
Şunu da hemen söyleyeyim: DTP kendimi yakın bulduğum bir parti değil. Onaylamadığım, desteklemediğim birçok sözü, davranışı var (onayladığım ve desteklediklerimin yanı sıra). Ama aynı sözleri herhangi bir parti için de söyleyebilirim. DTP, herkesin bildiği gibi, ‘siyasi partiler ortamı’nda HEP’le başlamış çizginin bütün açılıp kapanmalardan sonra şimdi var olan temsilcisi. İçinde olmadığım, olmak da istemediğim bu çizginin Türkiye’de var olmasının gerekli ve yararlı olduğunu düşünüyor, bunu savunuyorum. ‘Politika’ dediğim şey de bu.
Bu dünyada pek çok yerde etnik temel farklılığından kaynaklanan sorunlar yaşanıyor. Çoğu zaman bunlar, bir ‘ulus-devlet’ olarak tanımlanmış bir ülkenin sınırları içinde cereyan ediyor; yani, bir ‘iç savaş’ mahiyeti gösteriyor. Bu ‘iç’ kavramı önemli. Çünkü sorun böyle bir sorunsa, yürürlükte bir mücadele olsa da, sonunda tarafları hoşnut kılacak bir uzlaşma ve anlaşmaya ulaşmak konusunda bir varsayım olmalıdır. Dolayısıyla, mücadele ne kadar zorlu bir şekilde yürüyor olursa olsun, bir ‘konuşma-görüşme’ kapısının sürekli açık tutulması gerekir. Bildiğimiz bir yığın berbat örnek arasında, İsrail-Filistin davası kadar beterini herhalde gösteremeyiz. İşte, orada bile, iki taraf arasında birbiriyle konuşan insanlar hep bulundu. ‘Arka koridor diplomasisi’ denilen bu süreçte ‘bükülmez ve esnemez’ İsrail devleti de zaman zaman katıldı. Taraflar bu diyaloğu devam ettiremez hale geldiğinde ‘arabulucu’ kişi veya ülkeler yardıma koştu (İsrail-Filistin davasında Norveç’in oynadığı rol biliniyor).
Görebildiğim, bilebildiğim kadarıyla, Türkiye’nin Kürt sorunu ortamında, böyle bir diyalog yok. Türkiye Cumhuriyeti’nin devleti, resmi düzeyde, PKK’yı tanımıyor. Bu normal, benzer durumların hepsinde zaten böyle oluyor. Ama resmiyet dışında açık tutulabilecek kapıların hepsini kapatmak gibi bir tavır var ki, bu normal değil.
Herkesin bildiği Sinn-Fein/IRA ilişkisi var, İspanya’daki ETA’nın Batasuna Partisi ile ilişkisi var. Başka örneklerde daha değişik sivil temsil biçimleri de olabilir; ama o değişiklik, temel olguyu, yani mücadelenin yanı sıra diyalog kapısının açık tutulması zorunluluğunu değiştirmiyor.
DTP, PKK’ya yakın durduğu için eleştiriliyor; şimdiki kapatma davasının ‘esbab-ı mucibesi’ de bu. Türkiye’de PKK’nın varlığına ve yaptıklarına tamamen karşı çıkan bir başka ‘Kürt partisi’ olsaydı dahi, ben, PKK’ya yakın, onun adına konuşabilecek bir parti, bir dernek, her neyse, bir platformun var olmasına ihtiyaç duyardım. Çünkü böyle bir olayda, süreçte, bir anlaşma, bir uzlaşma olacaksa, bu, o mücadelenin tarafı olanla ya da onun adına konuşma konumunda olanla varılacak bir anlaşma, bir uzlaşma olacaktır.
Tabii, ‘Ben hiç kimseyle hiçbir şey konuşmam’ diyorsanız, o zaman başka. Siyasetin terminolojisinde bu tavrın da bir adı var. Yalnız, adı ne olursa olsun, ‘konuşmam’ tavrının bir çözümü olduğu tarihte görülmedi.
Radikal, 18.11.2007
|