Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

1994 yanlışını tekrarlamak

“Halkımız ‘Yüce Meclis’in çatısı altında PKK barınmaktadır’ diye düşünüyor. Böyle bir düşünce halk ve bizim için rahatsızlık vericidir. Biz buna müsaade edemeyiz. Gereğini yapacağız.”

22 Şubat 1994’te Başbakan Tansu Çiller, DYP Grubu’nda böyle diyordu.

Çok değil, iki hafta sonra gereğini yaptı. 2 Mart’ta Meclis, DEP milletvekilleri Hatip Dicle, Orhan Doğan, Sırrı Sakık, Leyla Zana ve Ahmet Türk ile bağımsız Mahmut Alınak’ın, ertesi gün de DEP’li Selim Sadak’ın dokunulmazlıklarını kaldırdı.

Meclis’in kararı daha Resmi Gazete’de yayınlanmadan, hemen o gün polisin DEP’lileri yaka-paça götürmeleri demokrasi tarihimizin utanç sayfaları arasına girdi. Bu gelişmeyi PKK’nın dağlarda havaya mermi sıkarak kutladığı söylenir.

Öcalan’ın İmralı’daki ifadelerinde de itiraf ettiği gibi, PKK özellikle DEP’in denetimini tümüyle ele geçirdiği 12 Aralık 1993 kongresinden sonra stratejisini gerilimi sürekli artırarak milletvekillerinin yasal zeminden dışlanmasını sağlamak, böylece Güneydoğu halkının barışçı çözüm umutlarını söndürmek üstüne kurmuştu.

Batı’ya her gün tabutlar geliyordu. DEP genel merkezi bombalanıyordu. DEP’li milletvekili Mehmet Sincar faili meçhul bir cinayete kurban gidiyordu. İşte böyle bir ortamda Tuzla tren istasyonunda PKK’nın çöp kutusuna koyduğu bombanın patlamasıyla 3 er ve 2 yedeksubay öğrencinin şehit olması, DEP Genel Başkanı Hatip Dicle’nin “Savaşta böyle şeyler olur. Orası askeri hedefti” demesi bardağı taşıran damla olmuştu. Zaten Dicle de bardağın taşması için bu çıkışı yapmıştı.

Murat Karayalçın haklıydı

Dönemin SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın’ın “Meclis’in bu kararıyla PKK’nın provokasyonuna geliniyor” uyarıları ne yazık ki galeyan ve linç çığlıkları arasında kaybolup gitti. Yine o günlerde DEP’in 27 Mart’ta yapılacak yerel seçimlerden çekilmesiyle senaryo tamamlanmış oldu; Türkiye, terörle mücadelede en kanlı 5 yıllık döneme girdi.

Sonuç? Leyla Zana, Orhan Doğan, Hatip Dicle ve Selim Sadak 10 yıl hapiste kaldılar. Leyla Zana özellikle Batı’da “Demokrasi ve özgürlük kahramanı” ilan edildi, Avrupa Parlamentosu’nun Sakharov Ödülü’ne layık görüldü. Meclis o kararın ezikliğini uzun süre üstünden atamadı.

Ne yazık ki, 13 yıl sonra bugün aynı senaryonun bir kez daha sahnelenmek istendiğini görüyoruz.

DTP’liler hedef yapılıyor

Bir süredir DTP’li milletvekilleri sistemli bir kampanyanın hedefi durumuna geldiler. Yeniden PKK’yı Meclis’ten çıkarmak çağrıları yükseliyor, DTP’liler hakkında savcılıklarca peş peşe soruşturma açılıyor, dokunulmazlıkların kaldırılması için hazırlıklar yapılıyor. Son halka MHP’nin “Devletin ve milletin bölünmez bütünlüğüne yönelik suçlarda milletvekili dokunulmazlığının hemen kaldırılması”nı öngören Anayasa değişikliği teklifini imzaya açması oldu.

Hiç kuşkumuz yok; gelişmeleri PKK’nın dağ kadroları yine ellerini ovuşturarak izliyorlar.

Çünkü 1994 olaylarından ders almış Ahmet Türk gibi (...) ılımlıların çıkışları terör örgütünü öfkeden çıldırtıyor. Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu Başkanı Doç. Dr. Sedat Laçiner’in son derece doğru tespitiyle, DTP’lilerin bu yumuşaması, PKK tarafından “İhanetin ön işaretleri” olarak algılanıyor. Bu sapmayı kendisi açısından tehlikeli noktalara varmadan durdurmak için de DTP’lilerin Meclis’ten çıkarılmasını sağlamak istiyor.

DTP genel başkanlığına Meclis dışından birinin seçilmesi bunun ilk işareti. Kürt siyasetçi Feridun Yazar bu tercihle “Parlamentodan umut kalmadı” mesajı verildiğini belirtiyor.

Önümüzdeki günlerde bazı DTP’lilerden sivri çıkışlar gelirse hiç şaşmayın. 1994’te Hatip Dicle’nin bardağı taşıran damlası gibi, o çıkışlarla da Meclis’in bazı kelleler alması, böylece bölge halkının uzaklaşmaya başladığı PKK’ya yeniden dönmesi amaçlanacak.

Bu oyunu sadece Türk kamuoyunun olgunluğu ve siyasilerimizin sağduyusu bozabilir.

CHP lideri Deniz Baykal’ın “Meclis’te 200 kadar dosya var, tümünün dokunulmazlığını kaldıralım. ‘Şu dosyayı ayıklayalım, bunu tutalım, öbürünü tutmayalım...’ Bu bizim işimiz değil, doğru değil” yaklaşımını, AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat’ın “Meclis hiçbir zaman bir lincin vasıtası olmaz. Hukuk devletinde de böyle bir şey yoktur” güvencesini, bu çerçevede canı gönülden alkışlıyoruz.

Çünkü 1994’teki yanlışı tekrarlamak, PKK’nın tuzağına bir kez daha düşmek olur. Aman dikkat!

Sabah, 15.11.2007

Erdal ŞAFAK

16.11.2007


 

Bir milleti aşağılamadan eleştiremez miyiz?

Cumhurbaşkanı Gül’ün Suudi Arabistan Kralı’nın ayağına kadar gitmesi hem protokol hem de Türkiye’nin vizyonu bakımından tatsız oldu.

Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın Kral Abdullah ile verdikleri fotoğraf da hiç hoş görünmedi.

Peki bütün bunları ve Suudi hanedanını eleştireceğim diye günlerdir Arapları aşağılayanların yaptığı doğru muydu?

Kabul edelim ki konu Araplara gelince her türden ırkçılıktan uzak olduğunu iddia eden okumuş yazmışlarımız birdenbire kontrolsüz bir kibre kapılıyor.

Bunun üzerine bir de Osmanlı ve Orta Doğu tarihi hakkında yalan yanlış malumatın sosu dökülünce ortaya içeriği nefretle belirlenmiş ağır bir ırkçılık çıkıyor.

O zaman ne İbn Arabi’nin Kordoba’sı, Şam’ı, Bağdat’ı geliyor akla, ne de Necip Mahfuz’un Kahire’si... O zaman Arapların hepsi gözümüzde “bedevi” olup çıkıveriyor! Hem de hakaret anlamında!

Neden?

Bu konuyu artık derinlemesine irdeleyip kafamızda tartmanın zamanı gelmedi mi?

***

Araplara karşı modern Türklerde yer etmiş nefretin (ya da en hafif deyimiyle soğukluğun) etnik-psikolojik kökleri bu köşenin sınırlarını aşar.

Ama medyada da sık tekrarlanan resmi teze; “Araplar I. Dünya Savaşı’nda bizi arkamızdan vurdu” tezine kısaca da olsa yakından bakalım.

I. Dünya Savaşı sırasında İngilizlerle anlaşan Mekke Şerifi Hüseyin’in ordumuza ihanet ettiği, bazı Arap kabilelerinin savaş boyunca isyanlar çıkardığı doğrudur. Ama bu “ihanetler”in o dönem boyunca Arap dünyasında istisna özelliği taşıdığı, ezici çoğunluğun İstanbul’a sadık kaldığı batılı ve doğulu tarihçilerce genel kabul görmüştür.

Ayrıca unutulmamalıdır ki o dönem, sadece Orta Doğu’da değil, Osmanlı coğrafyasının her köşesinde milliyetçi akımların ve hareketlenmelerin başgösterdiği dönemdir.

***

Arapların “İngiliz işbirlikçisi” olması konusuna gelince... Nihayetinde ortam dünya savaşı ortamıdır.

Mesela bizim sesi yüksek, bilgisi kıt aydınlarımız görmezden gelir ama o sıralarda Osmanlı ordusunda genelkurmay başkanlığı da dahil olmak üzere birçok Alman generali görev yapmaktadır. Düşman cephedeki sömürgeci devletler de Osmanlı egemenliğindeki halkları baştan çıkarmak için ellerinden geleni ardlarına koymamışlardır.

Tabii şöyle de sorulabilir: Mesele Arapların bizi “geçmişte sırtımızdan vurmaları”ysa eğer, bu gerekçeyle Arapları aşağılayan yazar çizerler samimilerse eğer daha ne çok millete aynı muameleyi yapmaları gerekmez miydi?

Demek ki modern Türkiye’deki Araplara karşı nefret ve aşağılama yaklaşımının bambaşka ve “karanlık” dinamikleri var.

Vatan, 15.11.2007

Haşmet BABAOĞLU

16.11.2007


 

Kadeh kaldırmak nereden geliyor?

Bizde artık sorun olmaya başlayan bu “kadeh kaldırma” nedir? Ne zamandan beri insanlar karşılıklı kadeh kaldırıp “şerefe” diyorlar?

Bu adetin kesin bir başlangıç tarihi yok. Çeşitli kaynaklardan değişik bilgiler buldum. Ama kadeh kaldırmanın binlerce yıl öncesine dayandığı kesin. Hatta insanlığın en ilkel dönemlerinden kurtuluşu sırasına dayandığı bile söyleniyor.

İlkel çağdan, yani birbirlerini öldürüp yedikleri bile rivayet edilen çağlardan kurtuluş sırasında kabileler aralarında barış yaparken birbirlerinin kanını bir kadehe koyup “artık seni öldürmeyeceğim, incitmeyeceğim” anlamında gelen bir kelime söyleyip bir yudum alırmış.

Bu karşılıklı barış anlaşması ritüeli bin yıllar içinde gelişip “Ben seninle kardeşim, sana benden zarar gelmez” anlamında kullanılmaya başlanmış.

Yani kadeh kaldırmak karşı tarafa bir dostluk nişanesi olarak algılanabilir. Günümüzde içinde özellikle kırmızı şarap olması da ilk çağlarda kullanılan kanı çağrıştırması açısından görülmeli. Yani şarap içilmesinin dini anlamı hiç yok.

Yine bir başka kaynağa göre Ortaçağ Avrupa’sında verilen davetlerde kimi şovalyelerin içine zehir konulup konulmadığını anlamak için kadehlerini havaya kaldırıp bakmalarıyla başlamış bu adet. Sonra iki taraf da kadehini kaldırıp zehir incelemesi yaptıktan sonra kadehlerini birbirine vurup “güven” telkin ediyorlarmış.

Vatan, 15.11.2007

Can ATAKLI

16.11.2007


 

Evet, bazıları şarap içmez

İsrail Başbakanı Şimon Peres beni çok yadırgatan bir davranışta bulundu. Resmi toplantıda kadeh kaldıracakken su bardağını havaya kaldırdı ve ‘Bazıları şarap içmez’ diyerek şarap kaldıramadığını müstehzi bir şekilde vurguladı.

Dini kurallara bağlı bir Müslüman şarap içmiyor, bunun tartışılacak, konuşulacak bir yanı yok elbette. İnançlar söz konusu burada ve kimsenin kimseyi sorgulayacak hali yok. Hele Peres’in hiç yok. Çünkü Yahudilik’te inananların neyi içip yiyemeyecekleri öylesine katı kurallara bağlanmıştır ki; Yahudilerin şarap içmeyen bir Müslüman’ı en iyi anlayıp bunu hiç mevzu konusu bile etmemeleri gerekirdi.

Bu kurallar öylesine katıdır ki bunlara uymaya kararlı bir Yahudi’nin günlük yaşamını dikkatli olmadan sürdürmesi mümkün değildir. Birinci elden biliyorum. Washington’da hükümette görevli bazı Yahudi arkadaşlarım var. Onlarla bazen yemeğe çıkardım. Bu yemeklerde Yahudi arkadaşların mönüye şöyle bir bakıp yemek seçmeleri mümkün değildi. Her yemekte hangi sosun kullanıldığından hangi etin nasıl kesildiğine ve pişirildiğine kadar garsonu sorgularlardı. Eğer ulaşabilselerdi din adamına da sormaya hazırdılar neyi yiyebileceklerini. Bu kadar titizlik bana tuhaf geliyordu ama herkesin inanışı kendisine diyerek ben hiç sesimi çıkarmazdım. Tabii ki bu tür konularda müstehzi bir laf etmeyi katiyen aklıma getirmezdim.

Bu kadar katı kurallara ve bir inanışa sahip olan, kurallara uygun yaşadığına da inandığım Şimon Peres’in de başka inanıştan olan insanların titizliklerine karşı bir duyarlılığı olmasını beklerdim. Bu tür kurallara ben uymuyorum ama bunların katılığını ve uyulma çabasını da anlıyorum ve gayet tabii ki kendime karışılmamasını beklerken başkasına da hiç karışma arzum yok. Peres gibi inançlı bir insan, çok da kolay anlayabileceği bir duyarlılığı neden o kadar insanın önünde dile getirdi. Bunu hoş bulmadım doğrusu. Lafı ettikten sonra yanlış olduğunu mutlaka hemen kavramıştır ve eminim ki benim burada yazdıklarımı o da düşünmüştür, ama laf ağızdan çıkınca kayıtlara geçiyor tabii ki. Bunu spontane bir ağızdan laf kaçırma olarak yorumlamak ve fazla problem yapmamak belki doğrudur ama kendi inanışlarına duyarlılık bekleyen insanların başka insanların inanışlarına da duyarlı olmalarını beklemek de bizim hakkımız.

Akşam, 15.11.2007

Serdar TURGUT

16.11.2007


 

Bir tür bombaya ayarlı siyaset/ler

Bilmem hatırlayan var mı; 1980’li yıllarda batı medyasında manşetten şu tür haberler eksik olmazdı: Islamic bomb (İslam bombası). Bugünlerde İran’a yönelik sürdürülen kampanyayı hatırlatan türden yapılan yayınlar o zaman Pakistan’a yönelik sürdürülüyordu. Pakistan’ın elinde atom bombası olduğu haberleri üzerine tüm dikkatler dünyanın en tehlikeli devleti haline getirilen Pakistan üzerine yoğunlaştırılmıştı. Her ne kadar ideolojik bomba İran’ın elindeyse de nükleer bomba Pakistan’da idi.

İran, İslam devrimi nedeniyle tüm kötülüklerin kaynağıydı ve Saddam özgür dünyanın kurtarıcı fedaisiydi. Pakistan ise, Afganistan’daki “kızıl işgal”e karşı desteklenirken aynı zamanda sahip olduğu düşünülen nükleer silah nedeniyle şer odağı haline getirilmişti. Ancak, Soğuk Savaş dönemi şartlarında Pakistan’a yönelik, nükleer doktrin çerçevesinde önleyici müdahale yapılamadığı düşünülebilir.

Müslüman bir ulusun nükleer çalışma yapmasına tahammül edilemeyeceği şeklinde özetlenebilecek bu kampanya aslında başka nükleer çalışmaları perdelemekte medyatik propaganda unsuru olarak kullanıldı. Aynı dönemde İsrail nükleer güç haline gelmiş ve dünyaya haber sızmamıştı (!) Hindistan’ın da nükleer silaha sahip olması Pakistan’ınki kadar gürültü koparmayacak, nitekim 2000’li yıllarda Amerika, nükleer anlaşmayı imzalamayan bu ülkeyle işbirliğine gidecekti.

Benzer senaryonun bugünlerde tekrarlanmadığını kimse iddia edemez. İran’ın muhtemel nükleer güç olması etrafında koparılan fırtınanın ardında Pakistan’ın başına benzer bir çorap örülmesin? Pakistan’la uğraşırken İsrail hem nükleer silah sahibi olarak Ortadogudaki güç dengesini radikal biçimde alt üst etmiş, kimsenin ruhu bile duymamış; üstelik nükleer dengenin oluşmaması için Irak’ın tesislerini bombalamıştı.

Pakistan konusuna tekrar dönecek olursak; elinde bulundurduğu nükleer silah ABD’den bağımsızlaşmasına değil daha bağımlı hale gelmesi sonucunu doğuruyor. Bu paradoksal denge çerçevesinde Pakistan’da yaşanan siyasal kriz anlamlandırılabilir ancak. Bu nasıl bir silahtır ki, ülkeyi daha güvenli ve bağımsız politikalar izleme imkanı vermek yerine daha da bağımlı hale getiriyor?!

Pakistan iç siyasetini ve uluslararası ilişkilerini nükleer güç faktörü olmadan analiz etmek mümkün olmadığına göre, yaşanmakta olan krizin bu açıdan anlamı üzerinde biraz durmak gerekir. İyimser yorumlara göre, Pakistan’daki batıcı askeri elit, ABD ile ilişkilerini hiçbir zaman koparmayacaktır. Bu nedenle Amerika nükleer silahların muhtemel bir İslamcı iktidarın eline geçmesi gibi bir endişesi olmayacaktır.

Müşerrefe verilen destek de bu çerçevede değerlendirilebilir. Siyasal iktidarını garantiye almanın bedelinin farkında olan Müşerref de ABD’ye istediği desteği sağlayarak Veziristan’dan Belücistan’a kadar olan bölgede el-Kaide ve Taliban’la mücadele adına Amerikalıların askeri operasyonlarına göz yummuş ya da onlar adına çatışmaya girme riskini kabul etmiştir.

Tam bu noktada ikinci senaryo devreye giriyor. Amerika aslında Veziristan’da el-Kaide ile savaşmıyor, Pakistan’ın bölünmesini derinleştirecek, hatta uzun vadede Balkanlaşmasını mümkün kılacak bir süreci işletmeye hazırlanıyor. Bu süreç, kaosa girmiş bir Pakistan’ın yine kendi desteği ile işbaşına getireceği generaller eliyle nükleer silahlarının elinden alınmasıyla sonuçlanacak. Eski bir istihbaratçı olan ve stratejik analizleriyle tanınan A.H.Amin, Afganistan’ın tıpkı İsrail’in Irak’ı vurması gibi Amerika’nın Pakistan’ın nükleer silahlarını elinden almak için askeri üs işlevi gördüğünü iddia ediyor.

Bu tür senaryolara bakılacak olursa yarınlara dair hiçbir umut ışığı yok demektir, tıpkı her gün bir yenisinin üretildiği Ortadoğu gibi. Ancak bu senaryoda dikkatten kaçmaması gereken iki temel husus var. İlki, nükleer silahlar Pakistan’ın elinde olduğu müddetçe iç siyaset de buna bağlı olarak şekillenecek ve Amerika bu silahları almak için her türlü tedbiri (!) almaktan çekinmeyecek.

İkinci husus, terörle mücadele adına kendi sınırlarına dahil Peştun bölgelerinde çatışmanın içine çekilen Pakistan ordusunun bu operasyonları ülkenin bölünmesine zemin hazırlamakta olduğu ihtimalidir. Kuruluşundan bu yana özel statüde kendi geleneksel hayat ve idare tarzlarını sürdüren bölgelere yapılanan ve aşiretlerin devletle karşı karşıya gelmesine neden olan ortam bu bölgelerin siyasal olarak kopmasıyla sonuçlanabilir. ABD Taliban’la mücadele adına bu bölgede uluslar arası bir boşluk oluşturmuş bulunuyor. Bunun vahim sonuçlarıyla önümüzdeki günlerde karşılaşırsak şaşmamak gerekir.

Pakistan konusunda birkaç yazıya yer ayırmamızın nedeni sadece Müslüman bir cografyada neler olup bittiğine dair ilgiden ibaret değil kuşkusuz. Türkiye’nin bu senaryolardan kendi payına neler düştüğünü hatırlatmaya bir katkısı olabilir. Mesela Pakistan’la İsrail’i barıştırmakla övünen hükümetin, Abbas’la Perez’i bir araya getirdiği günlerde Kuzey Irak tuzağına çekilmesinin maskeli baloyu hatırlatan bu dostluk gösterileriyle ilişkisini kurabilir miyiz?

Yeni Şafak, 15.11.2007

Akif EMRE

16.11.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri