Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 01 Ekim 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

AB, başörtüsü yasağını anlamakta zorlanıyor

Yarım metrekarelik bir kumaş yıllardır Türkiye’nin önemli gündem maddesi olmakla kalmadı, anayasa tartışması da bu kumaş parçasının gölgesinde süreceğe benziyor.

Mesele sadece anayasa kapsamında değil Türkiye’nin AB ve Avrupa Konseyi ilişkilerini de kapsayan bir boyutta tartışılıyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bu konuda vermiş olduğu kararın ilginç yorumlarını ve hatta Başörtüsünün “AB Müktesebatı”na ters düştüğü ve bu yüzden müzakerelerin bile durdurulacağı iddia ediliyor. Türkiye basını sayesinde AB Müktesebatı’nın derinliklerini öğreniyoruz Brüksel de, başka bir deyişle bu tartışmada her şeyin mubah olduğunu.

Her neyse, başörtüsü veya Türban üzerine süren bu kısır tartışma anayasa gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin politik ve kurumsal temelini oluşturan bir konuda, çok daha önemli ve Türkiye’nin geleceğini, dirliğini, bireylerin hürriyet ve haklarını, kurumlar arası denge ve ilişkilerinin gözden kaçmasını ve derinliğine tartışılmasını engelleyecek gibi görünüyor. Dikkatli bakıldığında AKP için uzmanların hazırladığı “taslak”, bireylerin hürriyetleri hakkında bile oldukça ileriye giden kısıtlamalar getiriyor ve 1982 Anayasası’nın ruhundan tam anlamı ile kurtulmuş görünmüyor. Bu yüzden “başörtüsü” veya “türban” konusunda süren “yasak” tartışması Türkiye’nin gerçekten ihtiyacı olan hürriyetçi bir sivil anayasa sürecini gölgelemekle kalmıyor, bu konuda esas tartışılması gereken inanç hürriyeti ile ilgili anayasal haklar bile gündemde değil. Kısaca Türkiye bugün bırakalım anayasayı geniş anlamda tartışmayı, temel hak olan, olması gereken inanç hürriyeti bile tartışılmıyor. Tartışılan, başörtüsü üniversitelere girerse Brüksel’e doğru yola çıkmış olan Türkiye treninin Tahran istikametine döneceği ile ilgili. Ağaçlara bakarken ormanı göremiyoruz gibime geliyor. Derinlemesine tartışılması gereken “başörtüsü meselesi” ve temel hak olan inanç hürriyetine, bu konunun AB ülkelerindeki durumuna gelmeden, sürmekte olan “sivil anayasa” tartışmasına değinmek istiyoruz.

Seçimlerden büyük bir toplumsal destek’le çıkan AKP’nin “sivil anayasa” tartışmasını başlatmış olması, bu siyasi partinin Türkiye’nin sorunlarını en iyi izleyen ve toplumun nabzını en iyi tutan bir hareket olduğunu gösteriyor. “Sivil anayasa” tartışması, bazı politikacıların anlamakta zorluk çektikleri ve “nerden çıktı” diyerek, gereksiz deseler de, Türkiye’de 1980’lerden beri tartışılan bir konu. Pek yeni olmayan bu tartışma özellikle sol ve liberal kesimler tarafından yürütüldü uzun yıllar. AKP’nin bu tartışmaya girmesi nerede ise kuruluşu ile başladı diyebiliriz. Özünde AKP Avrupa Birliği’ne doğru yola çıkmış Türkiye’nin temel gereksinimlerinden birini, yani soldan gelen köklü bir anayasa reformu tartışmasını gündemine alarak bir nevi “avantgarde” konumuna girmiştir. AKP “sivil anayasa” tartışmasında 22 Temmuz seçimlerinden daha geniş bir toplumsal destek bulacağı gibi, AB dahil uluslararası tüm kurum ve demokratik akımları da arkasında bulacaktır.

Türkiye’yi bir korset gibi sıkan, düşünce hürriyetinden tutun, nerede ise tüm temel hak ve hürriyetleri devlet için bir tehlike kaynağı algısı ile hazırlanmış 1982 Anayasası ile Türkiye’nin çağdaş anlamda demokratik bir ülke olması mümkün değildir. Her satırından 12 Eylül 1980 askerî darbesinin ruhu hissedilen bugünkü Anayasa, Türkiye’de dirlik ve hürriyetin kaynağı değil, sürmekte olan politik ve toplumsal krizin kaynağını oluşturmakta, Türkiye’nin çağdaş demokratik bir ülke olmasını engellemektedir. AKP’nin bu girişimine sendikalar yanında TESEV, TÜSİAD gibi sivil toplum kuruluşları da destek veriyorsa, Türkiye’nin bu gereksinimini hissettikleri içindir. Türkiye’nin dirliği ve geleceği için yeni ve sivil bir anayasa gereklidir.

Başörtüsü meselesi ile ilişkilendirilen gerilime rağmen bu sürecin iyi başladığını düşünüyoruz. Zira anayasa gibi Türkiye’nin temel taşlarını irdeleyen bir konuda gerçekleşmesi gereken ilk süreç geniş toplumsal tartışmadır. AKP isteyerek veya istemeyerek “sivil anayasa taslağı” ile bu tartışmayı başlatmış ve fikir ve eleştirilerin geniş kitleler tarafından dile getirilmesine olanak vermiştir. Bu tartışma ve karar sürecine toplumsal katılım ne kadar geniş olursa, yeni anayasa o kadar Türkiye’nin gerçeklerini yansıtır ve toplumsal denge unsuru olur. Mümkün olan en geniş toplumsal uzlaşma ancak geniş bir toplumsal tartışma ve katılımla mümkündür.

Bu bakımdan Türkiye şanslıdır diyebiliriz. Son seçimlerle artık Türkiye’de temsil gücü oldukça yüksek bir Parlamento mevcuttur. Önceki Meclis’ten farklı olarak, nerede ise tüm politik akımların az veya çok temsil edildiği Büyük Millet Meclisi yeni anayasa’yı hazırlamak için en sağlıklı kurumdur. Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem yeni Medeni Kanun’un hem Ceza Kanunu’nun hazırlanmasında gösterdiği topluma açık ve şeffaf işlerliği anayasayı hazırlarken daha hassas bir şekilde uygulamalıdır. Ancak bu şekilde tüm toplumun siyasi katılımını sağlanmış olur. “Kurucu meclis” fikri, siyasi partileri aşan kurumların da doğrudan etkinliğini sağlayabilmesi açısından sempatik de olsa seçilmiş bir meclis olmadığı için demokratik değildir. Türkiye’de askerî darbe sonrası olağanüstü bir durumun çözüm ürünü olduğu “kurucu meclis”in negatif bir tarihi de vardır. Büyük Millet Meclisi yeni anayasa tarafından güçlendirilmesi gereken bir kurumdur. Anayasa yapıcı özelliği bir “kurucu meclis”le törpülenirse, kurum olarak yıpratılmış olur. “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi sadece doğrudan seçilmiş Meclis’le gerçekleşebilir. Meclis’in hazırladığı ve kabul ettiği anayasanın halk oylamasına sunulması “doğrudan demokrasinin” uygulanması olduğu gibi anayasal ilkelerin toplumun geniş kesimleri tarafından tekrar tartışılmasına olanak verebilir. Umarız temel hak ve hürriyetleri düzenleyen yeni anayasa derinliğine tartışılır önümüzdeki aylarda. Bu kapsamda inanç hürriyeti şüphesiz oldukça önemlidir.

İnanç hürriyeti Avrupa Birliği’nde en önemli temel haklardan birini oluştururken, “türban” meselesi de en çok tartışılan sorunlardan biridir. Mesela Alman Anayasası’nda inanç hürriyeti dördüncü madde ile güven altına alınırken “düşünce hürriyeti” beşinci maddede düzenleniyor. İnanç ve din özgürlüğü AB Temel Haklar Şartı’nda da nerede ise Almanya Anayasası ile örtüşen kelimelerle güvence altına alınıyor. Bu konuda AB ülkelerinde sorunlar bu hürriyetin özünde değil aşırı tarikat ve yeni dinler gibi oluşumlarda veya cami inşaatı gibi kiliselerin sıcak bakmadığı konularda yaşanıyor. Fakat bu hürriyet mesela cami yapımında olduğu gibi idari düzeyde, minarenin yüksekliği gibi konularda yaşanıyor. Azınlıklar her konuda olduğu gibi bu konuda da sorunlarla karşılaşıyor. Bu sorunlara rağmen camiler yapılıyor ve insanlar inançlarını yaşamakta pek engellenmiyorlar. Bireylerin inanç ve ibadet hürriyetine saygı Avrupa demokrasilerinin en temel taşlarından biridir ve özüne dokunulmaz bir konumdadır.

Türban meselesi bu kapsamda sorun teşkil eden “uç” konulardan birini oluşturuyor AB ülkelerinde şüphesiz. Özellikle okullar ile ilişkili olarak AB ülkelerinin tümünde türban sorunu yaşanıyor diyebiliriz. Bugünkü uygulamalarda İsveç’te ilkokullarda bile türban, hatta çocukların çarşaf ve peçe ile sınıflara girmelerine izin verilirken, Fransa’da ilk ve ortaöğretimde “foulard” yasaklanmış bulunuyor. Almanya’da türban tartışması ilk ve ortaöğretimde öğrencilere yönelik olarak değil, öğretmen ve kamu çalışanları ile ilgili sürüyor. Burada sorulan soru “Örnek olması gereken öğretmen, dinî bir sembolle sınıfa girmeli mi?” şeklinde. Türban, çarşaf, peçe, gibi çeşitli inanç icabı giyimler İngiltere’de de eğitim kurumlarını ve mahkemeleri meşgul ediyor. Konuya liberal ve hoşgörü ile yaklaşan Orta ve Kuzey Avrupa ülkelerinde bile, okullar özel bir “kıyafet düzeni” ile peçe gibi aşırı giyimleri kontrol etmeye çalışıyorlar. İsveç’te mesela sınıflarda ders sırasında öğrencinin öğretmenle diyaloğu için, yani “pedagojik bir gerekçe” ile açılmak zorunda bırakılıyor. AB üyesi ülkelerde tartışılan bu konuda ortak bir yaklaşım bulunmazken giderek şekillenmekte olana iki “norm” ortaya çıkıyor. Birinci norm türbanın eğitimde ve genel olarak kamu yaşamında düzenlemeye gidilmesi, fakat bu düzenlemenin ortak bir norm olarak değil her ülkenin kendi din-devlet ilişkisi kapsamında şekillenmesidir diyebiliriz. Din ve devlet ilişkisini, başka bir deyimle ayrımını dile getiren “séculartité” her ülkede farklı uygulandığı gibi, toplumda etkin olan hoşgörü geleneği de başörtüsü konusundaki uygulamayı etkiliyor. İkinci “norm” diyebileceğimiz konu hiçbir AB ülkesinde üniversitelerde başörtüsüne yönelik bir uygulamanın bulunmamasıdır. Bu kurumların özerkliği bu konuda önemli olsa da, artık 18 yaşını geçmiş bir insanın inancından kaynaklanan bir gerekçeden ötürü başını örtmek ihtiyacını duyuyorsa, bunu engellemenin düşünülmemiş olmasından kaynaklanıyor. Zira giyim ve yaşamı kapsayan bu konu inanç hürriyetini de aşan, bireyin genel olarak kişilik haklarını kapsayan bir boyut oluşturuyor ve kimsenin his, duygu ve yaşamını zedelemiyor başörtülü genç bir kadın.

İşte bu yüzden Türkiye’de sürmekte olan “başörtüsü” veya “türban” tartışması biraz “norm dışı” veya Türkiye’ye özgü bir şekilde sürüyor ve Avrupa’da pek anlaşılmıyor, farklı ve çoğu zaman çelişkili yorumlanıyor. Biraz yakından baktığımızda Avrupa’daki tartışma Türkiye’ye örnek oluşturmasa da ışık tutacak içerikler taşıyor. Kısa geçmek istediğimiz, kadınları kapanmaya zorlayan ve bu açıdan başörtüsünü kadını dışlayan, ezen bir sembol olarak algılayan, özellikle feminist hareketler bulunsa da, genel olarak başörtüsü konusunda hoşgörülü bir yaklaşım etkin durumda. Türkiye’de kadın hakları garanti altına alındığı ve başörtüsü bireylerin hür iradeleri ve her türlü toplumsal baskıdan yoksun bir ortamda gerçekleştiği sürece, benzer bir hoşgörünün Türkiye’de etkin olması sorun oluşturmayabilir. Temel çelişki de zaten burada yatıyor. Türkiye’de süren oldukça radikal yasak uygulamanın özünü “türbansızlığa” uygulanabilecek baskı korkusu oluşturuyor. Türkiye’nin AB hedefi bu korkuyu aşmak için önemli bir süreç olsa da, yeterli değildir şüphesiz. Avrupa’da başörtüsü ile ilgili sınırların tartışılması ve bu konudaki mahkeme kararları da Türkiye’deki tartışmaya ve çözüm arayışına ışık tutabilir, şayet bu tartışma sağlıklı sürer ve ilgisiz, AB Müktesabatı’nı da zorlayan düzme haberler temelinde tartışılmazsa. Başörtüsü konusunda birçok mahkeme kararı bulunuyor Avrupa’da. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Almanya Anayasa Mahkemesi’nin bu konuda vermiş olduğu kararlar her bakımdan yakından irdelemeye ve incelemeye değer.

Türkiye’den gelen başvurularla ilgili Leyla Şahin davası olarak bilinen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararı Türkiye’de ne yazık ki dar bir kapsamda tartışıldı. Zira bu mahkeme kararının AKP’nin iktidarda olduğu Türkiye için bir uzlaşmanın altyapısı olması umulurken, mahkeme bu konudaki sorumluluğu Türkiye’ye bıraktı. Başörtüsü konusunda eski kararlarına benzer bir tutum sergileyen mahkeme, Türkiye’nin uygulamakta olduğu üniversitelerdeki başörtüsü yasağında insan haklarını ihlal eden bir durum görmedi. İsviçre’ye karşı Lucia Dahlan davasında da mahkeme 1998 yılında başörtüsüne karşı aynı tavrı sergilemişti. Yüksek Mahkeme, Türkiye’nin toplumsal huzuru bu tür bir sınırlamayı gerektiriyorsa, bunu kanun çerçevesinde yapabileceğine karar verdi. Bazı kesimlerin düşündüğü gibi başörtüsü insan haklarını ihlal eden bir semboldür demedi. Türkiye yeni anayasası ile farklı bir uygulama yapar ve yeni sınırlar getirirse bu İnsan Hakları Sözleşmesi açısından sorun teşkil etmeyecektir. Nitekim Yüksek Mahkeme, İsveç gibi ileriye giden ve ilkokullarda bile peçeye izin veren bir uygulamaya yorumlarında bile değinmemiştir.

Yeni sınırlar açısından ise Almanya Anayasa Mahkemesi’nin kararı ışık tutar niteliktedir. Öğretmenlik mesleğinden menedilen Afganistanlı bir bayanın Baden-Würtenberg eyaletine karşı açtığı dava Anayasa Mahkemesi’ne kadar yansıdı ve bu konuda tarihi diyebileceğimiz bir kararla sonuçlandı. Eyaletin yasağını kaldıran Anayasa Mahkemesi, başörtüsü ve okulların dinî semboller konusundaki uygulamalarına ışık tutmaktadır. Anayasa Mahkemesi, başörtüsünün haçtan farklı olarak kendi başına dinî bir sembol olmadığını araştırmalara atıf yaparak belirlerken, başörtüsünü inançlarından ötürü taşıyan insanların da genel olarak köktenci olduğunun iddia edilemeyeceğini söylüyor. Alman Anayasası’nın dördüncü maddesine, yani temel haklardan inanç ve din hürriyetine atıf yaparak, bir insanın sadece inancı gereği taşımak istediği başörtüsünden ötürü mesleğinden men edilemeyeceği ve dini sembollerin okulda yasaklanmasının ise ancak bir kanun çerçevesinde mümkün olabileceğini söylüyor. Okullarda dini semboller konusunda hazırlanacak bir kanunun da sınırlarını belirleyen hakimler, yasak veya iznin bütün din ve inançları eşit kılması gerektiğini, yani başörtüsünü yasaklayıp, haç takılmasının mümkün olmadığını ima ediyorlar. Yine Almanya Anayasa Mahkemesi, okullarda dinî sembol haç’ın kullanılamayacağı konusunda bir karar almıştı. Devletin bir kurumu olan okulun tarafsız olması gerektiğini ve din ve inanç hürriyetinin kurumlar için değil, bireyler için geçerli olduğunu belirlemişti. Bu saptama rektörlerin çıkışı açısından ilginçlik taşıyor.

Başörtüsü konusunda AKP’ye yapılacak en büyük eleştiri belki de bu konuyu uzun yıllar “sorun değil” tavrı ile tartışmaktan kaçınmış ve kafaların berraklaşmasını sağlamamış olmasıdır. Cumhurbaşkanlığı seçimi ile su yüzüne çıkan bu konu, anayasa tartışmasını zehirler nitelikler taşımaktadır. AKP Türkiye’ye özgü, Türkiye’nin tarihi, toplumsal yapısı, coğrafyasını da gözeten bir “séculartité” anlayışının anayasaya taşınmasını sağlayabilir ve olayı sadece bir “başörtüsü sorunu” olmaktan çıkarırsa, bu konuda başarılı bir süreci gerçekleştirir. Bu da sadece geniş toplumsal bir tartışma ile mümkündür. Türkiye’de ne yazık ki kafalar bu konuda berrak olması gereken yerlerde bile oldukça karışık bir durumdadır. Başörtüsünü serbest kılan; fakat mesela peçeye sınır koyan (...) bir uygulama çözüm olabilir Türkiye için. Eğitim politikasında imam hatiplerin de durumunu düzenleyen bu okulları nitelik ve nesnel gerçek meslek lisesi konumuna çeken, Türkiye’de Müslümanlar dışında din ve inançları da gözeten genel bir reform bu sorunun çözümünü şüphesiz kolaylaştırır. Umarız sivil anayasa tartışması bu yarım metrekarelik kumaş parçası ve “yasak” ruhlu 1982 Anayasası’nın gölgesinden kurtulup, kelimenin özü ile örtüşen gerçekten “sivil” bir anayasa gerçekleştirir ve Türkiye’nin yeni ve demokratik ufuklara doğru önünü açar.

Ali YURTTAGÜL

Avrupa Parlamentosu Yeşiller

Grubu Siyasî Danışmanı

Zaman, 27.9.2007

01.10.2007


 

Laiklik için hukuktan vazgeçilir mi?

Yazımın aslında sonunda söylemem gereken bir temel önceliği ifade ederek yazıya başlamak istiyorum; Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasa’nın ikinci maddesinde ifadesini bulan üç temel ilkesi var, bunlar demokrasi, laiklik ve hukuk devleti ilkeleri ve bu ilkeler arasında öncelik, önem sıralaması yapmak, bu kavramlardan birini diğerlerinden daha önemli, daha yaşamsal gibi göstermek Türkiye’ye yapılabilecek en önemli kötülüklerin kanımca başında gelir.

Bizler kendi ülkemize daha maksimalist yani büyük hedefler koyan bir gözle bakıyoruz, örneğin hukuk devleti, demokrasi ilkelerinin tahrip olduğu bir laik rejimin uğrunda mücadele edilecek bir hedef olduğuna inanmıyoruz; keza laik devletin de hukuk devleti ve demokrasi ilkeleri için ön koşul olduğunu söyleyegeliyoruz.

Bu işin özü şu: Demokrasi, laiklik ve hukuk devleti ilkeleri ancak ve ancak evrensel bir çerçevede beraber yaşama geçtikleri ölçüde anlam kazanıyorlar; bu ilkelerden birinin diğerinden daha önemli olduğu bir rejim olsa olsa despotik bir rejim olabiliyor.

Bir hukuk devletinin en önemli kurumlarının ilk sıralarında yeralan Yargıtay, Başkanlar Kurulu marifetiyle kamuoyuna yeni hazırlanacak anayasaya ilişkin bir duyuru yaptı.

Aynı kurumun, yani Yargıtay’ın bir ceza dairesi de (8. Daire) daha onbeş gün önce iki profesör hakkında basına ‘ifade özgürlüğüne fren’ olarak yansıyan hukuk tarihimizde nasıl anılacağı kuşkulu bir karar verdi.

Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun iki gün önceki basın duyurusu ve onbeş gün önce üretilen Oran-Kaboğlu kararı birlikte incelendiğinde ve benim de yazımın başında ifade etmeye gayret ettiğim görüş yani Cumhuriyet’in temel ilkeleri arasında önem hiyerarşisi kurulamayacağı gerçeği doğrultusunda ortaya ilginç bir hukuk ve Yargıtay manzarası çıkıyor.

Yargıtay Başkanlar Kurulu duyurusunun ‘Bilinmelidir ki’ diye başlayan bölümünün birinci paragrafında Anayasa’nın başlangıç bölümünün laik Cumhuriyet’in dayanağını oluşturduğu ifade ediliyor ve söz konusu başlangıç bölümünün etkisiz hale getirilmesi endişesi dile getiriliyor.

Yazımın başında da belirttiğim gibi, Cumhurbaşkanlığı, Yargıtay, Anayasa Mahkemesi gibi çok temel kurumların ‘laik Cumhuriyet’ vurgusu bende hep bu ilke uğruna demokrasi ve hukuk devleti ilkelerinden her an vazgeçilebileceğine bu temel kurumların zımmi bir destek verebileceği kanısı, sanısı yaratıyor ve bu durumu çağdaş Türkiye perspektifi için son derece tehlikeli buluyorum.

Anayasa’nın başlangıç bölümü de bence çok kötü kaleme alınmış ve 1982 ruhunu çok iyi yansıtan bir metin; Anayasa’nın değiştirilemez ikinci maddesinde ifadesini bulan demokrasi, laiklik ve hukuk devleti kavramları varken, Cumhuriyet’in dayanağını başka yerde aramanın mantığını kavramakta çok zorlanıyorum.

Ama, Oran-Kaboğlu kararını okuduğunuzda Yargıtay’ın, mevcut Anayasamızın 90. maddesinin son paragrafını pek ciddiye almadığı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Handyside kararını sanki hiç duymamışlar gibi davrandığını görüyor ve bundan endişe duyuyoruz; Yargıtay’ın aynı zamanda gözardı ettiği başka bir konu da, en az bunun kadar önemli, kendi içtihatı zira Yargıtay’ın Taş kararı (yanılmıyorsam Haziran 2004) ünlü Handyside kararını (AİHM) Yargıtay içtihadına tercüme eden bir karar niteliğinde.

Son Başkanlar Kurulu Duyurusu ve Oran-Kaboğlu kararı beraber incelendiğinde aslında Yargıtay’ın, Taş kararı ve Anayasa’nın amir 90. maddesi dışında, tutarlı olduğu, laiklik ve Anayasa’nın Başlangıç bölümündeki bazı değerlendirmeleri yine aynı Anayasa’nın ikinci maddesinde ifadesini bulan hukuk devleti ve demokrasi ilkelerinin önüne taşıdığını görüyoruz.

Oysa, çağdaş bir devlet demokrasi, laiklik ve hukuk devleti ilkelerinin beraberce, birbirlerini öncelemeden yaşama geçebildiği devlettir; hukuk devleti ve demokrasinin laikliğe zarar üretebileceği görüşü ise ya kasıtlı ya da zavallı bir görüştür.

Star, 30.9.2007

Eser KARAKAŞ

01.10.2007


 

Çare, dindar aydın yetiştirmek

Mardin Hoca’nın benzetmesi Meclis Kulisi’nde de işlendi. SkyTürk’te İsmail Küçükkaya’nın konuğu Prof. Dr. Hasan Onat idi. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi, “Türkiye’de Din-Siyaset İlişkisi”ni mükemmel yorumladı. Onat’ın söylediklerini özetle bile olsa izlemeyenler için aktarmak istiyoruz:

“Aydınların dine karşı tavırları, tabanda tepki gördü. Sonunda bu kesim, bazı siyasileri cezalandırdı. Seçim sonuçlarının yorumu budur. Türkiye Dindar Aydın yetiştirmedikçe, her seçim daha beterini getirecektir. Din, kültürümüz için kilometre taşıdır. Bunu herkes kabul edip, stratejisini buna göre yapmak zorunda”

Üstünde önemle durulması gereken ‘Dindar Aydın yetiştirme’dir. Eğer siz seçim meydanlarına ‘Alnı secde görmemişler’ ve de ‘Cenazeyi alkışlayanlarla’ çıkmaya devam ederseniz, bugünkü seçim sonuçlarını bile bulamayacak hale gelirsiniz.

Akşam, 30.9.2007

Burhan AYERİ

01.10.2007


 

Gazi Paşa ve yazarlar

Köşe yazarının muhalif ruhlusuna diyecek lafım yok..

Bunlarla hiçbir devrin hükümet adamları başa çıkamamıştır.. Atatürk’ümüz hariç..

Rahmetli Gazi Paşa, laf anlamaz muhalif yazar kısmını adam etmek için güzel bir yol bulmuştu..

Rahat battığından aykırı giden köşe yazarlarını arada bir toplatır “Gelin bakalım.. İstiklâl Mahkemesi’nde görülecek davanız var..” deyip jandarmaya verirdi..

Jandarma bu “laf anlamaz ormancı” takımını mahkemenin kurulduğu vilayete bazen yayan bazen trenle götürür, savcıya teslim ederdi..

Mahkeme başkanı da önce bunları “asacak” gibi yapar, iyice korkuttuktan sonra “beslemek” kararı verirdi..

Üç beş yıl sürgün cezası yiyen yazarlar sevinçten birbirlerini kucaklarlardı..

Gazi Paşamız da bir eşref saatinde hepsini affeder, evlerine yollardı..

Ne kadar muhalif ruhlu yazar varsa mum gibi olur, akılları başlarına geldiğinden güzel yazılar yazarlardı.. Demokrasinin güzelliği bu işte..

Sonra birinin aklına esti.. İstiklâl Mahkemeleri’ni kaldırdı..

Ondan itibaren de muhalif köşe yazarlarının huyları yine bozuldu..

Yazının içine iki satır sokuşturup, oturdukları yerden koskoca Gazi Paşa’mızı ayar ediyorlardı..

Hele bunlardan biri vardı ki bir elli beş boyunda bir adamdı.. Alttan ölçsen bir karış.. Üstten ölçsen bir karış..

Gazi Paşa’mızın siniri dayanmadı, karşılaştığı bir yerde adamı “Bu memleketten çek git.. Ben hayattayken sen yazı yazamazsın.. Seni toprakaltı yaparım..” diye azarladı..

Adam kaçıp Amerika’ya gitti.. Gazi Paşa öldükten sonra gelip yine yazılar yazdı.. Bu kez Atatürkçü olmuştu..

Vatan, 30.9.2007

Selahattin DUMAN

01.10.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri