Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 22 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Asıl tehlike nedir?

Gazetelerin dünkü birinci sayfalarında, yargı büyükleriyle üniversite rektörlerinin sivil anayasa konusundaki zehir zemberek çıkışlarını okuyunca, 27 yıl önceki o tören gözümün önünden bir film şeridi gibi geçti.

Tarih, 18 Eylül 1980.

Tank sesiyle yeni uyanmıştık.

Darbe altıncı günündeydi.

TBMM Şeref Salonu.

Bütün devlet orada.

Dikkatle izliyorum.

Başta Evren Paşa, askeri cuntanın üyeleri yan yana dizilmiş, biraz fazla süslü püslü üniformalarıyla ayakta put gibi duruyorlar.

Balkonda, Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası Beethoven’ın Kader Senfonisi’ni çalıyor.

Darbe, kutlamaları kabul ediyor.

Yüksek yargı organlarının üyeleri, üniversite rektörleri sıraya girmiş, daha altı gün önce parlamentoyu kapatarak parti liderlerini hapsetmiş darbecileri tebrik ediyorlar.

İlginç bir görüntüydü.

Demokrasi adına da hazindi.

Asker-yargı-üniversite...

Bu ittifak yaptı, 12 Eylül askeri yönetiminin anayasasını. Demokrasinin kolunu kanadını kırarak Türkiye’nin sırtına bir deli gömleği gibi giydirilen 1982 Anayasası, bu ittifakın ürünüydü.

Dün gazetelerin birinci sayfalarını okurken yine o töreni ve milletin oyuyla seçim sandığından çıkana öteden beri hiç güvenmeyen o ittifakı anımsadım.

Rektörler konuşuyordu.

Başsavcı konuşuyordu.

‘Sivil anayasa’ya kırmızı kart çakılıyor, üniversitelerde türban yasağının kaldırılması halinde AKP’nin de Refah ve Fazilet gibi kapatılabileceği söyleniyordu.

Kısacası:

Yargı ve üniversite aba altından sopa gösterisi yapıyordu.

Nedir bunların anlamı?..

Düşünmeye çalışın.

‘Çankaya Savaşı’nın devamı mı?

Mitinglerin devamı mı?

367’nin devamı mı?

27 Nisan’ın devamı mı?

22 Temmuz’la 28 Ağustos’tan kaynaklanan hayal kırıklıklarının yaratabileceği yeni bir 28 Şubat hazırlığı mı?

Düşünmeye çalışın.

Eğer 22 Temmuz ve 28 Ağustos’ta vücut kimyanız bozulduysa, biraz tatil yapıp kafanızı dinleyin.

Yoksa bu gidişle, Türkiye’nin gündemini bulandırmak isteyen, Türkiye’ye hedef şaşırtmak isteyenlerin bir kez daha yöneldikleri ‘psikolojik savaşlar’ın gönüllü ya da gönülsüz aleti olacaksınız.

Geçmişte yaşandı bu.

Ders almadık mı?..

Bugün bu ülkede demokrasi kavgası yaşanıyor. Sivil anayasa da bu mücadelenin parçası.

Oysa, Türkiye’nin yüzde 80 küsurunu temsil eden bir parlamento var. İktidarda, oyların yüzde 47’sini almış bir partinin tek başına kurduğu bir hükümet var.

Herşey meşru.

Parlamentonun da, hükümetin de meşruiyet tabanı son derece geniş ve sağlam. Böyle bir parlamento mu anayasa yapamaz? Böyle bir hükümet mi yeni bir anayasa önerisiyle ortaya çıkamaz?

Anayasaları bu ülkede sadece darbeciler ile onların sivil müttefikleri mi yapacak? Üniversitede türban yasağının kaldırılmasını istemek, parti kapatma nedeni mi sayılacak? Bunun için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları bile koca koca hukukçular tarafından çarpıtılacak mı?

Ayıp, geçelim.

Türkiye’yi Malezya’ya benzetmek, Türkiye’yi İran’la, Cezayir’le mukayese etmek, hiç kuşkunuz olmasın, Türkiye’yi ve modernleşme tarihini küçümsemektir, bu ülkenin gelişmişliğini fena halde hafife almaktır.

Altını çiziyorum:

Türkiye’de dinci darbe tehlikesi yoktur.

Ama böyle bir senaryoyu sabah akşam medyada ısıtanlar, sivil asker başka darbeleri tetikleyebilecek psikolojik kampanyaların aleti durumuna düşebilirler.

Asıl tehlike budur.

Milliyet, 21 Eylül 2007

Hasan CEMAL

22.09.2007


 

Ufuktaki krizin önü nasıl alınır?

Devlete dair iktidar mücadelesi, sürekliliğiyle, şiddetiyle, kriz potansiyeliyle Türkiye’nin her zaman temel gündem maddesini oluşturur…

Malum bu mücadele 2007 baharından itibaren, Türk demokrasi tarihinin belki de en kritik siyasi hesaplaşmasına dönüştü.

AK Parti’nin Çankaya üzerinde iktidar alanını genişletmesi ihtimaliyle tetiklenen bu kavga, 27 Nisan Muhtırası, 22 Temmuz Genel Seçimleri gibi aşamalardan geçti.

Nihai olarak toplumun devreye girmesi, özetle yeni bir meşruiyet dalgası, bir ölçüde normalleşme sayfasını açtıysa da, biliyoruz ki, çatışma ortadan kalkmadı.

Askeri zevatın benimsediği “kontrollu gerginlik politikası”, Çankaya’yla kurduğu “çatışma”yı simgeleyen sınırlı ilişkiler bunun açık bir kanıtı…

Kaos çarkı hızlı döner…

Nitekim Türkiye bir kez daha, “üstü örtülü gerginlikten açık gerginlik suları”na doğru hızla seyrediyor.

Çatışma çatısını yükselten “yeni anayasa tartışmaları”dır…

Daha doğru bir vurguyla, yeni anayasa tartışmaları, kimi aktörler tarafından çatışmayı yükseltmek için kullanılmaktadır…

Anayasa, laiklik, vatandaşlık, haklar, özgürlükler, üniversitede tesettür, askerin sistemdeki yeri gibi sorunların altını çizdiği, bunlara yeni çerçeveler getirdiği oranda, devlet aktörleri, yeni anayasa meselesini iktidar mücadelesinin yeni bir merhalesi olarak görmekte, dahası bir manivelası olarak algılamaktadır.

YÖK’ün dün yaptığı açıklama, ardından Cumhuriyet Başsavcısı’nın beyanatı bu durumun açık kanıtları...

Devlet aktörleri, “değişmezler üretmek, kimi tutum ve yasakların kalıcılığını sağlamak üzere yeni araçlar arıyorlar.”

Anayasanın kimi maddelerinin hiçbir koşulda, bir şekilde değişmez olduğunusöylüyorlar.

Örnek: YÖK, uluslararası sözleşmelerin anayasaları bağladığı ilkesinden yola çıkıyor. Üniversitede tesettür yasağının bir hak ihlali olmadığı söyleyen AİHM’nin kararını keyfince yorumluyor, kararı adeta bir sözleşme hükmü, konulmuş bir kural gibi algılıyor. Ve buradan hareketle anayasa değişse de üniversitede örtü olmaz diyor.

Başsavcı da aynı yoldan giderek bu konuda “yapılamazlar”ı tanımlıyor ve aksi halde kanuni tedbir alacağı sinyalleri veriyor.

Durumumuz bir kez daha pek acıklı…

Sadece acıklı değil aynı zamanda vahim…

“AİHM bu kararında bir kural koymadığını, sadece verili kurala göre bir karar verdiğini belirtmesine, en önemlisi bu kuralın değişebilir olduğunu kabul etmesine rağmen”, bu tür Türkiye’de yorumların yapılabiliyor olması, aslında çatışmanın bir kez daha ne denli derin olduğunu, hukuk ve demokrasi dışı seyredebileceğini gösteriyor.

Denilecek ve sorulacak şudur:

Bu çağda bu ne garip zihniyettir?

Bu nasıl demokrasidir?

Bu ülkenin demokratik, özgürlükçü bir anayasa ihtiyacının önünü, toplum ve Meclis iradesine rağmen kim nasıl tıkayabilir?

Ne var ki, bu soruları istediğiniz kadar sorun, isteğiniz kadar şaşırın, bunlar olabiliyor…

Peki ne yapmak gerek?

Çatışma engellenemediğine göre, bu çatışmayı iyi ve doğru yönetmek gerek.

İyi ve doğru kriz yönetimi şudur:

Katılımcı demokrasinin tüm araçlarını, tümüyle şeffaf olarak kullanmak… Kurumları, örgütleri, bireyleriyle toplumu daimi bir aktör olarak devrede tutmak… Bunun için ve belirtilen katılım mekanizması vasıtasıyla, Meclis ve siyasi partiler ötesi, temel konulara ve projelere bağlı, toplumsal ve siyasi ittifaklar üretmek…

Siyasi iktidara bu konuda iki iş düşüyor:

1. Toplumun anayasa hazırlık sürecinde devreye gireceğini ilan etmenin ötesinde, bunu planlamak ve toplumsal örgütleri karar sürecinin parçası kılmak…

2. Sivil anayasa hazırlığının ötesinde ve dışında 301. maddeden başlamak üzere yeni bir reform paketini devreye sokmak…

Bu iki yol Türkiye’de yeni ruh halinin doğmasına ve yeni bir demokratik ittifakın önünün açılmasına zemin hazırlar…

Topluma düşen iş ise şudur:

Demokratik projeyi taşıyan kim olursa olsun, hangi siyasi parti olursa olsun, kimliğine bakmadan proje bazında ona etkin destek vermek…

Aksi halde önümüzdeki yokuş insanı yoracak türdendir…

Yeni Şafak, 21 Eylül 2007

Ali BAYRAMOĞLU

22.09.2007


 

Yasak komedisi

Üniversite öğrencileri için türban yasağı konusu artık kabak tadı verme aşamasını bile çoktan gerilerde bıraktı.

Yasağın kendisi çok komik ve adaletsiz ama bu yasağın gerekçeleri ve yasaktan yana tavır koyanların argümanları daha da komik.

Yasağı meşrulaştırmak isteyenlerin komik argümanları türbanın siyasal, dinsel bir simge olduğu ve laiklik ilkesine aykırılık taşıdığı yönünde.

Bir üniversite öğretim üyesi olarak ilk dikkatimi çeken konu bu yasağı savunanların üniversite kavramını algılamaktan çok uzak durdukları.

Türban üniversite dışında serbest; insanlar sokaklarda, gazetelerde, işyerlerinde türban takabiliyorlar ama iş üniversiteye gelince bir anda ne anlama geldiği bile belirsiz bir yasak karşılarına çıkıyor.

Benim ne ailemde, ne yakın arkadaş çevremde türban takan birisi pek olmadığı, yetiştiğim çevrede de türban kültürü egemen olmadığı için meseleye hiçbir kişisel angajmanım olmadan bakabilmenin rahatlığı ile bu satırları yazabiliyorum.

Dünyanın hiçbir başarılı ülkesinde, üniversite ortamında, sokakta tanınan bir özgürlüğün yasaklandığını göremezsiniz, görürseniz de bu durumdan o ülkenin büyük zarar gördüğü ve göreceği sonucunu hemen çıkarabilirsiniz.

Üniversite mekân ve kurum olarak parlamenter dokunulmazlık benzeri bir koruma ile güvence altında olması gereken bir yer ve bizim durumumuzun tam aksine belki sokakta dahi mevcut olamayan düşünsel ve davranışsal farklılıkların doğal olması gereken bir ortam.

Türbanın siyasal bir simge olduğu için üniversitede yasaklanmasını savunmak kadar anlamsız başka bir mesele de bulmak pek mümkün değil zira üniversite öğrencilerinin evrensel hukuk dışı olmayan her türlü siyasal simgeyi üniversiteye yansıtması da yine çok normal.

Şayet türban kullanımı dinsel, hatta anayasanın laiklik ilkesine aykırı bir simge, bir ifade tarzı olarak algılanıyorsa o zaman ortaya daha da büyük bir saçmalık çıkıyor ve örneğin Taksim Meydanı’nda yani 10. Cumhurbaşkanı Sayın Sezer’in dahice(!!!) bir ifade ile kamusal alan olarak tanımlamadığı bir yerde kadınların nasıl olabiliyor da anayasanın laiklik ilkesine aykırı bir eylem içinde olabileceği ve hukukun buna nasıl cevaz verdiği sorusu insanın aklına geliyor.

Türban yasağını savunan arkadaşlar içlerini rahatlatmak istiyorlarsa bu kendini ifade ediş biçimini (siyasal ya da dinsel) marjinal bir durum olarak algılasınlar, ama unutmasınlar ki üniversite ortamları dünyanın her yerinde marjinal tavırlara en çok izin verilen ve hatta izin verilmesi kurumsal bir zorunluk olan ortamlar.

Türkiye gibi yasakçılık zihniyetinin toplumda çok egemen olduğu bir ülkede dahi üniversite ortamında egemen olan kimi yasakların, mesela türban yasağının toplumsal yasakların dahi üzerine çıkmış olması üniversiteye yapılan en büyük haksızlıktır.(...)

Türbanlı bir üniversite öğrencisi kızla bir devlet hastanesine başvuran türbanlı kız arasında da kavramsal fark yoktur; üniversitede türban yasağının mantıksal uzantısı devlet hastanelerine de türbanlı hasta almamaktır.

Son tartışmalarda en çok dikkatimi çeken başka konu da ulusalcı, AB karşıtı kesimlerin türban meselesinde ne de çok AİHM’ci olabildikleri; bu konuyu başka bir yazıda ele alacağım.

Star, 21 Eylül 2007

Eser KARAKAŞ

22.09.2007


 

Türkiye’nin özel şartları (!)

YÖK Başkanı Erdoğan Teziç, “ Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Leyla Şahin kararı varken, başörtüsünün üniversitede serbest bırakılması, bir AB normuna karşı gelmek anlamı taşır “ diyor.

AİHM, Türkiye’nin “ özel şartları “ bulunduğunu, dolayısıyla laiklikte “ kırılgan bir yapılanmanın “ varlığını kabul ederek, şu gerekçelere dayanmıştı: “ Nüfusun çoğunluğu Müslüman olan Türkiye gibi bir ülkede, İslami başörtüsünün zorunlu bir dini görev olarak sunulması, başörtüsü takmayı kabul etmeyen herhangi bir kimsenin, ‘dine karşı çıkan veya din düşmanı’ şeklinde görüleceği bir ortam yaratacak, dindar olan Müslümanlarla, dindar olmayan Müslümanlar ve inançsızlar arasında sırf kıyafetleri dolayısıyla ayırımcılığa yol açabilecektir. “ AİHM, ayrıca, Sözleşme’nin 9’uncu maddesinin “kişinin, dinini, inancını, bir dini kuralı yerine getirme şeklinde dışa vurmasını “ teminat altına almakla birlikte, bütün eylemleri korumadığını söyledi. AİHM’ye göre başörtüsü, “ kadın ile erkeğin eşitliğine de aykırı” idi.

Yalnız şunu da hemen belirtelim ki, AİHM, her ülkenin kendi şartlarına göre, “başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması ve düzenin muhafazası “ gibi meşru bir amaç güderek farklı uygulamalar yapabileceğini kabul etti. Sonuç itibariyle, TBMM ve halk, böyle bir tehlikeyi artık geçersiz görürse, başörtüsünü serbest bırakabilir. Özgürlüklerin genişletilmesi, tamamen devletlerin kendi takdirindedir.

Sonraki gelişmeleri de özetleyelim: Sözleşme’nin din özgürlüğü ile ilgili 9’uncu maddesi ihlal edilmedi hükmünü veren 4’üncü Daire’nin bu kararına karşı, Leyla Şahin, 5 hakimden oluşan panel nezdinde itiraz etti. 5 hakim itirazı geçerli görerek konunun Büyük Daire’de tartışılmasını uygun buldu. Ama işte o noktada Leyla Şahin bir hata yaptı ve “ 4’üncü Daire’nin, ‘ Din özgürlüğüne müdahale olmadığı’ yolundaki kararını benimsediğini “ belirterek, konunun ayrımcılık, eğitim özgürlüğü ve özel hayata müdahale açısından incelenmesini talep etti. Oysa Büyük Daire, 128’inci paragrafta belirttiği gibi, ancak, 4’üncü Daire’nin kararı kapsamında kalarak dava kabul edebilir. Bu yüzden başvuruyu reddetti.

AİHM davalarında uzman bir isim, Prof. Kazım Berzeg’in yorumu: “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararı, konuyu, Büyük Daire tarafından incelenebilir gören panel kararı ile ortadan kalkmıştır. Büyük Daire ise kararında, 31’inci paragrafta, Osmanlı’dan beri gelişen laiklik sürecine temas ederek, 4. Daire’nin aksine ‘Türkiye’de, laiklikte kırılgan bir yapı mevcut’ savına karşı çıkmış görünmektedir. Leyla Şahin kararı, sadece kendisini bağlar; hakkını iyi savunmadığı için davayı kaybetmiştir.”

Sabah,21 Eylül 2007

Nazlı ILICAK

22.09.2007


 

‘Mahalle’ ve Anadolu

Sağolsun, Prof. Dr. Şerif Mardin zaten az mülakat veren bir isimdi, herhalde bundan sonra bir daha hiç mülakat vermeyecek; çünkü, onun sözlerini alıp yanlış anlamakta veya ondan anlamak istediğimiz şeyleri anlayıp geri kalan sözleri yok saymakta üstümüze yok.

‘Mahalle baskısı’ Prof. Mardin’in olağanüstü güzellikte bir kavramsallaştırması. Ama kastettiği ‘mahalle’ acaba hangi mahalle? Hepimizin oturduğu, fiziki mekân da olan mahalleleri mi söylüyor Şerif Mardin, yoksa daha soyut bir ‘mahalle’den mi söz ediyor?

Bugünlerde Türk basınının köşeleri ‘mahalle baskısı’ndan ve ‘Anadolu’dan söz eden yazılardan geçilmiyor neredeyse. Ama bir şey dikkatimi çekiyor: Yazarlar, ‘Anadolu’ derken sanki çok uzaktaki bir masal ülkesinden söz ediyormuş havası veriyorlar.

Ve yine aynı yazarlar öyle bir hava veriyor ki, Anadolu’yu bir tek onlar biliyor, başka kimse onlar kadar bilmiyor ve Anadolu ‘kötü’ bir yer.

‘Mahalle baskısı’nı fiziki mekân olan gerçek mahallenin, hadi bilemediniz ‘sosyal çevre’nin baskısı olarak görüyor ve bu baskıcı mahalle ya da çevrenin Anadolu’da çok daha etkili olduğunu söylemeye getiriyorlar.

Doğru mu bu tespitler, yoksa bütün kötülükleri yeterince bilinmeyenin üstüne yıkma, yani bir çeşit ‘demonizasyon’ çabası mı?

‘Türban serbest kalırsa Anadolu üniversitelerinde neler neler olur’muş. Neler olurmuş? 10 yıl önceye kadar pek çok Anadolu üniversitesinde türban fiilen serbestti. Ne oldu? Oralardan mezun olanlar ne oldu? Oralarda türbansızların zorla örtünmesi için bir ‘baskı’ mı kurulmuştu?

İstanbul’dan çok Anadolu’nun devasa bir değişim, hadi Turgut Özal’ın diliyle söyleyeyim ‘transformasyon’ geçirdiğinin hangimiz ne kadar farkındayız?

Sıvas’ta veya Kahramanmaraş’ta veya Van’da veya Denizli’de veya Kütahya’da veya Yozgat’ta veya Rize’de gündelik hayatın diyelim 15 yıl önceyle kıyaslanamayacak kadar değiştiğini, modernleştiğini, Batılılaştığını gören kimse yok mu?

Hâlâ ‘bütün kötülüklerin anası’ Anadolu imaları bence çok anlamsız. İşin garibi, bu imaları yapanların tamamının, seçim öncesi süreçte Anadolu’nun siyasi eğilimleri konusunda fena halde yanılmış olmaları ve bugün bu yazıları yazmaya neredeyse hiçbir özeleştiri/kendini gözden geçirme yapmadan yeniden soyunmaları.

‘Benim gördüğüm gerçekle, sandıkta ortaya çıkan gerçek arasında bir mesafe vardı, herhalde sandık değil ben yanıldım, o zaman kendimi yeniden gözden geçirmek en azından okuruma daha sağlıklı analiz sunmak için yapmam gereken bir iştir’ diyene ve bunu yapana rastladınız mı?

‘Köylü perişan, seçimde Anadolu AKP’yi silip süpürecek’ diye iddialı öngörülerde bulunanların bir tekinin bile, 2002-2007 arasında Türkiye’de kaç traktör satıldığı, Ziraat Bankası’nın tarımsal kredileri ve bu kredilerin geri dönüşleri konusunda açıp tek bir istatistik okumadığı ortaya çıktı. Ve şimdi yine Anadolu’dan başka bir ülke, hatta bir masal ülkesi kıvamında söz ediyorlar.

Türkiye ne Pakistan, ne Malezya, ne Cezayir, ne de Fas. Bu ülkeyi oralarla kıyaslamak başka her şeyden önce bu toprakların tarihine, gururuna, gelişim çizgisine ve kendimize bir nevi hakaret.

Peki Türkiye İslamlaşır mı? İslam dininin söz konusu olduğu hiçbir yerde büyük konuşmamak gerek ama şundan adım gibi eminim: İslamlaşmak bize demokrasi yoluyla değil, demokrasinin yokluğu veya demokrasinin yönetememesi durumlarında kesinlikle gelir. (Bugünkü iktidarı 90’lı yılların ‘yönetemeyen demokrasi’sine borçlu olduğumuzu unutmayın.)

O yüzden, yeni anayasa çabaları önemli ve yeni anayasa oluşumunun her aşaması çok dikkatli ve aynı zamanda eleştirel bir gözle izlenmeli. Yeni anayasa Türkiye’de demokratik hakları geri götürecekse ve demokrasinin yönetebilirliğini sakatlayacaksa, ona mutlaka karşı durmak gerekir.

Şu anki haliyle kuvvetler birliğini pekiştiren bir anayasa, Türkiye’de demokrasinin yönetebilirliğini sakatlayacak bir anayasadır. Onu bilir, onu söylerim.

Radikal, 21 Eylül 2007

İsmet BERKAN

22.09.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri