|
|
|
Ramazan dayanışması kalıcı kılınamaz mı? |
Ramazanla birlikte kent meydanlarına iftar çadırları da kuruldu. Varoşlara yardım kolisi dağıtımı başladı.
Yurttaşın gözüne girmeye çalışan yerel belediyeler, parti örgütleri, yardım kuruluşları bedava iftar yemeği için yarışıyorlar.
Hiç kuşkusuz övgüye değer bir yardımlaşma geleneği bu...
Komşusu açken tok yatanı kendinden saymayan bir kültürün asırlık dayanışma biçimi...
Yürek ferahlatan, biraz da vicdan azabından kurtaran bir âdet....
* * *
Ancak günümüzde asıl amacından sapıyor.
Gösteri çağı, iftar çadırlarını da birer şov merkezi haline soktu.
Çadırı dikenin, yardımı yapanın, yemeği verenin, sofrayı kuranın adının uluorta ifşa edildiği iftar yemekleri...
Birer parti hediyesi şekline bürünen yardım kolileri...
Sevap işleyenle yardımı alan arasında kalması esas olan yardımlaşma seanslarına kameraman ordusuyla gelen ünlüler...
Ramazanı, bir halkla ilişkiler kampanyasına dönüştüren bu tavır yardım alanı ezdiği gibi, dayanışma geleneğini de zedeliyor.
* * *
Gerçi ülkede yaygınlaşan yoksulluğa, ağırlaşan geçim sıkıntısına, açlık sınırında yaşayan aile sayısındaki artışa bakıldığında, “bu ayrıntılar”ı dert etmek, birçoklarına lüks gibi görünüyor.
Toplu bir para uğruna, medya tuzaklarında ekran önünde çoluk çocuk yarıştırılmaya bile razı olanlar için, üzerinde falanca partinin damgası bulunan bir yardım kolisi ya da filanca derneğin iftar yemeği, reddedilmesi zor bir armağan...
Bir alternatif üretmeden “Vatandaşa bedava kömür dağıtıp oy topluyorlar” diyerek muhalefet yapanların sandıkta ne hale geldiğini gördük.
* * *
Acaba hem toplumdaki dayanışmacı damarı diri tutup hem bunu gündelik politikaya alet etmeyecek, yardım yapanı reklam etmekten kaçınıp yardım alanı ezmeyecek bir yöntem bulunamaz mı?
Ramazanda canlanan bu seferberlik, bütün yıla yayılamaz mı?
İş, yoksula iftar çadırı kurmanın, mahalleye erzak kolisi dağıtmanın ötesine taşınamaz mı?
İşsizler için pratik iş olanakları ya da onları güvenceye alacak bir sigorta sistemi geliştirmek, evsizlere daimi barınak, açlara aşevi, yoksullara kısmi destek sağlamak için kamusal denetim altında sivil bir yardımlaşma sandığı düşünülemez mi?
Bunun da ötesinde, sorunun kökeninde yatan gelir adaletsizliğini dengeleyecek, yoksullukla mücadele edecek, pahalılığa çareler üretecek kalıcı sosyal politikalar geliştirilip, gereken kaynak için yardımseverlerden bir fon oluşturulamaz mı?
Bunun için çok ortaklı, sivil bir ulusal kampanya açılamaz mı?
İlgili ya da gönüllü kuruluşlar bu kampanyanın çatısı altında toplanamaz mı?
Ramazanda hediyeli ev ziyaretleri için yola düşen yardım gönüllüleri, iftar çadırı kuran belediye örgütleri, bu kampanyaya omuz veremez mi?
* * *
Ramazanı bir yasak savma, vicdan rahatlatma molası olmaktan çıkarıp onun ilham verdiği dayanışma ruhunu tüm yıla yaymak mümkündür.
Bireysel destek çabalarını kurumsallaştıracak, Ramazan’daki yardım seferberliğini daimi kılacak yollar bulunabilir.
Sadaka verir gibi değil, elindekini komşusuyla paylaşır gibi bir yardımlaşma yöntemi geliştirilebilir.
Böylesi hem daha kalıcı, hem daha zariftir.
Herkese mübarek ramazanlar!
Milliyet, 15.9.2007
|
Can DÜNDAR
16.09.2007
|
|
|
Baytaşîler tarikatı |
Vaktiyle bürokraside önemli görevler üstlenmiş Kemal Baytaş’ın başını çektiği bir grup vardır Ankara’da. İktidar partisinden Cemil Çiçek ve Abdülkadir Aksu da takılır Türk Tanıtma Vakfı adıyla yapılan etkinliklere, başka siyasiler ve bürokratlar da... Etkinliklerin en bilinen müdavimleri gazetecilerdir. Kemal Baytaş’ın yılda birkaç kez grubuyla çıktığı Çin gezisinin yansımalarını Yavuz Donat’ın ve Güneri Civaoğlu’nun sütunlarında okur, Taki Doğan’ın anlatımından HaberTürk’te izleriz...
Bu kadar farklı insanı etrafında tutabildiğine göre ilginç bir kişilik olmalı Kemal Baytaş... Vakfı ve villasında verdiği davetlere katılanlar kendisine bir ‘şeyh’ muamelesi yapar; birlikteliklerini de bir ‘tarikat’ gibi görürler. Bu sebeple, aralarında kullandıkları ‘Baytaşi Tarikatı’ yakıştırması, etkinliklerine çağrılmayanlar tarafından da benimsenmiştir. Tarikattan çok, inisiyasyonla girilen örgütlenmeleri hatırlatan bir yapılanma olduğu halde...
‘Dünya Şarkiyatçılar Kongresi’ olarak tasarlanmış 134 yıllık bir geçmişe sahip ICANAS’ın toplantısında Türkiye’nin ‘bilim ve sanat semasının yıldızları’ adı verilen 12 kişiye şilt sunuldu geçen hafta. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın eliyle sunduğu şiltlerin sahiplerinden biri Kemal Baytaş’tı. “Hükümetin 2. adamı Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek ile yakınlığı bunda rol oynamıştır” diyenler iyi niyetli değiller...
Grubun çalışmalarına Ankara’ya kadar gelerek katılan, Çin gezilerini kaçırmayan Güneri Bey, duyduğu hoş hisleri sütununa taşıdı ertesi gün. ‘Tarikatın güzel günü’ başlıklı şu değini yer aldı Milliyet’te: “Başkentin en güçlü tarikatı ‘BAYTAŞİLER’dir. / (..) / Aralarında başbakanların, bakanların, milletvekillerinin, yüksek yargı mensuplarının, büyük bürokratların, gazetecilerin, hekimlerin, avukatların, işadamlarının bulunduğu bir dostlar çemberidir bu... / Tarikat dediğimize bakmayın. Alkol alanı da vardır, almayanı da... Kimsenin inançları ayrım konusu değildir. / Tam laik ve Atatürkçü bir dostluk çemberi...
“Kemal Baytaş, iki fahri doktora unvanı ve içeride-dışarıda ödüllerden sonra değerli bir gün daha yaşadı. / 1600 kişinin katıldığı 38. Uluslararası Asya ve Avrupa Çalışmaları Kongresi’nde (ICANAS) ‘onurluk’ aldı. / (..) / Türk Tanıtma Vakfı’nın (TÜTAV) kuruluşundan bu yana başkanı, eski Turizm Müsteşarı Kemal Baytaş’ın yanı sıra Prof. İhsan Doğramacı, Prof. Hale İnalcık, Prof. Bozkurt Güvenç, Şükrü Elçin de bu 12 kişi arasında... / Tarikatın bir müridi olarak keyifliyim.”
Tepki çekmiş Güneri Bey; “Bu çağda tarikat ha?” tepkisi... Bin dereden su getirerek, “Hepimiz Atatürk ilkelerine yürekten bağlıyız. / Öyle, inanç anlamında tarikatlarla, zaviyelerle, cemaatlerle hiçbir ilgimiz yoktur. / Birlikte yer içeriz, siyaset, sanat, tarih ne varsa konuşuruz” diye savunuyor grubu. Bir şey daha yapıyor: “Rakıcı amiral de mi?” sorusuyla 28 Şubat’ın ünlülerinden Güven Erkaya’nın da ‘Baytaşi Tarikatı’ diye bilinen grubun üyesi olduğunu hatırlatıyor.
Bilmiyordum. 28 Şubat’ın bazı mağdurlarıyla bazı 28 Şubatçılar arasında böyle bir irtibat noktası varmış demek ki...
Yeni Şafak, 15.9.2007
|
Taha KIVANÇ
16.09.2007
|
|
|
Sistemin kucağına bırakılan bombalar! |
Emniyet -çok şükür- patlamaya hazır tutulan bombaları bir bir yakalıyor, etkisiz hale getiriyor. Belki birçok facianın da önüne geçiliyor bu sayede.
Her ne kadar cicili basınımız, bütün övgüyü amaçları sadece “biraz daha fazla kemik” olan polis köpeklerine verse de, onları eğiten, bütün gün onlarla birlikte yaşayan ve bombanın etkisiz hale getirilmesi sürecinde canlarını tehlikeye atan kahraman polislere de buradan büyük bir alkış göndermek gerekiyor. Hain bombalar tamam da, şu sistemin temellerine atılan “hukuk skandalı” adlı bombalara kim dur diyecek ben onu merak ediyorum... Daha önce “367” katakullisini sistemin kucağına bırakarak, memleketin altı ayının heba olmasına yol açan büyük Türk düşünürü, eski Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, bu kez de “Bu Meclis, yeni Anayasa yazamaz” buyurmuş.
Allah’tan Sabih Bey var da memleket, bu sayede yol yordam öğreniyor. Neyin olup, neyin olamayacağını kendilerinden öğreniyoruz. Bu ülkedeki en büyük problemin hukuktan kaynaklandığını, neredeyse dokunulmaz olan yargı sisteminin ve yargıyı oluşturan zihniyetin değişmesi gerektiğini hep söylüyoruz. Bunda elbette hâkim sayısının azlığı, dosya sayısının fazlalığı, yargı çalışanlarının yeterince kazanamaması gibi faktörler olsa da Kanadoğlu zihniyetindeki insanların, yanlış karar ve yönlendirmelerle maşeri vicdanda açtığı büyük yaranın, halktaki adalet duygusunu incitmesinin de büyük payı var. Bakın mesela Yargıtay’ın son verdiği karara. Prof. Baskın Oran aleyhine açılan “Azınlık Raporu” ile ilgili dava, beraatla sonuçlanmıştı ama Yargıtay, şimdi o dosyanın tekrar açılmasını istiyor.
Yani hâlâ, şiddete başvurmayan, şiddeti körüklemeyen fikirlerin serbest olması gerektiği noktasına gelemedik ne yazık ki. Zaten Baskın Hoca da bu kararı ironik biçimde “Bu ülkede Sokrates’i bile yargılarlar” diyerek değerlendirdi.
Bütün bunların yanına 10. Cumhurbaşkanı Sezer tarafından dışlanan Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk’un BBC radyosunun 3’üncü kanalında yayınlanan “Night Waves” adlı programda söylediklerini koyduğumuzda ortaya nasıl bir Türkiye tablosu çıkıyor? Pamuk özetle diyor ki; “Türkiye’deki ılımlı siyasi İslamcılar, demokrasiye laiklerden daha saygılı” İslamcı tarifi doğru olmasa da, demokrasiye saygı ve bağlılığın Orhan Pamuk tarafından tescili büyük önem taşıyor.
Yüzüne çağdaş, laik ve demokrat maskesi takıp, ardından da cadı avına çıkan ve bu ülke insanına deli gömleği giydirmeye çalışanlar, bir gün gelir yaptıklarından utanırlar mı acaba?
Bugün, 15.9.2007
|
Nuh GÖNÜLTAŞ
16.09.2007
|
|
|
Yargıtay kararının koltuk değnekleri! |
Yargıtay 8. Ceza Dairesi’nin Prof. Dr. Baskın Oran ve Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu hakkındaki beraat kararını bozması, ne yazık ki, demokrasi ve özgürlükler açısından olumsuz bir gelişmedir.
İyiye işaret değildir.
Suçu neydi iki akademisyenin?
Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu kapsamında bir Azınlık Hakları Raporu hazırlamış olmaları...
Vatandaşlık, etnik ve kültürel çeşitlilik, dinsel, dilsel ve etnik azınlıklar gibi barış ve istikrar açısından son derece duyarlı konuları ele alarak yeni yaklaşım ve tanımlar tavsiye etmeleri...
Hak ve özgürlük alanlarının genişletilmesinden yana tavır koymaları...
Suçları buydu!
Dava bu nedenle açıldı. İki değerli akademisyen hakkında, “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek”ten dolayı sekiz yıla kadar ağır hapis cezası istendi.
Ancak, Ankara 28. Asliye Ceza Mahkemesi beraat kararı verdi. Yargıtay 8. Dairesi’ne gelince, 12 Temmuz 07 tarihli bozma kararını -nedense gecikmeli olarak- bugünlerde kamuoyuna duyurdu.
Şimdi Prof. Oran’la Prof. Kaboğlu 8 yıl ağır hapis cezası istemiyle yeniden yargılanacaklar.
Yazık!
Bir de karşı oy var.
8. Daire üyesi Hamdi Yaver Aktan bozma kararına katılmadı.
Gerekçesi şöyle:
“Rapor, resmi görüşe karşı eleştiriler getiriyor ve entelektüel derinlik taşıyor diye yadsınamaz. Bireylerin Anayasa’ya aykırı düşünmelerine engel bulunmamaktadır. Raporun hiçbir yerinde şiddete tahrik yoktur. Kamu güvenliğinin bozulmadığı, açık ve yakın tehlikenin ortaya çıkmadığı açıktır.”
Baskın Oran’la dün sohbet ederken Yargıtay kararının altında yatan zihniyeti eleştirdi:
“Böyle bir zihniyet varken, bu ülkede özgürlükçü bir anayasa nasıl yapacaksın ki?.. En iyisini yapsan da yargıda böyle bir zihniyet varken, demokrasi nasıl gerçekleşir ki?..”
Şöyle devam etti:
“Bu zihniyetin koltuk değneklerinin kırılması gerekir. Öncelik buna verilmeli. Nedir bu koltuk değnekleri? Türk Ceza Yasası’nın 301. maddesidir. Bizi şimdi mahkûm etmek isteyen 216. maddedir. Sanıkların bile kendilerini savunmasını neredeyse suç sayabilecek kadar geri olan 288. maddedir.”
Şunu ekledi Prof. Oran:
“AKP hükümeti, eğer demokrasi ve özgürlükler konusunda samimiyse, kararlıysa, sivil anayasayla Türkiye’nin önünü gerçekten açmak istiyorsa, o zaman bir an önce harekete geçip bu koltuk değneklerini kırmalıdır.”
Demokrasi kolay değil.
Bu ülkede hak ve özgürlüklerin kolu kanadı kırıldığı içindir ki, Türkiye’de kin ve nefreti besleyen bataklıklar bir türlü kurumuyor.
İfade özgürlüğü sınırlandığı için, kimliklere yeterince özgür alan tanınmadığı için, insanların bu ülkede diliyle, diniyle, inancıyla uğraşıldığı için, devlet torna tezgâhından çıkmış tek-tipçilikte ısrar ettiği için bu ülkede meydan ne yazık ki saldırgan bir ulusalcılığa, saldırgan bir milliyetçiliğe kalıyor.
Eğer demokratik hak ve özgürlüklerin kolu kanadı bu kadar kırılmasaydı, daha barış ve huzur içinde yaşayabilirdik. Bölücülük de bu denli güçlenmezdi!
Ve belki de ne Rahip Santori, ne Hrant Dink cinayetleri, ne de Malatya’daki o korkunç katliam başımıza gelirdi. Anadolu’daki bir futbol maçında Ermeni karşıtı tezahürat da kulaklarımızı tırmalamazdı.
Sorunları halının altına süpürmekle bir yere varılamadığını, varılamayacağını seksen küsur yıldır hâlâ anlayabilmiş değiliz.
Kürt sorunu, Ermeni sorunu, azınlık hakları, vatandaşlık tanımı...
Bütün bu gibi konulara cesaretle yaklaşanları caydırmaya, mahkûm etmeye çalışmanın, barış ve huzur açısından bu ülkeye büyük bir kötülük olduğunu bunca yıllık acı deneyime karşın daha hâlâ kavrayamadık.
Asıl bu tavrın, bu zihniyetin toplum içinde kin ve nefret tohumları ektiğini, bölücü ve cepheleştirici sonuçlara yol açtığını bir an önce öğrenmemiz gerekiyor.
Çok geç kaldık.
Tabii bu gerçeği anlamak durumda olanların başında siyasetçiler ve siyaset kurumu geliyor.
Onlar çok çok geç kaldı!
Bugünkü sorumluluk, yani Baskın Oran’ın kırılması gereken koltuk değnekleri olarak nitelediği 301, 216, 288 gibi TCK maddelerini demokrasi adına etkisiz kılmak ise AKP iktidarına düşüyor.
Yargıtay 8. Ceza Dairesi’nin kararını okurken, Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene” sözü, Kürt sorunu ve milliyetçilik gibi konularda Demirel’le yıllar önce yaptığım bir sohbeti hatırladım.
Bunu da yarın yazacağım.
Milliyet, 15.9.2007
|
Hasan CEMAL
16.09.2007
|
|
|
Yargıtay anayasa okur mu? |
Yargıtay 8. Ceza Dairesi, anayasanın geçerliliğini kabul ettiği yasayla çelişen bir karar veriyor.
El insaf... El insaf... El insaf...
Yargıtay, ‘Azınlıklar ve Kültürel Haklar Raporu’ davasında Prof. Kaboğlu ile Prof. Oran’ın ‘halkı düşmanlığa tahrik’’ suçundan beraatlerine ilişkin kararı bozmuş.
Üstelik... Kararda, ‘raporda, yeni bir azınlık tanımının ve uygulamasının yapılması ve yaratılması, etnik ve kültürel çeşitliliği olan üniter devlet ve milletin bölünmezliğini tehlikeye düşürecek bir sonuca ulaşacaktır’ ifadesi kullanılmış.
Türk Ceza Kanunu’nda böyle bir madde var mı?
‘Yeni tanım yaparsan ülke bölünür’ maddesi...
Yargıtay, raporda kullanılan ifadelerin, toplumun bir kesimini diğer kesimi aleyhine veya halkı birbirine karşı kamu düzeni, kamu güvenliği için tehlikeli olabilecek şekilde düşmanlığa veya kin beslemeye alenen tahrik etme suçu oluşturduğunu da belirtmiş.
Ne denir?
Bravo...
***
Ayrıca kararda, ‘Lozan Anlaşması uyarınca Türkiye’deki azınlıkların Müslüman olmayan vatandaşlar’ olduğu belirtilerek, şöyle devam edilmiş:
‘Raporda, azınlığın etnik, dilsel ve dinsel olmak üzere üç türlü olduğu, Türkiye’de sadece din kıstasının esas alındığından söz edilmiştir. Türkiye’de Müslüman olmayan vatandaşlar dışında azınlık yoktur. Yeni bir azınlık tanımının ve uygulamasının yapılması ve yaratılması, etnik ve kültürel çeşitliliği olan üniter devlet ve milletin bölünmezliğini tehlikeye düşürecek bir sonuca ulaşacaktır. Türkiye Cumhuriyeti’nde sosyal sınıf, etnik köken, ırk, dil, din ve bölge ayrımı yapılmaksızın bütün vatandaşlar yasalar önünde eşittir. (Millet sözcüğü alt kimlikleri ret anlamına gelir) demek, kamu düzeni ve güvenliği için tehlike yaratır.’
Başka ne yapar?
Şöyle buyurulmuş:
‘Raporda, alt kimlik-üst kimlik ayrımı yapılmak suretiyle eleştiri ve düşünce özgürlüğü sınırları aşılmış, suçlama niteliği taşıyan ve kamuoyuna açıklanan rapor içeriğiyle toplumsal tehlike boyutlarına ulaşılmıştır.’
***
Yargıtay 8’inci Ceza Dairesi, böylece raporu yazanlara beraat veren yerel mahkeme kararını oy çokluğuyla bozmuş.
Oy çokluğu...
Çünkü Yargıtay 8’inci Daire Üyesi Hamdi Yaver Aktan, karara karşı oy kullanarak gerekçesinde raporun hiçbir yerinde şiddete tahrik olmadığını kaydetmiş.
O da üye, diğerleri de üye...
Herkes üye ama hukuktan yana olan az.
***
Anayasanın 90. maddesinin son paragrafı ne diyor?
‘Temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.’
Kısacası AB’nin fikir özgürlüğü anlayışı Türkiye’de de geçerli.
Avrupa, fikir özgürlüğünün sınırlarını bundan tam 31 yıl önce Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Handyside kararı ile çizdi... Bu karar, Anayasa’nın 90. maddesinin son fıkrası gereğince bizim hukukumuzun üzerinde sayılıyor.
Handyside kararı, ‘bu değerlendirmeler, toplumun bir bölümünü rahatsız edici nitelikte olabilir. Ancak unutulmaması gerekir ki ifade özgürlüğü, çoğunluk gibi düşünmeme, kurulu düzeni sorgulama, hatta eleştirme hakkını da kapsar. Dahası, sarsıcı nitelik taşıyan, toplumun çoğunluğunu kızdıran ve tartışmaya yönelten fikirler de ifade özgürlüğünün koruması altındadır’ diyor.
Yargıtay 8. Ceza Dairesi ise, bir tek üye hariç, şimdi anayasanın geçerliliğini kabul ettiği bir yasayla çelişen bir karar veriyor.
***
Biz, Avrupa Birliği ile anlaşmalar imzalamış...
O birliğin üyesi olmaya hazırlanan bir ülkeyiz.
Şimdi dönüp 8. Ceza Dairesi’ne sormak gerek:
Siz bunun farkında mısınız?
Yoksa bu toplumun ve parlamentonun aldığı kararlar sizi ilgilendirmiyor mu?
Star, 15.9.2007
|
Mehmet ALTAN
16.09.2007
|
|
|
|