Seçimden yeni çıkmış bir hükümetin ilk 100 günü çok önemlidir.
Demokrasilerde ilk 100 gün dikkatli izlenir ve iktidarla ilgili birinci karne bu dönemin sonunda verilir.
Onun için de hükümetler bu 100 günü en iyi biçimde değerlendirmeye çalışırlar.
Ayrıca, en zor işleri en başa alarak ‘zaman dinamiği’ni akıllıca kullanmaya bakarlar.
Çünkü ilk 100 gün siyaseten en kuvvetli oldukları zaman dilimidir.
Böyle bir pencereden AKP hükümetine bakınca ne görünüyor?
Şu söylenebilir:
Yüzde 47 gibi bir üstünlükle seçim kazanmış ve tek başına iktidara gelmiş Erdoğan hükümeti ilk 100 gün gibi bir heyecan ve hareketlilik içinde değil.
Ankara’da kapalı kapılar arkasında daha çok ağırdan alma havası var gibi....
Örneğin 301 ivedi bir konu.
AB ile ilişkilerde, eğer hükümet programında belirtildiği gibi kararlılık gösterilecekse, o zaman Türk Ceza Yasası’nın 301. maddesinden Türk demokrasisinin kurtarılması lazım.
Bu adım ne zaman atılacak? Gelecek ay mı?
Böyle bir hava yok gibi.
Sanki 301’i sivil anayasa girişimine bağlayarak zamana yaymak gibi bir eğilim dikkati çekiyor.
Neden acaba?
301 konusunda MHP ya da milliyetçi tepkiler hesaba katıldığı için mi bir bekle-gör eğilimi suyun yüzüne vuruyor?
Bilemiyorum.
301 gibi Kıbrıs ve limanlar da AB ile ilişkilerde bir başka önemli düğümü oluşturuyor.
Ama galiba bu konuyu da ileriye atmanın daha doğru bir yol olacağı görüşüne rastlanıyor ilgili çevrelerinde.
Türkiye limanlarının Güney Kıbrıs’a açılması karşılığında AB’den ciddi bir şey alınmayacaksa, Kuzey Kıbrıs’a dönük ambargolar kalkmayacaksa, AB ile fasıllar konusunda herhangi bir değişiklik olmayacaksa, o zaman Kıbrıs ve limanlar gündemde daha bekleyebilir diyenler var.
Yani al-ver meselesi...
Kulağa çalınan bir cümle şöyle:
“Sarkozy-Merkel cephesinde kayda değer bir değişiklik yaşanmayacaksa, o zaman Türkiye limanlar konusunda neden adım atsın ki?..”
Düşünmekte yarar var.
Bir kere, limanlar konusu AB tarafından al-ver çerçevesi içinde görülmüyor. Gümrük Birliği’nden kaynaklanan bir yükümlülüğü yerine getirmesi Türkiye’den isteniyor.
İkinci nokta:
Türk diplomasisi limanlar konusunda ipe sererse, Sarkozy-Merkel cephesi daha mutlu olur, AB’deki ‘köpek balıkları’nın iştahı daha beter kabarır.
Ben böyle düşünüyorum.
Lütfen şu da unutulmasın:
Denktaşgiller yıllar yılı, “Bizi AB’ye alacak olsalar, Kıbrıs’la ilgili adımı atarız ama almayacaklar ki?” diyerek çözümsüzlüğü çözüm olarak dayatmışlardı Türkiye’ye.
Türkiye’nin AB yolunu kesmeyi amaçlayan bu ezberi, Erdoğan-Gül ikilisi 2004 yılında Annan Planı’yla Kıbrıs’a ilişkin attıkları devrimci adımla bozdular. 2005’de Türkiye’nin AB ile müzakere kapısı bu sayede açıldı.
Şimdi şöyle diyenler var:
“Biz 2004’de bu adımı atarak müzakere kapısını açtık. Sarkozy-Merkel cephesi değişmeyecekse, limanlar adımını niye atalım ki?..”
İlk bakışta makul gibi gözüken bu mantık, özünde Denktaşgiller’in katı, ortaklık anlayışını sollayan tutumundan pek de farklı değildir.
Gerek 301’le, gerek Kıbrıs ve limanlarla ilgili olsun, eğer yeni hükümet zaman dinamiğini iyi kullanmaz ya da ilk 100 günü akılcı biçimde değerlendirmezse, günlük deyişle kumpasa gelebilir, köpek balıklarının tuzağına düşebilir.
Dileriz, bu ihtimal gerçekleşmez.
Milliyet, 14 Eylül 2007
|