Tören Devleti-Devlet Töreni” gibi bir başlıkla olmasa da çoktan kronikleşmiş bu önemli meselemiz üzerine ben de bir şeyler karalamak istiyordum.
Mehmet Barlas benden önce davrandı.
“Laik, demokratik, sosyal bir ‘hukuk devleti’ mi yoksa ‘tören devleti” miyiz?” başlıklı yazısı ile (Posta, 8 Eylül), lafı ağzımdan alıverdi doğrusu...
Şu güzel tespitler bu yazıdan:
“Dünyanın diğer ülkelerinde yaşam çok değişik alanlarda oluşuyor. Türkiye’de ise sadece, resmi davetlerin, resepsiyonların, protokolde yer alanların sahnelendiği mekanlar var sanki. Türkiye bir salon gibi. Sabah başlayan davetler akşamları da devam ediyor. Bu davetlerin şifrelerini çözmek de, siyasetin, idarenin ve medyanın tek uğraşı gibi.”
Ancak konuya ilişkin bir hususu daha hatırlatmam gerekiyor:
Mehmet Barlas bu satırlardan sonra sözü “Onpunto.com”da yayımlanan “Tören Devleti- Devlet Töreni” başlıklı yazının sahibi Necip Güven’e bırakıyor. Bu yazının kendi düşünce ve gözlemleriyle tam olarak örtüştüğünü hatırlatarak.
“Onpunto.com”u açıp baktım; Necip Güven meslekten değil dışarıdan gazel okuyan bir okur-yazarmış. “Dışarıdan” bir yazar ama gazeli sahnedeki pek çoğumuzdan çok daha iyi okumuş bence.
Şu gözleme bakın:
Haberlerde devletimiz de tören devletine dönüşmüş gibiydi. Haber bültenlerinden yansıtılan devlet hayatı törenlerden ibaretti. (...) Bitmez ve tükenmez Yargıtay, Danıştay, Anayasa Mahkemesi kuruluşları törenleri, Adli Yıl açılış törenleri, Cumhurbaşkanlığı resepsiyonları, Kara-Deniz-Hava Okulu-Gata mezuniyet törenleri, 19 Mayıs-30 Ağustos-29 Ekim-10 Kasım törenleri, kentlerin düşmandan kurtuluş törenleri, cenaze törenleri,devir-teslim törenleri, ziyaret törenleri, yemin törenleri, askeri törenler, çeşitli yıldönümü törenleri...”
İsterseniz Güven’in dikkatinden kaçmış olan ve dünyada herhalde bir benzeri bulunmayan “YAŞ toplantıları açılış-kapanış törenleri”ni de ben ekleyeyim.
Şimdi de sıra geldi yazarların dikkatimizi çektiği “Tören Devleti” olgusuna ilişkin benim aklımdan geçen mütevazı katkıya!
Tahmin etmişsinizdir muhakkak, “Anıtkabir tören-ziyaretleri”nden söz ediyorum.
Bana göre devletçe bu işte de aşırıya kaçıyoruz.
Bana göre devletçe gerçekleştirilen ziyaretler “medeni bir ülke”de karşılaşılması imkansız türden törenlerdir.
Özellikle de sayılı devlet yetkililerine açık olan ve kendisine giderek daha özel anlamlar yüklenen “Özel Defter”in kullanımı açısından.
Şöyle yani: “Özel Defter” ülkede cereyan eden devlet-iktidar çekişmesinin özel bir savaş meydanına çevrilmiştir neredeyse.
Mesajlar buradan verilmekte, ilkeler burada sıralanmakta, şikayetler burada dile getirilmektedir.
Bakın mesela CHP Genel Başkanı Baykal’ın partisinin kuruluş yıldönümü dolayısıyla gittiği Anıtkabir’de Özel Defter’e yazdığı şu satırlara:
“Aziz Atatürk, Sevgili Genel Başkanım, İkinci büyük eserin olan Cumhuriyet halk Partisi’nin 84. yıldönümünde huzurundayız. (...) Cumhuriyete karşı dışarıdan yöneltilen saldırılar karşısında hep birlikte dirençle durarak bunları etkisiz kılmayı başardık. Bugün yeni bir dönemin içindeyiz. Cumhuriyetimizin içeriden kaynaklanan saldırılara,kuşatmalara karşı da savunulmak durumundadır. Yozlaşmış, içeriği boşaltılmış, biçimsel bir kalıba dönüştürülmüş bir demokrasi anlayışıyla Cumhuriyetimiz ve ulusal birliğimiz tehdit altındadır...”
Görüyorsunuz, görülmüş şey değil! Anamuhalefet partisi lideri demokraside ulaştığımız yeri, “yoz”, “biçimsel” filan gibi nitelemelerle Atatürk’e şikayet ediyor. Atatürk’ten hükümetin cezalandırılmasını istemesine iki adım kalmış.
Çok çılgınca bir siyaset ve muhalefet doğrusu...
Ayrıca hiç mi hiç “laik” de değil; Anayasa’nın 24. maddesinde getirilen yasakların çiğnenmesine ramak kalmış!
“Özel Defter”e sadece anamuhalefet değil, sırası gelince hükümet de bir şeyler yazıyor haliyle.
Bakın mesela Başbakan’ın güvenoyu aldıktan sonra yaptığı ziyarette yazdığı şu satırlara:
“Bu yeni icraat döneminde de aziz milletimizin omuzlarımıza yüklediği ağır mesuliyetin idrakinde olarak ‘en büyük eserim’ dediğiniz cumhuriyetimizi medeni milletler camiasında layık olduğu mevkiye....”
Söyleyin, Atatürk’ün aziz hatırası, adına açılan defterde yaşanan bu siyasi mücadele karşısında ne yapsın?
Konu “Özel Defter”den açıldığına göre deftere yazılanları gözden geçirirken dikkatimi çeken bir hususa da değinmek isterim. Bakalım sizin açınızdan da dikkate değer mi bu gözlem:
“Özel Defter”e bir şeyler karalamak durumunda olanların bir bölümü Atatürk’e “siz” diyerek hitap ederken, bir bölümü bayağı “senli-benli” sesleniyor. Çok kısa bir araştırma yapınca, Deniz Baykal (“sana ve eserine..”) ve komutanların (“Asla şüphen olmasın ki...” / “Sana ve eserine...”) Atatürk’e “siz”li hitabı tercih etmediklerini gördüm. (Unutmadan, Arınç da bu kategoriye girenler arasında: “Bize bıraktığın...”)
Öte yandan Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan (ve de Ahmet Necdet Sezer) Atatürk ile her zaman “siz”li konuşmuşlar.
Ne dersiniz, bu tarz seçimi de tek başına anlamlı mıdır?
Yeni Şafak, 10.9.2007
|