Seçimden sonra William Pfaff’ın, Herald Tribune’da yayımlanan ve Türkiye’yi biraz yakından tanıyan herkese çok yanlış gelen makalesinden söz etmiştim. Hafta sonunda ise, gene aynı gazetede, bu sefer çok daha düzgün bir anlayışla yazılmış başka bir yazı yayımlandı. Bu işler hiç belli olmaz; böyle bir imzasız ‘editorial’ı da Pfaff yazmış olabilir. Carl Bildt ile D’Alemais’in yazıları da gazetenin aynı sayısında çıktı. Bu ikincisi Türkçede yayımlandı; birincisini ise hiç görmedim, belki biraz sert olduğu için.
Ama dünyada bazı insanların Türkiye’de olanları nasıl gördükleri ve değerlendirdikleri hakkında oldukça iyi bir fikir verdiği için, çevirisini buraya koyuyorum. Yazının başlığı ‘Türkiye’nin demokratik seçimi’ idi.
“Dininin kurallarına göre yaşayan bir Müslüman olan Abdullah Gül’ün Türkiye’nin Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi demokrasi için bir zaferdir. Türkiye’nin laikliğini, Türkiye’nin demokrasisini yok ederek korumak gibi bir huy edinmiş olan askerler, geçen ilkbaharda Gül’ün adaylığını engellemeye çalıştılar. Hükümet, generallerin önünde eğilmektense, sorunu halka götürdü. Halk da temmuzdaki parlamento seçiminde Gül’ün partisine gerekli yetkiyi verdi. Gül’ün cumhurbaşkanlığını ezici bir oy çoğunluğuyla onaylayarak yasa koyucunun önünü açtı.
Türkiye’nin 70 milyonluk nüfusunun hemen hemen tamamı kendilerini Müslüman olarak tanımladıkları halde, Türkiye’nin anayasası kamu hayatında katı bir sekülarizm uygulaması getiriyor. Bu sekülarizm vurgusu, İslam’ın içinde, gelişmeye engel çıkaran antimodern eğilimleri dengelemek için gerekli görülmüştü. Gelgelelim, zaman içinde, seküler yönetici seçkinlerin iktidarlarını perçinlemelerine ve daha açıkça dindar Müslümanların da dışlanmasına yol açmıştı. Yakın geçmişte, Türkiye’nin orta sınıfının da büyük kısmını oluşturan bu dinine bağlı grup oy sandığının başında haklarının kavgasını verdi ve bazı etkileyici zaferler kazandı.
Seküler Türkler, anlaşılır bir şekilde, İslami kökleri olan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin böyle hızla yükselmesinden tedirgin oluyorlar. Parti şu anda yönetimde bütün üst makamları ele geçirmiş durumda.
Bazı sekülaristler, dinin önce yönetime sızdıktan sonra kendi hayatlarına da müdahale etmesi ihtimalinden korkuyorlar. Gül ve partisi ise seküler hükümeti devam ettirme konusunda taahhütte bulundular ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la iktidarda geçmiş beş yıllık icraatları, sözlerine bağlı kalacakları düşüncesini doğruluyor.
1960’tan beri dört hükümet devirmiş olan ordu, sekülarizme olanca şiddetiyle sarılırken, bir yandan da, Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün sancağını sallıyor. Ama Atatürk’ün nihai hedefi Türkiye’nin Batı tarzında bir demokrasi olmasıydı. Böyle demokrasilerde, ordu hükümete hizmet etmek için vardır, öbür türlü değil.”
Bugünün dünyasında, bir cumhurbaşkanlığı konutunda (seçilerek oraya gelmiş kocasının yanında) oturan bir kadının başına bağladığı bir örtü, folklorik bir meraktan öte fazla bir şeyin konusu olamaz. Dünya devletleri birbiriyle tanışmak, konuşmak zorunda. Öyle olunca da, şöyle ya da böyle bağlanmış bir kadına gelinceye kadar herkes neler neler görmek, tanımak ve ona saygı göstermek durumunda.
Ama bu aynı dünyada, bırakın ‘darbe yapan’ bir orduyu bir tarafa, ‘Siz bize hizmet için varsınız’ demeye getiren bir general olmak, üç günde bir kalkıp seçilmiş hükümetle laf yarışına giren bir general olmak, devlet politikalarını seçilenleri ite kaka kendi dediği çizgiye getirmeye çalışan bir general olmak, çok daha fazla ayıp sayılan bir şey. Böyle olaylara imkân tanıyan toplumlara da pek öyle saygı duyulmuyor, bugünün dünyasında. Bunlar başa bağlanan kumaştan çok daha hayati.
Radikal, 7 Eylül 2007
|