Bab-ı Ali’nin genel havasına uyup, basın-siyaset ilişkilerine dönük bir yorum patlatmak gerekiyor mu... Biraz öyle...
Ama yine de ‘vakit kaybı’na neden olmaktan endişe ederim...
Yaşanılan bir filmi, yeni oyuncular ile yeniden çekmek gibi bir şey bütün bu izlediklerimiz...
Türk demokrasisinin emekleme çağından gelen çocukluk hastalıkları nüksetmiş sanki...
‘ Sistemi kontrol etme alışkanlığını’ sürdüren güçler, meclisteki temsil aritmetiğinden memnun değillerse, ya orduyu, ya da basını sürerler cepheye bu ülkede...
Dönün bakın 1950’li yıllara... Neler yaşanmış... Sonrasını bir inceleyin... Durum böyle...
Sağolsun, Orgeneral Büyükanıt geçtiğimiz günlerde, ‘ ben dükkanı kapattım’ deyince, ortada basın kalmış oldu...
(...)
Siyaset-basın ilişkisi, üzerinde binlerce kitap yazılmış, araştırmalara konu olmuş ve bugün hala tartışılan çok karmaşık bir konudur...
Dünya ve Türkiye’nin yaşadığı deneyimler çerçevesinde bu karmaşık ilişki ağı, günümüzde sınırları hemen hemen belli olan bir noktaya gelmiştir. Bilişim çağında gazetecinin ana görevi en ‘ temiz’ bilgiyi elde etmek ve onu kurumsal-bireysel hiç bir çıkara alet etmeden kamuyla paylaşmaktır. Bu dönemde bir köşe yazarına düşen esas görev ise gelişmeleri uzman beyin kimyasıyla takip edip, ‘ zaman fukarası’ okurlara en sağlıklı bir şekilde yorumlamaktır...
İşimiz bundan ibaret... Yani, yaşanılan güne iyi bir ‘ yansıtıcı’ olmak...
Sistem, biz gazeteci ve köşe yazarlarından Türkiye’yi yönetmemizi beklemiyor... Böyle bir görevimiz yok...
Eğer memleketi yönetmeye adayım diyorsanız, onun yolu belli, günümüz meclisinde pek çok meslektaşımız bu hedef doğrultusunda görev almış durumdalar...
Köşe yazarlarının ‘ siyasi misyon’ üstlenmeye başladıkları dönemlerden rahatsız olurum... Biraz, generallerin siyaset yapmalarına benzer...
İçinde demokrasi için gizli tehditler taşır...
Star, 23.8.2007
|