Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 17 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Gül ve laik cumhuriyet

Bundan tam bir yıl önce Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin bana “Bizim iktidarımızda iddia edildiği gibi cumhuriyet ve laiklik sahipsiz kalmamıştır; son derece güçlüdür ve halkımıza daha fazla mal olmuştur. Halk bizi eskiden beri tanıyor ve destekliyor.

Bu düşünceleri özgürce, inanarak açıklamamız toplumda birtakım tereddütleri ortadan kaldırıyor. Yani cumhuriyet şimdi daha güçlüdür, ilkeleri teminat altındadır” demişti. Ben de ona “Yani ‘muhafazakâr kesimlerin laiklikle ilgili tereddütlerini giderdik’ mi diyorsunuz?” diye sormuş ve şu cevabı almıştım:

“Evet giderdik ve artık halkımızın cumhuriyetle, başta laiklik olmak üzere onun temel ilkeleriyle hiçbir sorunu yoktur. Pek az bir kesim vardır ki onlar da cumhuriyet için ciddi bir tehdit değillerdir. Onların da bu çizgiye geleceklerine inanıyorum. Büyük Atatürk, arkadaşlarıyla birlikte cumhuriyeti kurarken ve onun temel niteliklerini belirlerken son derece isabetli hareket etmiştir.”

Bugün de Deniz Baykal ve onun gibi düşünenler Gül’ün cumhurbaşkanı olmasıyla laik cumhuriyetin muhafazakar kitleler tarafından ele geçirileceği uyarısında bulunuyorlar. Madalyonun bir de öbür yüzü var. Çankaya’daki Gül sayesinde laik cumhuriyetin, bu kitlelerin tüm hücrelerine kadar sızması ihtimalini hiç de yabana atmamak lazım.

Vatan, 16.8.2007

Ruşen ÇAKIR

17.08.2007


 

Demokrasi değil, iktidar mücadelesi

Abdullah Gül, sonunda cumhurbaşkanlığı adaylığını basın toplantısı ile resmen ilan etti. Kimse kusura bakmasın, ben bunu ‘demokrasi zaferi’ olarak değerlendirmiyorum.

‘Ya Abdullah Gül başa, ya kuzgun leşe’ korosunun, meseleyi makul bir şekilde tartışmak üzere kendilerine yönlendirilen sorulara kulaklarını kapatıp, tartışmayı ısrarla kendi belirledikleri alanın sınırları içinde tutmaya özen göstererek, konuyu ‘demokrasi mücadelesi’ gibi gösterme gayretlerine sonuna kadar itiraz edeceğim.

Önce, başından beri sorduğum ve bir türlü cevabını alamadığım soruyu es geçip, Gül meselesi etrafında demokrasi havariliği yapanlara, aynı soruyu ısrarla soruyorum. Bu hükümet, bu siyasi heyet, başörtüsü yasağı konusunda hiçbir şey yapmadığı halde dört buçuk yıl boyunca neden sesleri çıkmadı, hele bu kadar gür hiç çıkmadı? Denildi ki, ‘Bu hassas konudur, toplumsal uzlaşma ile çözülecek’. İyi, güzel. Peki, tüm bu yazar, çizer, aydınlar bu tavrı makul buluyor da, iş Gül’ün cumhurbaşkanlığına gelince neden küplere biniliyor? Cumhurbaşkanlığı daha mı az hassas konu? Uzlaşma siyaseti vesayet rejimini kabul etmekse, başörtüsü yasağı konusunda uzlaşma kabul edildiği sürece vesayete boyun eğilmiş olmadı mı?

Başörtülü kadınların üniversiteye giremediği, meslek icra edemediği ülkede, artık neredeyse açıkça ilan edilen, cumhurbaşkanı eşinin başörtülü olmasıyla ‘yürekleri soğutmak’ iştahı, ilkelerle, hak peşinde siyaset değil, fetihçilik, rövanşçılık değil de nedir? Partiye emeği geçmiş, liyakat sahibi bir siyasetçinin hakkını teslim etmek konusundaki bu ısrar, parti ve bu siyasal söylem için bunca yıl saçını süpürge etmiş bunca kadının emeğinin hakkı söz konusu olduğunda ne diyor? Bu insanların hakkı, hukukuna nasıl bu kadar kayıtsız kalınabiliyor? Başörtülü kadınların, parti için bunca çalıştıktan sonra, milletvekili olmak hakkını, başı açık kadınlara sessiz sedasız teslim etmesine ses çıkarmayıp, şimdi haktan, demokrasiden, milli iradeden bahsetmek nasıl bir ikiyüzlülüktür?

Bırakın, milletvekilliğini, bu kadınlar ne adına, muhafazakâr kesimin yayın organlarında bile, mümkün mertebe gözlerden uzak tutuluyor? Muhafazakâr kesimden birçokları, (askerin, devletin işin içine karışmadığı) özel şirketlerinde, başörtülü kızları, görüntüyü bozuyor diye olsa gerek işe almaz, alırsa da başka imkânları yok diye üç kuruşa çalıştırırken sesi çıkmayan, bunları bir dakika dert etmeyenler, neden Çankaya’yı haysiyet meselesi yapıyorlar?

Gelelim, Gül’ün adaylığını tartıştırmamak için yürütülen karalama kampanyasının, şahsileştirme, dedikodu furyasının bir adım ötesinde komplo teorisi yaklaşımına. Birçok köşede, ‘Bir kısım medya, belli çevreler partiyi bölmek istiyormuş da, fesat çıkarıyormuş’ gibi bir çocuk kandırma söylemi boy gösteriyor. Erdoğan’a böylece tesir edilecek, parti bölünme noktasına getirilecekmiş. Tam da tersine, Gül’ün aday olmaması ihtimali, Erdoğan’a tehdit olarak kullanılmadı mı? Başka türlü, Gül’ün aday olmaması ihtimali, neden partiyi böldürsündü?

Açık konuşalım, her şey gösteriyor ki, bu ilkede falan değil şahısta ısrardı, demokrasi mücadelesi değil, siyasi iktidar mücadelesi idi ve bu mücadelede, kimse Erdoğan’ı zor bir duruma sokmaktan zerre kadar çekinmedi. Hadi başörtülü eşi olan birine itiraz, yukarıda yazdığım her şeye rağmen güya, demokratları-muhafazakârları incitti, iş inada bindi. Merak ediyorum, eşi başörtülü başka bir isim aday olsaydı, bakalım Gül’e destek verenler aynı iştahla aynı şeyleri söyler miydi? Olayın, en azından iktidar mücadelesi olup olmadığı o zaman daha iyi anlaşılırdı.

Aslında, işin bu kısmı beni çok ilgilendirmiyor, beni rahatsız eden, birçoklarının dünyevi gerekçelerini, ‘demokrasi mücadelesi’ kılıfında takdim etmekle yetinmeyip, bir de her türlü itiraz karşısında neredeyse terör estirmeleri, karalama, itham dili kullanıp, insanları zan altında bırakmaları. İş bu noktaya gelmeseydi, yazının son bölümünde yazdıklarımı yazmak aklımdan bile geçmezdi. Ama düşünün, başörtüsü yasağı karşısında 15 yıldır yazıp çizmeme rağmen, benim için bile ‘Aslında Çankaya’da başörtülü istemiyor’ anafikirli yazı yazan oldu.

Bu yıldırma taktiklerine boyun eğmeyip, yazının başında sorduğum soruları cevaplamaktan kaçtıkları sürece, birçoklarının ‘demokrasi mücadelesi’ iddialarını sorgulamaya devam edeceğim.

Radikal, 16.8.2007

Nuray MERT

17.08.2007


 

Ordu ve Gül’ün ağır sorumluluğu...

Başbakana yakın uzman: Gül, o makamda, sürekli yakından takip edilmenin gerginliğini yaşayacak.

‘Sayın Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi halinde, bazı kurumlar ile gerginlik yaşanabileceğini tahmin ediyoruz. Bu, bir kriz olarak adlandırılabilecek düzeyde olmayacaktır. Ama özellikle görüntüde bazı mesajlar verebilecek davranışlar sergilenebilir. Bazı törenlere katılmama, Çankaya ile çok soğuk durma gibi... Ama biz, yine Gül’ün dengeli kişiliğinin bu dönemin aşılmasında çok destekleyici olacağını da biliyoruz. Başlangıçta görülebilecek bazı gerginliklerin zaman içinde yerini, karşılıklı diyaloğa bırakacağına inancımız tamdır.’

‘Başbakana yakın uzman ses’ Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığı sonrasında Ankara’ya çöken ‘endişe bulutlarını’ bu sözlerle berraklaştırmaya çalışıyor...

Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığına ‘sivil-kamuoyu’ kesiminden yükselen bir tepki yok...

Yeni dönem meclis kadroları içinde de bu yönde atılan adıma CHP haricinde engelleyici tavır sergileyen de bulunmuyor...

Geriye, herkesin beyninin arkasında yer alan ‘kurumsal mutabakat’ sorunu kalıyor...

Çünkü... Bu ülke -ne yazık ki- 27 Nisan akşamında bir ‘olay’ yaşadı ve bunun devamında da apar-topar erken seçime gitti...

Askeri kanadın şu anda yaşanılmakta olan siyasi gelişmelere -muhtemel- yaklaşımları da merak konusu...

Bu merakın sivil demokratik teamüller açısından bir önemi yok gibi görünebilir...

Oysa, bir önceki meclisin elindeki bütün sayısal olanaklara karşın neden cumhurbaşkanını seçemediğini iyi takip ettiyseniz,önemlidir...

Telefondaki ses, askerlerin bugünkü yaklaşımlarını çok iyi anlatabilecek birikime sahip...

‘Kimse, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi sürecine doğrudan müdahaleyi ve bir öncekine benzer kriz ortamını beklemesin. Bununla birlikte, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, cumhurbaşkanlığı makamıyla ilgili açıklamış olduğu hassasiyetlerden geri adım atması da söz konusu olamaz. Yani, askerler, geçtiğimiz nisan ayında ne söyleyip ne yaptılarsa, aynı şekilde orada duruyorlar ve gelişmeleri takip ediyorlar. Abdullah Gül, sanırım, cumhurbaşkanlığının başlangıç döneminde hayli zor bir dönem yaşayacağını bilerek bu adımı atmaktadır. CHP bu konuda ne açıkladıysa, o kurumla da yaşanacak odur...Gül, o makamda, sürekli yakından takip edilmenin gerginliğini yaşayacak.Bu kaçınılmaz...’

Pekiyi... Bütün bu gelişmelerin bir kırılma noktası var mı...

‘Var...Yüksek Öğrenim Kurumu... Yani YÖK... Hükümet-Çankaya çizgisinde üniversitelere dönük bir düzenleme yapılmaya kalkışıldığı anda neler olabileceğini bilemeyiz. Ama bildiğim sonu kolay tahmin edilemez bir krizin patlak vereceğidir. Kriz ürkütücü olabilir... Bunları, ne kadar hassas bir dönemden geçtiğimizi anlamanız için aktarıyorum...’

Türkiye, sözü edilen anlamda bir krizi kaldıramayacağına göre, nasıl tedbir alınabilir...

‘Bütün sorumluluk artık Abdullah Gül’de. Konu, Başbakan Erdoğan’ı da aşan bir noktaya varabilir. Yani Gül’ün izleyeceği politikalar ülkeyi çok da rahatlatabilir... Ya da büyük bir krize yol açabilir... Cumhurbaşkanı adayının sanırım, düzenlediği basın toplantısında laiklik başta anayasal düzen ile güvenceler vermesi bu tür bir kaygıdan kaynaklanıyor.’

Ankara’da son durum, Batı basınında yer alan tarzda bir krizin olmadığı fakat Türkiye’nin yüksek oranlı ‘kriz potansiyeli’ taşıdığır...

Star, 16.8.2007

Ardan ZENTÜRK

17.08.2007


 

ABD, ‘Roma’nın çöküşü’nü mü yaşıyor?

Türkiye’deki cumhurbaşkanlığı seçiminden İran Devrim Muhafızları’nı terörist ilan etmeye kadar her olayda, sınırlarının bu kadar dışında bile varlığını hissettiren Amerikan gücünün sonunun olabileceğini nedense zihnimizin bir köşesinde yer ayırmıyoruz.

Gerek felaket senaryoları üretmeye yatkın tiplerin, gerekse Amerikan muhalefeti adına gücünü mutlaklaştırmayanların ortak noktaları en azından tarih bilgisi ve bilinci ışığında devlerin de zaaf noktaları, güçlerinin sonlu, en azından sınırlı olduğunu kavramaktan uzak görünmeleri...

Amerikan sistemine gönül verenlerin onu Üçüncü Roma yahut ‘pax Americana’ olarak adlandırmaktan büyük haz duydukları kesin. Bu tanımlama çabasında kendini Roma’nın devamı olarak algılayan tarihsel bir süreklilik vurgusu ve “Roma barışı”na yapılan gönderme söz konusu. Ancak Amerika’nın kendini Roma gibi bir imparatorluk olarak takdim etmesi sadece geçmişe duyulan romantik bir özlemden ibaret değil. Amerika’nın bir zamanlar emperyalizm kavramsallaştırması etrafında oluşturulan “medeniyet yayma” gibi evrensel misyon iddiasının çok gerilerde kalmasının yanısıra kapitalizmin küresel boyut kazanmasıyla muhatap olduğu, hesaplaşmak zorunda kaldığı eleştiri oklarından kaçınma isteği de yatmaktadır.

Amerika’yı Roma İmparatorluğu’na benzetenlerin imparatorluk düşüncesinin olumlu çağrışımından istifade ile dünya genelinde yürütülen askeri ve ekonomik operasyonlara meşruiyet kazandırmayı hedeflediklerini belirtmeye gerek yok. Tıpkı merkezin uzaklarında lejyonerler barındıran, askeri garnizonlar bulundurarak güvenliğini sağlayan Roma (pax Romana) gibi Amerika da küresel operasyonlarını bir güvenlik sorunu olarak sunmakta ve bunu için de imparatorluk söylemi hayli kullanışlı gelmektedir.

Kapitalizm ve emperyalizm eleştirisini bir şekilde savuşturma amacını da güden “imparatorluk” söyleminin çağrıştırdığı “pax Americana” yakıştırmasının yaslandığı pax Romana arasında yapısal benzerlikler bulunmakla beraber geldiği noktada bu imparatorluk söyleminin kullanıma sürülmesinin tesadüfi olmadığı gibi, hiç de barışı çağrıştırmamakta olduğunu en azından çevremizde olanlardan anlayabiliyoruz. Toynbee’nin de belirttiği gibi en azından başlangıçta, Roma’da lejyonerler ve geniş coğrafyaya dağılan askeri garnizonlar o bölgenin anlaşma çerçevesinde güvenlik şemsiyesi içine alınması anlamına geliyordu. Böylece imparatorluk gücünü sınırlarının ötesine taşıyarak Roma barışı diye bilinen sistemi gerçekleştirdi. Amerika’nın dünyanın değişik yerlerindeki operasyon adı altında yürüttüğü işgal ve saldırıların bir tür Roma misyonunu üstlenmesi gibi tarihi amaca hizmet ettiği fikrinin batılı bilinçaltında işlenmek gibi bir hedefi olduğu muhakkak.

Amerika’nın imparatorluğa dönüşmesi ‘pax Romana’dan farklı anlamlara geldiği kadar benzeşmelere de işaret ediyor. Nitekim bu meyanda Amerikan “Sayıştay Başkanı”nın Financial Times’a verdiği beyanata, Amerikan sisteminin karakteri, geleceği ve zaafları açısından bir uyarı niteliğinde olduğu için gündemin dışına çıkma pahasına değinmek zorundayım. Amerika’ya Roma’nın akıbetini hatırlatma ihtiyacı duyan Sayıştay Başkanı David Walker adeta kaçınılmaz bir sondan bahsediyor ve bunu ilginç gerekçelere dayandırıyor. Ülkesinin şu anki durumu ile Roma’nın sonunu getiren sebepler arasında benzerlikler kurarak bunları şu şekilde sıralıyor: Ahlaki değerlerde aşınma, siyasi nezaketin azalması, ülke dışında askeri operasyonların aşırı genişlemesi, merkezi hükümetin sorumsuz mali politikaları...

Amerikan’ın mali sisteminin denetiminden sorumlu bir yetkilinin tarihi tecrübeyi göz önüne alarak yaptığı bu uyarının bizim için, ‘Amerika dışı dünya’ için anlamı üstünde durmakta yarar var. Daha önce Amerikan sistemini yani pax Americana’yı açımlarken iki unsura dikkat çekmiştim: pax (tax+pox) Americana. Burada Pox, salgın hastalık frengi demektir. Amerikan sisteminin ahlaki çöküntüsü ve salgın biçimde tüm dünyaya yaymak istediği kapitalist (ilişkiler-ahlak) hastalığıdır. Tax, vergi anlamına gelir ki bugünkü Amerikan yayılmacılığını karakterize eder. Her imparatorluk paylaşımdan çok haraç toplama esasına dayanır. Amerika da imparatorluğa özendikçe hele düşüşe geçen imparatorluk olarak daha çok haraç toplamaya ihtiyaç hissetmektedir. Bu anlamda düşüşe geçen her imparatorluk gibi Amerika’nın da gücünü kaybettikçe daha fazla saldırgan özellikler sergilemesi kaçınılmaz görünüyor.

Bu süreçte küresel kapitalizm ile Amerikan sistemi arasındaki ilişkinin yeni bir boyut kazandığını, kapitalist sistemin ulus devletlerin sırtından beslendiği, güçlendiği dönemin yeni bir aşamaya geldiğini hatırlatmakla yetinelim.

Pox+tax bileşenine yaslanan pax Americana gücünün zirvesinde göründüğü bu dönemde en büyük zaaflarını beraberinde taşıyor. Bu durumu kavramadan felaket tellallığı yapanların da, her şeye muktedir Amerika tablosu çizenlerin de bu gücü mutlaklaştırdıklarının farkına varamayız.

Yeni Şafak, 16.8.2007

Akif EMRE

17.08.2007


 

Coni kredisini ödemedi, sıkıntısı bize düştü

Mortgage (morgıç diye okunuyor) kelimesini ilk duyduğunuzda ne kadar da heyecanlanmıştınız değil mi? Zar zor telaffuz ettiğiniz bu kelimenin sizi ev sahibi yapacağını, yıllardır hayalini kurduğunuz pembe panjurlara kavuşacağınızı düşünmüştünüz!

İşte o hayallerimizi süsleyen sihirli kelime bugün Türkiye’yi ciddi bir sıkıntıyla karşı karşıya bıraktı. Hem de daha ülkemizde uygulanmaya bile başlamadan. Nimetini göremeden külfetiyle karşı karşıya kaldık. Elin A m e r i k a l ı s ı morgıç kredisini ödemedi, sıkıntısı bize düştü. Dünyanın en büyük t a h v i l fonlarından biri o l a n A B D ’ l i Pimco, “Türk tahvili almayın” diye fetva yayınladı. Neden? Türkiye’nin şansızlığı mıdır yoksa beceriksizliği mi, bilinmez. Siyasi istikrarı bulsak ekonomik istikrarı bulamayız. Ekonomik istikrarın ucundan yakalasak, siyasi istikrar kaybolur. Her ikisini bulduğumuzda da bu sefer dışarıdan bir dalga gelir her şeyi bozar. İşte bu sefer de aynen öyle oldu.

PARA BİTTİ

Şimdi bir düşünün... Türkiye seçimlerini tamamlamış, yüzde 47 ile tek başına bir parti iktidara gelmiş. Enflasyon yüzde 6.9’a kadar gerilemiş. Bütçe açığınızı, yıl başında hedeflediğiniz rakamın da yarısına düşüreceğinizi tüm dünyaya ilan etmişsiniz. Üstelik, yabancı yatırımcı gelsin diye faizlerinizi yüzde 17.50’lerde tutuyorsunuz. Türkiye’ye oluk oluk para akması için her şey müsait değil mi? Ama olmuyor. Amerikan merkez bankası faizlerini yavaş yavaş yükseltmeye başlıyor. Bu durum, (değişken faizlerle) olur olmaz herkese dağıtılan mortgage kredilerinin geri dönüşünü zorlaştırıyor. Para bolluğuyla dünyanın her yerinde karlı karsız bulduğu her şirketi satın alan dev fonlar bir anda seçici olmaya başlayıp para saçmaktan vazgeçiyor... Ve sonuç; para bitti pembe günler gitti...

Şimdi yukarıdaki “neden?” sorumuza dönelim... Pimco uluslararası yatırımcılara neden, “Türk tahvili almayın” dedi. Nedeni basit; Çünkü Türkiye’nin 30 milyar dolarları aşan cari açık sorunu var. dünyadaki para bolluğunda, yüksek faizle bu açığı finanse edebiliyorduk. Ancak şimdi paranın maliyeti arttı, yüksek faizimizin cazibesi azaldı. Döviz yükseldikçe bu cazibe daha da azalacak. Yatırımına güvenli limanlar arayan uluslar arası sermaye, daha az riskli Amerikan ve Alman kağıtlarına yönelecek.

YATIRIMIN PARASI FAİZE

Bu ortamda Merkez Bankası, yüzde 6.9’lara kadar gerilemiş enflasyonu dikkate alıp faizleri düşürebilir mi? Düşüremez.Yakın zamanda düşürmesi de mümkün değil. Türk halkı, yüksek faizde kalarak Coni’nin morgıç faturasını ödeyecek. Bunun başka yolu yok.

Daha önce de yazmıştık. Türkiye ne zaman IMF ile masaya otursa, öncesinde mutlaka bir sıkıntı patlak veriyor. Ortalık toz duman. Ve önümüzde IMF görüşmeleri var. Masada hem bu yılın hem gelecek yılın bütçesi olacak. Maliye’nin bütçe açığını yarı yarıya düşüren revizyonu sayesinde daha az borçlanıp bono ve tahvil faizlerini indirmeyi planlayan Hazine’nin tüm hesapları bozuldu. Bu ortamda 2008 bütçesinden yatırım beklemek zor. Yatırıma harcamamız gereken sınırlı kaynaklarımızdan biraz daha kesinti yapıp faize ödemek zorunda kalacağız. Anlayacağınız; Japon ev kadınlarının mutfak masraflarını finanse ettiğimiz yetmiyormuş gibi, şimdi de elin Amerikalısının “morgıç” ını kapatmaya çalışacağız.

Bugün, 16.8.2007

Erdoğan SÜZER

17.08.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri