|
|
|
İçini dolduralım |
Altı ok, altı ilkeyi simgeliyordu... Bunların “cumhuriyetin temel ilkeleri” olduğu söyleniyordu, aynı zamanda “kendini devletle özdeş sayan” Cumhuriyet Halk Partisi’nin de temel ilkeleriydi, bayrağına da girmişti... Nelerdi bunlar?
Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, devrimcilik, devletçilik, halkçılık, laiklik... Güzel şeyler. Hiçkimse ağzını açamaz, hiçkimse karşı çıkamaz. Akan suları durduran bir ilkeler ki ilelebet payidar kalacak bir ilkeler...
Aralarında demokrasi, düşünce özgürlüğü, inanç özgürlüğü, sosyal adalet, hukuk devleti falan gibi kavramlar yok. O kadarcık kusur kadı kızında bile bulunur. Nobody is perfect...
Bakalım bu güzellikler uygulamada ne sonuç vermiş, nasıl yorumlanıp nasıl hayata geçirilmiş? Şu lafların içini dolduralım:
1) Cumhuriyetçilik: Şekilde kaldı. Değişmez ve putlaştırılan bir cumhurbaşkanı, padişahın yerine geçirildi, o kadar. Tek parti diktası kuruldu. Halka, serbest seçimle yönetici değiştirme hakkı da tanınmadı. Celal Bayar’a kadar hiçbir devlet başkanımız seçim kazanarak gelmemiştir, bu Osman Gazi için de geçerlidir, “İsmet Gazi” için de...
2) Milliyetçilik: Irkçılığa dönüştürüldü. “Güneş-dil teorisi”, “Hitit Türkleri” gibi bilim dışı olmadık saçmalıklar icat edildi. Eğitimde beyin yıkama yolu seçildi. Faşist İtalya ve Almanya’dan, komünist Rusya’dan “yavrukurt örgütü”, “gençlik spor şenlikleri” gibi uygulamalar ithal edildi. Azınlıkların bir kısmı gönderildi, kalanlar da baskı altına alındı. Yasal kılıf içinde de olsa “etnik temizlik” yapıldı. Temizliğin yasal olmayan kısmı daha önce başkaları tarafından yapılmış, asmaya kesmeye artık gerek kalmamıştı. “Kamu görevlerinin dışında tutmak”, “özel vergi salmak” gibi daha ince yöntemler uygulandı.
3) Devrimcilik: Asla bir “sosyal devrim” şeklinde algılanmadı. Devrim, bir “yaşama biçimi devrimi” oldu ve serpuş, yazı, takvim, tatil günü vesaire değiştirildi. Ecevit bunlara “üstyapı devrimi” demiştir ama bunun hatırlatılması bugün birçok ulusalcıyı rahatsız edecektir. Türk devrimi Fransız devrimine benzetilmeye çalışıldı ama uzaktan yakından ilgisi yoktu.
4) Devletçilik: Ekonomide serbest piyasa düzeninden güdümlü ve tekelci devlet kapitalizmine dönüldü. Bu yüzden yokluk ve kıtlık çekildi. Yabancı sermaye kovulduğu, yerli sermaye çok yetersiz kaldığı için dişe dokunur hiçbir yatırım yapılamadı, yoksulluk ve geri kalmışlık çemberi kırılamadı.
5) Halkçılık: Lafta kaldı. Halka hiçbir özgürlük bırakılmadı. Lafta kalan halkçılık kavramı daha sonra “köycülük ve köylücülük” şeklinde yozlaştırıldı, ama köylüyü kalkındırmak değil, onu kontrol altında tutmak amacı güdüldü. Sosyal değişim istenmedi. Köylüyü işçi sınıfına dönüştürmek hiç mi hiç arzu edilmedi, toplumsal hareketlilikten çok korkuldu.
6) Laiklik: Klasik tanımı olan “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” değil, “dinin devlet tarafından baskı altına alınması” şeklinde yorumlandı. Din adamı devlet memuruna dönüştürüldü, merkezi din otoritesi başbakanlığa bağlandı. “Ruhban sınıfı” tasfiye edildi. (İslam’da ruhban sınıfı yoktur diyenlere inanmayın, vardır. Olmaması sosyoloji bilimine aykırı kaçardı.) Baskı altına alınan din, daha sonra “patlama” şeklinde gündeme geri geldi. Tıpkı, darbe ya da muhtıralarla baskı altına alınan halk iradesinin daha sonra çok daha güçlenmiş olarak geri dönmesi gibi!...
Altı ok zagonunun hüküm sürdüğü yıllarda ayrıca basın özgürlüğü de yoktu, sendika özgürlüğü de yoktu, grev ve lokavt hakları da yoktu.
İşte gördünüz, halk fırsatını bulur bulmaz onu niçin başından attı ve 1950 yılından beri CHP’ye iktidar vermiyor, anladınız.
Ama isterseniz, halkın özgürlük ve refah arayışını “karşıdevrim” olarak niteleyip elli yedi yıl daha nal toplamaya devam ediniz. Mustafa Sarıgül bile “bu şekilde CHP ancak 2059 yılında seçim kazanır” diyor...
Kendisini düzeltiyorum, 2159 yılında bile kazanamaz! Deniz Baykal, Irmak Kaykal, Dere Çaykal, Mustafa Sarıgül, Mahsun Kırmızıgül, Yılmaz Morgül, hiç farketmez..
Akşam, 31 Temmuz 2007
|
Engin ARDIÇ
01.08.2007
|
|
|
Önyargı |
Sürekli korku ve baskıyla yönlendirilen bir düşünce sistematiği içinde yetiştiğimiz için “farklı” gördüğümüz her şeye tepkiyle yaklaşıyoruz.
Gelişen olayları birikimlerimizin süzgecinden geçirip bağımsız şekilde değerlendirmek yerine, zihnimizin dolaplarını açıp hazır bir önyargıyı kullanıyoruz.
Aslında düşünmek yerine hazır bir yargıyı kullanmak kimi zaman işimize geliyor da olabilir tabii.
Ancak gerek dini cemaatler, gerek laik cemaatlerin önyargıları içinde yetişmiş olmak hazır kalıplara yönlendiriyor bizi.
AK Parti listelerinden seçilmiş bir hukukçunun anayasa ile ilgili bir önerisi, iktidar partisiyle ilgili önyargıları harekete geçiriyor.
Anayasayı en sert şekilde eleştirenler bile dehşete düşmüş bir halde tepki gösteriyor.
Bir milletvekilinin bile düşünce ve ifade özgürlüğünü kullanmasından rahatsız olabiliyoruz.
Benzer bir tavrı Kürt kökenli milletvekillerinin seçilmesinde de görüyoruz.
Başbakanda bile bu gruba karşı bir önyargının varlığı görülüyor.
Aslında bölgeden siyasetin dilini kullanmak isteyen isimlerin Meclis çatısı altına girmiş olmaları şiddeti ülke gündeminden çıkarıp atmak için büyük bir fırsat.
Her gün şehit cenazesi haberi almaktansa el ele verip terörü bölgenin ve ülkenin bir gerçeği olmaktan çıkarmak daha akılcı değil mi sizce de?
Önyargılarımıza başvurup her türlü çözüm kapısını kapatmak ve sorunu sadece şiddetle çözme kararı almak daha mı doğru olur dersiniz?
Yarım asrı aşan çok partili hayat tecrübesi, ekonominin geldiği büyüklük, giderek büyüyen bir orta sınıf ve son seçimde alınan sonuç, bu ülke insanının artık “önyargı” kalıplarıyla düşünmek ve yaşamak istemediğini açıkça gösteriyor.
Bu ülke adına siyaset yapmaya soyunanların bu mesajı iyi almaları ve önyargılarından kurtulup her olayda yeni bir tavır geliştirmelerinde yarar var.
Sabah, 31 Temmuz 2007
|
Ergun BABAHAN
01.08.2007
|
|
|
Çok çok acayip bir şey |
… Taaaa başından beri, yani siyasi (veya ne haltsa) yazılarımın ilki olan “Kim gafil kim cahil” yazımdan (seçimden üç ay önce falan yazmıştım) beri demek istediğim çok basit:
Bu halka “temizlenmesi gerekenler”, “temizlenmesi gerekmeyenler” gözüyle bakamazsınız. Sevseniz de sevmeseniz de kendinizden farklı düşünen, farklı davranan, farklı giyinen insanları kabul etmek zorundayız. Kapalısı açığı, açığı kapalısını memleketin “sade” bir gerçeği olarak kabul edecek. Nokta! Buna mecbursunuz. Karşı tarafı “bizim hayat stilimizi yok etmeye çalışıyorlar” diye suçlarken bir dönüp kendinize bakın: SİZ NE YAPIYORSUNUZ? Siz ne kadar müdahale ediyor, karışıyor, eleştiriyorsunuz?.. Bir bakın, bir düşünün dedim, demeye çalıştım.
…
Başı kapalı bir kız hiçbir zaman en yakın arkadaşım olmadı. Karşılıklı ağır ön yargılarımız nedeniyle tahmin ediyorum böyle bir arkadaşlığı kimse zorlamadı. Fakat görüyorum. Sokaklarda beraber yürüyorlar, beraber gülüşüp beraber kızıyorlar. Hoşuma gidiyor.
Öte yandan benim iş yerimde tek bir örtülü kızın olmayışı garibime gidiyor. Apartmanımda var, sokağımda var, üniversitemde peruklu veya şapkalı olarak var ama gazetemde yok! Ne benim gazetemde ne de başkasının gazetesinde. Yedi gazete değiştirdim bugüne kadar hiçbirinde yoktu.
Bankalarda var mıdır? Yok. Borsada var mıdır? Yok. Reklam ajanslarında var mıdır? Yok. Migros’ta, Tansaş’ta var mıdır? Yok. Kasiyer olarak da mı propaganda yapacaklar yani?
Ve bizler, “kadın özgürlüğü”nü savunan ilericiler, bunu çok normal buluyoruz. Belediye’de de olmasınlar, İslamcı sermayede de olmasınlar, tatil köylerinde de olmasınlar diyoruz.
Bu çok acayip bir şey değil mi? Hatta çok çok acayip bir şey değil mi?
Ekmek parasından söz ediyoruz, beyler hanımlar, ideolojiden değil!
Bugün başınızı kapatsanız elinizdeki CV ile benzer işinizi bulabilir misiniz bir düşünün.. Benzer iş, benzer maaş, benzer saygınlık..
Sözünü etmeye çalıştığım işte buydu. Hadisesin insan ve özellikle kadın boyutu. Halk aşıklığı, iktidar yalakalığı falan değil.
Vatan, 31 Temmuz 2007
|
Tuğçe BARAN
01.08.2007
|
|
|
Zamanlama |
Yarım asırı deviren ömrümde siyasetçi taifesinden de.. Siyasetçi olmak isteyen amatör gönüllülerden de.. En çok işittiğim laflardan biri ‘şimdi zamanı değil’ lafıdır.. Zamanı ne zaman?
İddiaya göre, zamanın ‘ne zaman’ olduğunu en iyi bu devlet yönetme arzusuyla yanıp tutuşan zevat biliyor.
Madem bu kadar iyi biliyorlardı da...
Niye ‘zamanı değil’ ya da ‘şimdi erken’ tekerlemeleri arasında, cumhuriyetin geldiği nokta İnsani Kalkınma Endeksi’nde 96’lık?
Ve Yunanistan neden 24. sıraya yükseldi?
‘Tam zamanıdır’ dense ve statükonun emrine girilmese şimdi çok daha zengin ve özgür olacaktık belki de.
***
Yunanistan, darbecilerini yargılayıp ömür boyu hapse tıkarken, Türkiye 27 yılda cuntacıları koruyan geçici 15. maddeyi kaldıramadı.
‘Zamanı değil...’
‘Şimdi erken’ diye diye 12 Eylül’ün mahkumu olageldik.
Şimdi gene aynı terane...
Zafer Üskül ‘sivil anayasa’ mı diyor?
‘Zamanlama’ dehası zevat cevap veriyor:
‘Demokratik sivil anayasa için şimdi erken.’
E, ne yapalım?
Cevap:
‘Atatürkçü sivil anayasa yapalım.’
‘Zamanı değil’ diyerek ‘demokrasiye’ karşı ‘tek parti ideolojisi’ savunulabilir mi?
Statüko zehirli sarmaşık gibi zihinleri sararsa tabii ki savunulabilir.
***
‘Zamanı değil...’
Ya da ‘şimdi erken’ demek...
‘Bu iş eskisi gibi sürsün’ demenin kibarcası.
İşsizlik...
Yoksulluk...
Ulusal fakirlik...
Bölgeler arası eşitsizlik...
Gelir dağılımı uçurumu...
Bunların pençesindeki adama gidip, ‘işleri düzeltmek için vakit erken’ ya da ‘zamanı değil’ diyebilir misin?
***
Siyaset o yığınlarla konuşurken tam tersini ifade ediyor.
Radikal çözümü an sektirmeden gerçekleştireceğini söylüyor.
Nitekim o istikamette hareket edenler de yığınsal destek alıyor.
Peki, sorunları çözmenin yolu ne?
Demokrasi...
İnsan hakları...
Ve piyasa ekonomisinin derin ve tavizsiz adımları değil mi?
O halde...
Neyin zamanı değil?
***
CHP Genel Başkanı ve Başbakan Bülent Ecevit, Atatürk’ün ölümünün 31. yıldönümünde, 10 Kasım 1969 yılında, CHP’nin resmi yayın organı Ulus gazetesi’ne şunları yazıyordu:
‘Atatürk’ün Türkiye’yi tek parti ile yönettiği bir gerçektir.
Ama tek parti döneminde Türkiye’nin bütün sorunlarının çözümlenemediği, ekonomik ve toplumsal alt yapının büyük ölçüde değiştirilemediği de bir gerçektir.
Eğer öyle olmasaydı, bugün büyük kurtarıcının ölümünden otuz bir yıl sonra, hala toprak reformu, sanayileşme, ekonomik hayatın yeniden düzenlemesi, sosyal adalet ve sosyal güvenlik, kamu hizmetlerinin mutsuz çoğunluğun yararına yönetilmesi gibi konuları tartışır durur muyduk?’
Tek parti ideolojisinden arındırılmış bir anayasa tartışmasını zamansız bulanlar, otuz sekiz yıl önceki Bülent Ecevit konumundan bile daha geriler.
***
Baykal bu tartışmalara ne diyor?
‘Dakka bir, gol bir.’
Eğer golü ilk dakikada atamazsan, maçı kazanmak zor olur.
Hele maç demokrasi maçı ise ve atılacak gol demokrasi için ise...
Türk halkı, ‘zamanı değil’ diyen statüko mühendisleri yüzünden maçı hep kaybetti.
Zamanı şimdi değilse, ne zaman?
Star, 31 Temmuz 2007
|
Mehmet ALTAN
01.08.2007
|
|
|
Peki bu silâhlar ne için? |
ABD, Suudi Arabistan ve beş körfez ülkesiyle 20 milyar dolarlık silah anlaşması yapıyor. Dışişleri ve Savurma bakanları bu satış için görüşmeler yapıyor.
Washington İsrail’e 30 milyar dolarlık askeri yardım yapacak. 250 savaş uçağı bulunan S. Arabistan hava kuvvetleri, İsrail’den sonra bölgenin en güçlü hava kuvveti olacak. İsrail, S. Arabistan’ın bu şekilde silahlanmasına karşı çıkmıyor. Garip değil mi? Değil. Çünkü bu silahlanmanın amacı İran nüfuzunu kırmak.
Buna karşı İran, Rusya ile 250 savaş uçağını içeren anlaşma yapıyor. Yanısıra 10 tanker uçağı alıyor. Böylece İran’ın savaş uçağı sayısı 600’e çıkacak. Bu satış programının içinde füzeler de var.
Irak’tan çekilirken ülkenin orta ve kuzeyinde dev askeri üsler kurma kararında olan ABD, Suudi, Umman, Kuveyt gibi Körfez ülkelerini aşırı oranda silahlandırıyor.
Yakın çevremizde, milyarlarca dolar harcanarak kontrolsüz bir silahlanma yarışı başladı. Bu silahlar ne için bölgeye yığılıyor?
Bu gelişmeler Türkiye’ye nasıl yansıyacak? Lübnan’dan Kuzey Irak’a, Filistin’den Pakistan’a kadar bütün bölgede tehlikeli bir oyun sergileniyor ve dünyanın belli başlı bütün güçleri oyunun içinde. Enerji-silah dengesi üzerine bir dünya kuruluyor. Türkiye içinde yaşanan kavgaları besleyen en önemli gelişme bunlar.
İki yıl sonra nasıl bir Irak olacak? Nasıl bir kuzey Irak, nasıl bir Lübnan, nasıl bir Suriye, nasıl bir İran olacak sorularına net cevabı olan var mı? Bence yok. Türkiye’de hiçbir siyasi tarafın, bu sorulara verecek bir cevabı yok. Çünkü hepsi, bir çözüm önermek, bir politika belirlemek, strateji üretmek ve ortaya koymak yerine, sorunu erteleme geleneğine sahip. Bugüne kadar hep bunu yaptılar. Böyle olmaya da devam edecek gibi.
İşte umudu korumak, iyimserliği devam ettirmek için gerçekçi, somut politikalar geliştirmek zorunlu. İyimserliğin şaşkınlığa dönüşmemesi için bu uykuya devam etmek telafisi güç zararlara yol açabilir.
Sanki herkes takiyye yapıyor!
Yeni Şafak, 31 Temmuz 2007
|
İbrahim KARAGÜL
01.08.2007
|
|
|
Kemalizm eleştirisi |
AKP’den milletvekili seçilen Prof. Zafer Üskül, 12 Eylül askeri rejiminin ürünü olan 1982 Anayasası’na egemen olan “Kemalist ideoloji”den arınmış “renksiz” sivil bir Anayasa yapılmasını önerince hayli tepki topladı.
The New York Times’ın seçim öncesi Türkiye analizinde 22 Temmuz’un “erken” yorumu sayılabilecek çarpıcı bir değerlendirme vardı.
Gazete, AKP’nin geleneksel muhafazakâr tabanı dışında liberallerin de laik elitlere ve onların destekçisi orduya sırtlarını döndüğü, böylece ülkeye egemen olan “Atatürk, laiklik ve cumhuriyet” ittifakının çözülmekte olduğu mesajını verdi.
Cumhuriyet mitingleriyle desteklenen laikliğin güvencesi CHP’ydi.
CHP’nin korku salarak, topluma hiçbir sosyal ekonomik program sunmadan, MHP ile koalisyon projesine dayalı “milliyetçi sol” ideolojiye bağlanarak iktidara gelmesi olanaksızdı. Bu gerçeği göremeyen CHP politbürosu, “Nerede hata yaptık?” demek yerine halkı suçlamaya devam ediyor.
Milliyet, 31 Temmuz 2007
|
Derya SAZAK
01.08.2007
|
|
|
|