Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Altı kazık partisi niye kazanamıyor?

“Altı Kazık Partisi”ne gönül verenleri bir kez olsun sevin-direcek seçim formülü yok mu? Neden acıların partisi oldular? Neden yenilecekleri baştan belli seçime kazanacakmış gibi girerler? Bir bilsem..

Aklımın erdiğinden bu yana sayıyorum, sekiz genel seçimi profesyonel olarak gazete ofislerinde yaşamışım..

Aklımın yarım erdiği zamanları da sayarsanız dokuz, hatta on seçim şahitliği yapar..

Bir o kadar da mahalli seçimi hesaba katın.. İnsan ömrüne yetecek kadar seçim tecrübesi eder..

“Eeee?” diyeceklere cevabım şudur: Bugüne kadar “Altı Kazık Partisi”ni tutanların mutlu olduğu bir seçime şahit olmadım..

***

Sebebi üzerine düşündüğümde aklıma gelenleri yüksek sesle sayıklıyorum..

Bir kere “Altı Kazık Partisi” seçim kazanmak için tasarlanmamış.. Tek partili sisteme, tek seçmenli düzene göre dizayn edilmiş bir parti.. Tek partinin başkanı, cumhuriyetin kurucusu Atatürkümüz.. Cumhuriyet’in tek seçmeni de o..

Dört yılda bir eline A4 formatında birkaç yaprak kâğıt alıyor.. Kimlerin milletvekili olacağını, hangi ilden seçileceklerini tek tek yazıyor..

Vilayetlerin; tekmili birden 67 parça eder, aday listesi tamamlandığında elindeki kâğıdı görevlilere verip “Seçime sokun bunları, bakalım kazanacaklar mı?” diyor..

ZAFERİN SIRRI.

Atatürkümüz, hayatı boyunca hiç seçim kaybetmedi..

İstemezleri bunu “ikinci bir partinin katıldığı seçime asla girmemesine..” bağlarlar..

Kulak asmayın.. Bana sorarsanız seçimlerdeki başarısının sırrı “muhteşem” tek seçiciliği sayesindedir.. Bir defasında iki partili seçime heves etti.. Serbest Fırka’yı kurdurdu..

O zamanlar seçmen çok bilinçsizdi.. Bilinçsiz oldukları için de vatanı kurtaran partiyi, vatanın kurtulmasından altı yıl sonra sandıkta silmeye heveslendiler..

Serbest Fırka’nın lideri Fethi Bey baktı ki “Altı Kazık Partisi”ne gönül verenler çok mutsuz olacak.. Üstelik o partidekiler de kendi arkadaşları..

“Bir kıçı kırık demokrasi için arkadaş kalbi kırmaya değmez..” deyip kendi partisini, kuruluşundan iki ay sonra kendisi kapattı.. Tek partili demokrasi rahat nefes aldı..

***

Aynı heves İsmet Paşa’da da vardı.. Ne varsa bu çok partili demokraside?

O da tuttu, Demokrat Parti’nin kurulmasına izin verdi..

Çok partili sistemimizin hakiki “Beygir Partisi” budur..

1946 seçimlerinde görüldü ki seçmen hâlâ bilinçsiz.. Kendi başlarına bıraksan tamamı “Beygir Partisi”ne oy verecek..

Ama Paşa’nın kafasında “kuyrukları birbirine değmeyen” kırk tilki dolaştığından tedbirini aldı.. “Beygir Partisi” sınırlı sayıda ilde seçime girebiliyordu..

Hepsini kazansa bile iktidar olamazdı.. Maksat ahaliyi demokrasiye alıştırmaktı..

SANDIK SAPITTI

Bir tedbir de partinin ileri gelenleri içindi.. Onlar iki ilden birden seçime girebiliyordu.. Birini kaybetse bile diğerinden Meclis’e girmeleri garanti edilmişti..

Lakin dedim ya!

Demokratik rejim iyi ama ahali nankör.. Hepsi birden “Beygir partisi”ne meylettiler..

Memleketi İkinci Dünya Savaşı’na sokmayıp vatanı ikinci kez kurtaran İsmet Paşa’yı sandıktan silmeye kalkıştılar..

Bereket versin o zamanlar; izan sahibi, gün görmüş, iyiyi kötüyü ayırabilen sandık görevlileri vardı..

“Beygir Partisi”ne atılan oyları ayırdılar.. “Bunlar aslında Paşa’ya verilmiş oylardır.. O hepimizin babası değil mi?” fikrinden gidip “Altı Kazık Partisi”ne yazdılar..

Sonuç değil, niyetin önemli olduğu böylece anlaşıldı.. Kazanan demokrasi oldu..

***

“Altı Kazık Partisi”nin ebedi mutsuzluğu 1950 seçimiyle başlar.. Aylardan Mayıs’tı.. Seçimler iktidar değişikliğine gebeydi.. Anam da bana gebeydi..

O günlerde çok partili seçim sistemi meyvesini verdi, İsmet Paşa tahtından indirildi..

Ben o günlerde anamın karnındaki son bir ayımı “demokrasinin yedek parçası” olarak geçiriyordum..

UZUN BİR ARA..

1954 ve 1957 seçimleri “Altı Kazık Partisi”nin yüzünün gülmediği seçimlerdir..

Belli oldu ki iki ayda bir seçim yapılsa bile sandıktan asla “Altı Kazık Partisi” çıkmayacak..

Vatandaş zapt edilmiyordu.. “Bireysel siyasi iradenin dışa vurumu” konusunda çok partili hayatımızın en aktif günleri yaşanıyordu.. (...)

***

O günlerde demokrasiyi, serbestlik olarak algılayan ahali zıvanadan çıktı..(...)

Memura, hükümet adamına saygı kalmadı.. Hele subayların yüzüne bakan olmuyordu.. (...)

Demokrasi, bu kadar demokratlığı kaldıramadığından ihtilâl oldu..

Vatan, 25.7.2007

Selahattin DUMAN

26.07.2007


 

Demirel: Ankara’nın yetkileri eyaletlere devredilmeli

9. Cumhurbaşkanımız Sayın Süleyman Demirel’le Yerel Siyaset Dergisi için yaptığım röportajda ilginç açıklama ve öngörüler vardı. Bunları dergi dışında kamuoyu ile çok fazla paylaşma imkânım olmadı. Gerçekten de Sayın Demirel’in siyasi duruşunu zorlayan açıklamalardı bunlar aslında.

Kendisine; “Türkiye’de merkez bürokrasi uzun zamandan beri yetkiyi devretme, yerelleşme ve kaynakların merkezden yerele dağıtımı noktasında bu yetkileri devretmekten kaçınıyor zaman zaman. Türkiye bu anlamda yerelleşme ya da yerinden yönetimi nasıl yakalayabilir?” diye sorduğumda şu cevabı vermişti: “Yakalayamaz. Yetkiyi devretmediğiniz müddetçe kör topal gider kendinizi aldatmış olursunuz. Birisine bir görev verdiğiniz takdirde ona yetki de vermeniz lazımdır. Yoksa işlemez. Türkiye’nin kurulduğu günden beri sıkıntısı merkeziyetçiliktir. Ve bu merkeziyetçilik hadisesi Türkiye’nin 1924 anayasasında da yer almıştır. Yani adem-i merkeziyetçilik olarak yer almıştır. Merkezden yönetim yerine yerinden yönetim yapacağız diye yer almıştır. Ama bir türlü yapılamamıştır. Her gelen idare yerinden yönetime yönelmiştir, fakat istenen şekilde randıman sağlayacak yetki devri yapılmamıştır.”

Üniterlik bozulur mu

Ve yerelleşme çabalarını kastederek şunları ekledi: “Bazı şeylere yürütmeye üniterliği bozmamak koşulu ile mecburuz. Üniterliği zedeler korkusu var diye bu merkeziyetçiliği yürütemeyiz. Üniterliği zedelememek şartıyla bazı şeyleri yapmak zorundayız.”

Gerçekten de Cumhuriyetin ilk yılları yetki devrinin ve adem-i merkezleşmenin sonraki dönemlere göre daha fazla uygulama zemini bulduğu dönemlerdi. Yasal altyapı anlamında da 24 anayasası bu açıdan başarılı sayılan bir anayasadır.

Sonrasında Sayın Demirel beni de şaşırtan ve merkezi oligarşinin iktidarı için panzehir hükmündeki şu sözleri sarf etti: “Türkiye’nin 81 tane ili var. Bu sayı 100’e çıkacak. En cesur yönetim şekli eyalet sistemidir. Yani yüz tane ili Ankara’dan idare etmek mümkün değil. Bugün Ankara’nın yetkilerini eyaletlere devretmek lazım.”

Peki yerinden yönetimi güçlendirmek adına ne yapılması gerekir? Demirel’in önerisi il seviyesinde halkın iştirakinin biraz daha güçlendirilmesi ve seçilmiş kişilerle atanmış kişilerin ahenginin daha iyi sağlaması.

Bu konuşmaların yapıldığı günlerde İktidar Partisi’nin yerel yönetimlerle ilgili düzenlemeleri gündemde idi. Kamu reformu tartışmaları ise kamuoyunun yakından takip ettiği konular arasında idi. Başbakan Erdoğan’ın yerel yönetimler reformu konusundaki performansını sorduğumda aldığım cevap da aynen şöyle oldu: “Bazen geçici palyatif tedbirler, esas tedbirin alınmasını da önlüyor. Ben daha ileri daha net, cesur tedbirler istiyorum. Siz bir yöneticisiniz yöneticiye sorumluluğu kendine ait olmak üzere yetki verilmesi lazım. Sorumluluk verilip yetki verilmiyorsa bu sistem çalışmıyor. Yani korkmamak lâzım.”

Demirel Cumhurbaşkanı olsa

Demirel bu sözleri sarf edince aklıma hemen şu geldi, Ak Parti iktidarı döneminde sayın Demirel Cumhurbaşkanı olsaydı, yasa tasarılarının kanunlaşması ve Cumhurbaşkanınca onaylanması daha mı kolay olurdu. Zira Sayın Sezer, kamu reformu çerçevesinde çıkarılan ve yerel yönetimlere kimi konularda yetki devri öngören yasaları kırmızı çizgiler bağlamında değerlendirerek bazı maddeleri, gerekçelerini de yazarak değiştirilmek üzere Meclis’e yollamıştı. Belki de makamda olmakla olmamak arasında bir fark var. Bu farkı Sayın Demirel çok iyi biliyor ve bu cesur açıklamaları rahatça yapabiliyor. Ama koltukta oturuyor olsaydı sistemin hassasiyetlerini gözetmek adına aynı tavrı o da sergiler miydi bilemeyeceğim.

Kamu reformu başarıldı mı

“Bugüne değin yapılan kamu reformları başarılı olabilmiş midir?” diye sorduğumda aldığım cevaba lütfen dikkat buyurunuz:

“Bakınız bu ihtiyacı herkes duyuyor. Osmanlı döneminde de bu ihtiyaç duyulmuş. Osmanlı döneminde partiler ortaya çıkmaya başladığında bir Ahrar Partisi var. Bu Prens Sabahattin’in partisidir. Ahrar Partisi’nin programında adem-i merkeziyetçilik söz konusudur. Ve eyalet sistemi söz konusudur. Ordunun siyasete karışmaması söz konusudur. Bu yaklaşım 1924 Anayasası’nda var. O günden beri düşünülmüş, taşınılmış, ihtiyaç hissedilmiş fakat çeşitli sebeplerle sadece kabiliyetsizlik değil biraz da tarihi sebeplerle, cesur adımlar atılamamış. İlacı dozunda almadığınız takdirde yararlı olmaz. Türkiye dozunda ilacını alamamış, bugün de alamamış. Önümüzdeki zaman içinde Türkiye’nin yapacağı iş, bir büyük devlet reformudur. Bu devlet reformu içerisinde bir yerel reform da olmalıdır”

28 Şubat sürecinin mimarlarından olduğu üzerinde birçok kimsenin ittifak ettiği Sayın Demirel’den bu açıklamaların sadır olması ne kadar enteresan değil mi?

Referans, 25.7.2007

Akif ÇARKÇI

26.07.2007


 

Bundan sonra ne yapmalı?

Seçimleri izleyen ilk haftalarda toplumun gündemini, doğal olarak, TBMM Başkanlığı, Cumhurbaşkanlığı seçimi, oluşacak yeni kabine gibi konular oluşturacaktır.

Bu konular önemlidir ama unutmayalım bu konular rutin konulardır ve şöyle ya da böyle sonuçlanmasının ülkenin geleceğini belirlemede rolü abartılmamalıdır.

Cumhurbaşkanlığı meselesi belki söz konusu rutin konular arasında farklı bir yere sahip gibi durmaktadır ama siyasi tercih parlamenter rejimin güçlendirilmesi ise bu konu bile sıradan bir konudur.

Cumhurbaşkanlığı makamına yüklenen biraz da abartılı sembolik anlam nedeniyle 16 Nisan Çankaya süreci sancılı olmuştur, uzlaşma olmadığı iddiası ile yer yerinden oynatılmıştır. Ama bugün aranan uzlaşma zaten seçmen düzeyinde gerçekleşmiştir; TBMM’ye düşen de, hukuk devleti evrensel tanımı içinde kalındığı sürece, demokratik sistemlerin tartışmasız patronu olan seçmenin direktiflerine uymaktır.

22 Temmuz sonrasının gerçek gündemi ise demokrasiyi, hukuk devletini daha da güçlendirirken, yüksek büyüme oranlarını kalıcı hale getirmektir.

Avrupa Birliği müzakere süreci ise geniş seçmen kitlelerinin temel beklentisi olan demokrasiyi, hukuk devletini ve sürdürülebilir yüksek büyüme oranlarını sağlama konusunda çok detaylı bir yol haritası, bir pusula, bir rehber niteliğindedir.

Arkada bıraktığımız dört buçuk senede hem demokraside, hem AB sürecinde hem de yüksek büyüme konusunda olumlu adımlar atmış olan Adalet ve Kalkınma Partisi de 22 Temmuz seçimlerinde yüzde 46,5 gibi muhteşem bir skor yakalayarak ülkemiz için gerekli dönüşümleri yaşama geçirmek konusunda seçmenden direktif almış bulunmaktadır.

Bundan sonra Türkiye’nin gündemi kapsamlı bir hukuk devleti mücadelesidir.

Bu mücadele kime karşı yapılacak derseniz bu konuya da başka bir yazıda değinmek istiyorum ama okurlarımız da bu kesimi bir ölçüde biliyorlar diye düşünüyorum.

Demokratikleşme, hukuk devleti mücadelesi ve AB sürecinin etkili ve kalıcı olması da yeni sivil bir anayasa girişiminden geçmektedir.

Sözün özü

Yeni dönem TBMM’nin temsil sorununu da geride bırakması bir ‘kurucu meclis’ gibi çalışmasının ve yeni, demokratik, sivil bir anayasa hazırlamasının da kanımca önünü açmıştır.

Çok geniş bir oy tabanına oturan AKP’ye de bu sürecin lokomotifi olma görevi düşmektedir.

Askeri darbe ürünü olmayan demokratik, AB standartlarında bir anayasanın hazırlanması ve seçmenlerin yüzde seksen altısının temsil edileceği yeni TBMM’de kabul edilmesi demokratikleşme süreci ve buna bağlı hale gelen sürdürülebilir büyümenin artık bir gereğidir.

Star, 25.7.2007

Eser KARAKAŞ

26.07.2007


 

CHP asla iktidara gelemez

CHP’yi ne Mustafa Sarıgül kurtarabilir, ne Mahzun Kırmızıgül, ne de Yılmaz Morgül.

CHP sağa da kaysa iktidara gelemez, sola da kaysa iktidara gelemez, ortada da dursa iktidara gelemez, amuda da kalksa iktidara gelemez.

(Birtakım kart tilkilerin yönlendirmeleri doğrultusunda koalisyona giremez demedim, tek başına “salt” iktidardan sözediyorum.)

CHP bir memur partisidir. Devletin partisidir, bürokrasinin partisidir. Bürokratik oligarşinin partisidir. Yani, adında halk kelimesi geçen parti, halkın partisi değildir.

Sağa kaysa, sağcılığı “ondan daha iyi yapanlar” vardır, aslı varken kimse taklidini seçmez. Bunu, geçen pazar günü de gördük.

Sola kaysa, evet, solda kimse yoktur ama halk sol istemiyor ki!

CHP’nin hiçbir umar yolu, çıkar yolu yoktur. CHP, “hileli ve şaibeli” 1946 seçimlerini bir yana bırakırsak iktidarı ilk serbest ve doğru dürüst seçimde, 1950 yılında kaybetmiştir, bir daha da geri dönememiştir. Dönemez, dönemeyecektir.

Bürokrasinin dönem dönem “teşrifatı bir yana bırakarak” iktidara doğrudan ve sertçe el koyması, CHP’nin dönmesi anlamına gelmez. “Arkadaşlarıdır” gelenler.

CHP, dönem dönem “ortanın solu” ayakları çekse de dönemeyecektir, dönem dönem “ulusalcı takılsa” da dönemeyecektir.

Baykal ve emirerleri, bunu çok iyi biliyorlar. Bildikleri için de “yiyemeyecekleri yemeğin önüne oturmuyorlar”... Baykal son derece gerçekçi bir adam, ve kendisine kızmak şöyle dursun, “partisini hiç olmazsa bu noktalarda tuttuğu için” kutlamak bile gerekir. “Yüzme geyiklerini” bıraktığınız gün bunu göreceksiniz.

İdris Küçükömer’e küfür eden budalalardan çok daha gerçekçidir Deniz Baykal.

Görevi, gerçek görevi, bürokrat oligarşinin çıkarları doğrultusunda, halkın kilit iktidar noktalarını ele geçirmesini mümkün mertebe önlemektir, bunu da iyi kötü başarmıştır.

Misyonu, dikta sökmeyince bulunmuş bir uzlaşmayı, “çifte Ankara hükümeti sistemini” mümkün mertebe korumaktır. Halka bırakılmak zorunda kalınan “mevzileri” terketmek, “tutabilecekleri hatta” direnmek...

Vallahi, Eskişehir-Kütahya çarpışmalarının ardından “askerlik ilminin icabatını yerine getirerek” oraları bırakıp Sakarya ırmağının doğusuna çekilmek gibi bir şey ha!

Sayın Baykal politikacı olmasa, örneğin gençliğinde bıraktığı bilim adamı kimliğini hatırlasa, tabii bir de dili varsa, kurtuluş savaşımızın da aslında bir “halk savaşı” falan olmadığını, bir bürokrat mücadelesi olduğunu, halkın alt tarafı “İstanbul hükümeti tarafından değil de ona başkaldıran Ankara hükümeti tarafından askere alındığını” kabul edecek...

Aklıma gelmişken, hem ona hem de size sorayım:

İnönü hangi serbest seçimi kazanmıştı da önce milletvekili sonra da cumhurbaşkanı seçilmişti yahu? 1939 mu, 1943 mü?

Peki Atatürk? 1927 mi, 1935 mi?

Yani şu, CHP’nin, katılma oranı yüzde kaç olursa olsun yüzde 100 oy topladığı seçimler mi? O zaman iktidar çantada kekliktir tabii. Boşuna mı birtakım huysuz ihtiyarlar “aah o otuzlu yıllar” diye ağlaşıyorlar?

Akşam, 25.7.2007

Engin ARDIÇ

26.07.2007


 

Menderes: Acele işe şeytan karışır

Aydın Menderes dedi ki:

- Bence Mehmet Ağar hemen istifa etmemeliydi. Eleştirilirdi. Eleştirilsin. Tansu Çiller de acele bırakıp gitmişti.

DP “hukuk gereği” 45 gün içinde yeni başkanını seçecek. Menderes’e göre:

- 45 gün çok kısa bir süre.

- Acele işe şeytan karışır.

- Her kafadan bir ses çıkar, parti maceracıların elinde kalır.

- Sayın Menderes, çare?

- Parti yönetimi toplanır, Nevzat Ercan’ ı “ Genel Başkan Vekili “ yapar... O da bir formül bulup, kongreyi en az yılbaşına kadar erteler.

- Sonra?

- Bu süreçte kavga etmeden, bağırıp çağırmadan çözüm aranır. Büyük bir camiayız. Tecrübeliler dinlenir, bir yol bulunur.

Sabah, 25.7.2007

Yavuz DONAT

26.07.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004