Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 20 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

Medeniyetler tarihi ve sonuçları

I. Kavram olarak medeniyet

Medeniyet, kelimesi “şehre gelmek” anlamına gelen me-de-ne kökünden gelmektedir. Avrupa’da bu kelimenin karşılığı olan “civilisation” kelimesi 19. yüzyılda kullanılmaya başlanmıştır. Osmanlı aydınlarının medeniyet kelimesini kullanmaya başlaması ise, Tanzimat dönemine rastlar. Kavrama ilk işaret edenlerden birisi İbn Haldun’dur. İbn Haldun, bu kelimenin karşılığı olarak, şehirlilik anlamına gelen “hadarilik” kelimesini kullanır. Hadarilik bedevi toplumlara göre, daha çok gelişmiş toplumları ifade eden bir kelimedir.

II. Medeniyetin temelleri

Üstad Bediüzzaman Said Nursî, medeniyeti pek çok müellifin aksine, somut görünümlerinden çok, manevî temelleriyle açıklamıştır. İnsanların ortaya koydukları eserler ve yaşama biçimlerinden ziyade, bunların şekillenmesini sağlayan prensiplere dikkat çekmiştir. Bu prensipler Risâle-i Nur’da iki ana grup içerisinde ele alınarak incelenir.

Bunlardan birisi, kaynağını vahiyden alan Yaratıcı’nın yaratılmışlara vaz etmiş olduğu prensiplerdir. Nasılki Yaratıcı’nın irade sıfatından kaynaklanan şeriatıyla, fizik âlemde mükemmel bir işleyiş sağlanıyorsa; kelâm sıfatından kaynaklanan şeriatıyla da, insanların yaratılış amaçlarına uygun yaşamaları hedeflenmiştir.

Şuur sahibi bir varlık olarak yaratılan insan da, Yüce Yaratıcı’nın açık teklifine muhatap kılınmıştır. Bunlardan birisi, Fatır-ı Hakîm’in irade ve kelâm sıfatından kaynaklanan isteklerine uymak, diğeri ise bunları reddederek, varlık âleminde cereyan eden genel âhengin dışına çıkmaktır.

İşte, hakkı, adaleti, fazileti, kardeşliği, yardımlaşmayı ve yüksek değerleri esas almak varlığın genel âhenginin bir parçasıdır, yani fıtrî bir durumdur. Risâle-i Nur’da bu durum Kur’ân medeniyeti, medeniyet-i hakikiye, Asya medeniyeti, şeriat-ı garradaki medeniyet, müminlerin medeniyeti şeklinde ifâde edilir. Bu medeniyet, toplumda adaleti ve eşitliği, sevgi ve kucaklaşmayı, barış ve kardeşliği, birlik ve dayanışmayı, ruhi tekâmül ve insaniyeten ilerlemeyi sağlar. Ferdî hayatta ise, her şeyin sahibi karşısında fakir, kudreti nihayetsiz olan Malik-i Kerim karşısında acizdir. Yüce Yaratıcının rızasından başka, cenneti bile düşünmeyen bir abd-i azizdir.

III. Mimsiz medeniyet

Varlığın genel ritmine uymayan medeniyet ise, vahiyden bağımsız hayat düsturlarını esas alır. Risâle-i Nur’da, “Garp medeniyet-i sefihanesi”, “Avrupa’nın medeniyeti”, “Medeniyet-i Garbiye-i Hazıra”, “Garp medeniyet-i zalime-i hâzırası”, “medeniyet-i hâzıra”, “mimsiz medeniyet”, “sefih medeniyet”, “muzır bir medeniyet” gibi isimlerle isimlendirilen bu medeniyet insanlığın yaratılış amacına uygun değildir.

Toplumsal hayatta, kuvvet, menfaat, ırkçılık, çatışma ve nefsin emirlerine uyma hâkimdir. Bu esasların hâkim olduğu toplumlarda, tecavüz, sıkıntı, çarpışma, düşmanlık ve ruhen hayvanlaşmak sözkonusudur. Ferdî hayatta ise, zilleti kabul eden bir miskin, hasis bir menfaat için şeytanın ayağını öpecek kadar alçak, nefsinden başka hiçbir şeyi sevmeyen bir nefisperest ve en hasis şeye ibadet eden ve menfaat gördüğü her şeyi kendine rab telakki eden bir zelil firavundur.

Üstad Bediüzzaman Said Nursî, bu medeniyeti medeniyet libası giymiş bir vahşet olarak niteler. Bu iki medeniyeti şu örnekle kıyaslar:

"Nurşin karyesindeki Seydânın meclisine git, bak. Orada fukarâ kıyâfetinde melikler, padişahlar ve insan elbisesinde melâikeleri bir sohbet-i kudsiyede göreceksin. Sonra Paris'e git ve en büyük localarına gir. Göreceksin ki, akrepler insan libâsı giymişler ve ifritler adam sûretini almışlar, ilâ âhir..." (Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nuriye, s. 221, Y.A.N.)

IV. İki medeniyet silsilesi

Bu iki medeniyet, Hz. Âdem’den bu yana var olagelmiştir. Birincisi nübüvvet silsilesi; ikincisi ise, dinden bağımsız felsefe tarafından desteklenmiştir. Bu gerçek, pek çok tarihi kalıntı üzerinde de görülebilmektedir. Meselâ, tarih boyunca insanların inşa etmiş oldukları mabetler nübüvvet inancının izlerini yansıtırken; heykel ve resimler de vahiyden bağımsız felsefenin izlerini taşımaktadır. Said Nursî, bu resim ve heykelleri “ya bir zulm-ı mütehaccir veya bir riyay-ı mütecessid veya bir heves-i mütecessim” olarak nitelendirmiştir.

V. Kur’ân medeniyeti

Kur’ân medeniyeti, coğrafya ile sınırlı bir kavram değildir. Nerede bir güzellik varsa; o Kur’ân medeniyetinin bir parçasıdır. Müslüman olmayan toplumların sahip oldukları güzellikler ve teknolojik gelişmeler de Kur’ân medeniyetinin içinde yer alır. Çünkü, insanoğlu sürekli iyi ve güzel olana meyilli olarak yaratılmıştır. “kâinatta maksud-u bizzat hayırlar ve güzelliklerdir. Her şeyin kemale bir meyli vardır” (İşârâtü’l-İ’câz).

Şuur sahibi olan insan, aklı ve vicdanının da yardımıyla hak ve hakikati bulmaya yetenekli olarak yaratılmıştır. Bu açıdan, Amerika’daki bir kişinin teknolojik çalışmaları, Hindistan’daki bir kişinin dürüstlüğü, Türkiye’deki bir kişinin yardımseverliği, Almanya’daki bir kişinin temizliği ve çalışkanlığı Kur’ân medeniyetinin bir parçasıdır. Müslümanların her davranışı Kur’ânî olmadığı gibi, Müslüman olmayanların da bütün davranışları Kur’ân dışı değildir.

Batıdaki olumlu gelişmelerde, insan fıtratındaki akıl ve vicdan gibi cihazlar yanında, geçmiş dönemlerden süzülerek gelen İlâhî vahyin tesirleri ve doğrudan Kur’ân-ı Kerim’den öğrendikleri hakikatler etkili olmuştur. Batılılar, Haçlı Seferleri, Endülüs Emevileri ve Sicilyalı tüccarlar ve İslam medreseleri yoluyla İslâm’dan öğrendiklerini uygulayarak bugünkü gelişmelerini sağlamışlardır. Ancak, bugün mânevî açıdan hâlâ Kur’ân’ın hakikatlarıne şiddetle muhtaçtırlar.

VI. Maddî terakkî ve mucizeler

Peygamberler, yaşadıkları dönemlerde Kur’ân medeniyetinin esaslarını anlatarak, insanların dünya ve ahiret saadetine kavuşmaları için çabalamışlardır. Onlar, mânevî cihette bir önder oldukları gibi, maddî cihette de önder olarak gönderilmişlerdir. Peygamber mucizeleri maddî terakkînin en uç noktalarını göstermiştir. Hz. Âdem’e eşyanın isim ve hakikatinin vahyedilmesi, Hz. Nuh’a gemi yapımının öğretilmesi, Hz. Davut’a demire şekil verme mucizesinin verilmesi ve Hz. Süleyman’a uçma mucizesinin ihsan edilmesi bu çerçevedeki örneklerdendir.

Bu açıdan, Kur’ân medeniyeti insanın ruhen tekâmül etmesini sağladığı gibi, dünyevi/teknolojik olarak da ilerlemesini amaçlamıştır. Müslümanların manen tefessüh etmesi nasıl ki Kur’ân medeniyetine aykırı ise, madden geri kalmaları da aykırıdır.

VII. Taklit hastalığı

Bugün, yaşadığımız problemlerin temelinde Kur’ân medeniyetine yeterince sahip olamayışımız yatmaktadır. Sefih Batı medeniyeti medya ve küreselleşmenin diğer aygıtlarıyla, insanlar üzerinde çağdaş bir esaret kurmaktadır. Sürekli savaş ve çatışmaların yaşanması, tüketim çılgınlığının zarurî olmayan pek çok şeyi zarurî gibi göstererek insanları sıkıntıya sokması, ahlâksızlık ve sefahatin gençleri hedef alarak büyük tahribatlar yapması, kadınların bir meta gibi kullanılması, tembellik ve nemelâzımcılığın yaygınlaşması, faizin yaygınlaşarak zekât ve yardımlaşmanın zayıflaması, menfaat ve nefisperestliğin insanları istilâ etmesi sefih medeniyete esir olunmasının bir sonucudur. Bu konuda Bediüzzaman, Müslümanları özellikle gençleri medeniyetin sefih kısmını taklit etmemeleri konusunda ikaz etmiştir.

VIII. Kur’ân medeniyetinin hedefleri

Kur’ân’ın mesajları evrensel nitelik taşır. İnsanlığın bütününe huzur ve mutluluk getirmeyi hedefler. Kur’ân ancak umumun, en azından ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder. Batı medeniyeti ise, insanlığın yüzde seksenini meşakkat ve şekavete sevk etmiştir. Bugün insanlık Kur’ân’ın barış, kardeşlik, yardımlaşma, adalet gibi kavramları çevresinde toplanmaktadır. Geçtiğimiz yıllarda Irak’ın işgal edilmesi üzerine dünyanın hemen hemen bütün ülkelerinde işgali tel'in eden gösterilerin yapılması, insanlığı barış ve kardeşlik gibi Kur’ân medeniyetinin özellikleri çevresinde birleştiğini göstermektedir.

Sonuç

Bütün bu değerlendirmeler ışığında, Kur’ân medeniyetinin üstünlüğünü sağlayan müspet esaslar, kâinattaki vücud, hayır ve hüsün hakikatlarıyla örtüşmektedir. kâinattaki âhenk ve süreklilik bu müspet esaslarla temin edilmiştir. Aynı özelliklerle donanmış Kur’ân medeniyeti de sürekli ve sürdürülebilir vasıfta kalacaktır. Kâinatın âhenkli işleyişinde hakim düsturların müspet esaslar oluşu, Kur’ân ve kâinatın birbirleriyle uyumunu netice vermekte, böylece kâinatın özü olan insanın huzur ve sükûnunun kalıcı ve temel prensipleri ortaya çıkmaktadır. Menfî esasların hâkim olduğu hazır medeniyet ise uzun ömürlü olmayacaktır. Çünkü, menfîliğin ömrü kısa, tesiri geçicidir. Menfî hiçbir zaman kalıcı olmamıştır. İnşallah istikbaldeki İslâmiyetin kuvveti ile medeniyetin iyilikleri üstün gelerek, yeryüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-ı umumiyi de temin edecektir.

20.07.2007


 

Soru-Cevap

Soru: Şeytan, Cehennem ateşinden mi yaratılmıştır? Eğer Cehennem ateşinden yaratılmışsa, şeytan ahirette nasıl cezalandırılacaktır? Cevap: Cenâb-ı Hak cinleri dumansız, yalın bir ateşten yarattığını Hicr Sûresi’nin 27. ayeti ile Rahman Suresi’nin 15. ayetinde bildirmiştir. Hz. Âdem’e secde etmeyen İblis ise, cin nevindendir. (Kehf: 18/50) İblis, Kur’ân’da geçen şekliyle; “Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın” (Sad: 76) diyerek Cenâb-ı Hakk’ın emrini yerine getirmemiş ve huzurdan kovulmuştur.

İnsanların iyi ve kötüleri olduğu gibi cinlerin Müslüman olanları ve kâfir olanları da vardır. Bu nedenle şeytanlar; hem insanlardan, hem cinlerden olabilir. Nitekim En’am Sûresi’nin 112. ayetinde insî ve cinnî şeytanların varlıklarından bahsedilmiştir. Bediüzzaman, şeytanların pîri olan İblis’in en önemli vesvesesinin kendini, kendine tabi olanlara inkâr ettirmesi olduğunu söyler ve şu noktaya dikkat çeker: “İnsanlarda şeytan vazifesini gören cesetli ervâh-ı habise bilmüşahede bulunduğu gibi, cinnîden cesetsiz ervâh-ı habise dahi bulunduğu, o katiyettedir. Eğer onlar maddî ceset giyseydiler, bu şerir insanların aynı olacaktılar. Hem eğer bu insan suretindeki insi şeytanlar cesetlerini çıkarabilseydiler, o cinnî iblisler olacaktılar.” (Lem’alar, s: 85) Ayrıca, Bediüzzaman insî şeytanların cinnî şeytanlardan çok büyük bir zulüm ve küfre düşebileceklerine işaret etmiştir. Çünkü değerli bir şeyin bozulması, değersiz bir şeyin bozulmasından daha fazla olabilmektedir. Örneğin, süt ve yoğurt ekşiseler ve bozulmaya yüz tutsalar bile, yine değişik şekillerde kullanılarak yenilebilirler. Oysa tereyağ bozulsa yenilemediği gibi zehir hükmüne geçer. Cinlerden daha üstün bir fıtrat ve istidatta yaratılan insan da bozulduğunda şeytanlıkta çok daha ileri bir noktaya gelebilmektedir.

Kokuşmuş maddelerin kokusundan zevk alan haşereler gibi, ya da ısırarak zehirlemekten lezzet alan yılanlar gibi, şeytanlar da dalalet bataklığındaki şerler ve kötü ahlâklardan lezzet alırlar, bunlarla iftihar ederler. Küfrün ve dalaletin çirkinlikleri, zulümleri ve cinayetleri onlara lezzet verir. Bu durum, aynı zamanda, şeytanın kalbinde zerre kadar iman nuru ve güzel ahlâk olmadığının da bir belirtisidir.

Şeytanın Cehennem ateşinde yanıp yanmayacağıyla ilgili İmam Azam Ebû Hanife’nin hayatında yaşadığı şu hadiseden bahsedilir. İmam-ı Azam Hazretlerine bir ateist, bir mutezile, bir de cebriyeci üç kimse gelir. Ateist sorar: “Allah varsa, var olan görülür. Varsa ispat et.” Akılcı olan mutezile sorar: “Cehennemde ateş var. Şeytan ateşten yaratılmıştır. Şeytana ceza vermek mümkün mü?” Cebriyeci de sorar: “Sen ise irade-i cüz’iyye var diyorsun. Her şeyin Hâlıkı Allah iken insan ne yapabilir ki?”

İmam-ı Azam Hazretleri, yerden üç avuç nemli toprağı top gibi yapıp, her topu birine atar. Üçü de, durumu kadıya şikâyet eder. Kadı niye çamur topu attığını sorar. İmam-ı Azam Hazretleri der ki: “Bunlar bana soru sordu, ben de cevap verdim. Ateist, 'Allah varsa, var olan şeyin görünmesi gerekir' demişti. 'Toprak başımı acıttı' dedi. Madem ağrı var, ağrıyı göstermesi lazımdır. Ağrıyı bile göremeyen Allah’ı nasıl görebilir ki? Ateist akılsızdır, aklı varsa göstermesi gerekir. Ruh da akıl gibi görünmez, ama yaptıklarından anlaşılır. Kâinatın var olması da onun bir yaratıcısının olması gerektiğini gösterir. Mutezile olan ise, topraktan yaratılmış olduğu halde, çamur toptan etkilendi. Toprak topraktan etkilendiğine göre ateş de ateşten etkilenir. Demir testeresi demiri kestiği gibi, ateş de ateşi yakar. Cebriyeci ise; ‘Allah her işi zorla yaptırır’ diyordu. O zaman o toprağı Allah attı, bu beni niye şikâyet ediyor? Kendi kendini yalanlamış oluyor.”

Cenâb-ı Hak Hz. Âdem’i (a.s.) topraktan yaratmıştır. Diğer insanların bedenleri de toprak maddelerinden meydana gelmiştir. Bununla beraber insan bedeni için birebir topraktır demek mümkün değildir. Beden, toprağın birçok mertebelerden geçmesinden ve hal değiştirmesinden meydana gelmiştir. Sonuçta beden, farklı birçok hücre, doku ve organlardan oluşur. Bunun gibi, şeytan da ateşten yaratılmış olsa bile birebir ateş değildir. Dolayısıyla Cehennem ateşi onu da yakabilir.

Bediüzzaman; “Cennet olmazsa belki Cehennem tâzib etmez. Zemherîrsiz olmuyor; ger zemherîr olmazsa, o da ihrak edemez” (Sözler, s: 661) diyerek Cehennem’in en büyük azabının Cennetin varlığı olmasına vurgu yapmıştır. Diğer taraftan ise hadislerde “zemherir” namında, soğuğuyla yakan bir Cehennem ateşinin varlığından bahsedilir. “Nâr-ı Beyza” denilen ateşin öyle bir derecesi vardır ki, sıcaklığı etrafına yaymaz. Tersine etrafındaki sıcaklığı tamamıyla kendine çektiği için soğukluğuyla yakar, suyu buz eder. İşte ateşin tüm mertebelerinin bulunduğu Cehennemin bir kısmı Zemherirdir. (Bkz: Sözler, s: 237; İşaratü’l İ’caz, s: 181; Muhakemat, s: 62–3) Bu nedenle şeytanların Cehennem ateşinden etkilenmemesi söz konusu değildir.

Sonuç olarak, Cehennem ateşinin tesirini men edecek ve emân verecek yalnız iman gibi bir madde-i manevîye ve İslâmiyet gibi bir zırh olabilir. (Bkz: Sözler, s: 237)

[Risâle-i Nur Enstitüsü |

Soru&Cevap Köşesi]

-Tel: +90 212 513 1110-

http://www.risaleinurenstitusu.org

20.07.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004