Risâle-i Nur mesleğinde siyaset - I
Risâle-i Nur mesleği ile Siyasal İslâm anlayışı farkının en belirgin olduğu alan hiç şüphesiz siyasettir ve ona karşı takınılan tutumdur.
Peki, Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’un siyasete bakışı nasıldır?
Hiç şüphesiz Bediüzzaman Hazretlerinin hayat serencamında baskın olan tavır, manevî cihad yolu ile İslâmiyete hizmettir. Tahkikî iman kılıncı ile manevî cihadı tercih eden Nursî, hayatının sonuna kadar ferd ve toplumu ıslâh edici bir yaklaşım sergilemiştir.
Risâle-i Nur’un siyasî alana yaklaşımı, Siyasal İslâmcıların algıladığı anlamda ideolojik ve devrimci değil; nurânî, tedricî ve tekâmülcüdür. Yani toplumu ve fertleri ıslâha dönük Rahmânî bir metoddur.
Bu metod, ‘ikaz’ ve ‘irşad’ı içeren “şefkat” odaklıdır. Vicdan boyutlarını nazara alır, hak ve hakikatı düstur edinir. İnsanları siyasetçi, dinsiz, muvafık, muhalif diye sınıflara ayırmadan ‘imana’ ve ‘şefkate’ muhtaç varlıklar olarak görür.
Yani sahabe metodudur...
Said Nursî’nin bu metoduna, Mısır’daki İhvan-ı Müslimîn hareketini büyük emek ve gayretlerle makul bir çizgiye taşıyan kişi olarak bilinen Mısır’ın din önderlerinden merhum Ebu Hasan en-Nedvî de vurgu yapmıştır:
“Benden menkul bir sözüm var. O da şudur: ‘İktidar sahiplerinin imana gelmeleri ve ıslâh olmaları, iman sahiplerinin iktidara gelmelerinden evlâdır, yeğdir. Yani, iman sahiplerinin iktidara gelmek için uğraşmaları yerine, imanın ve gayret-i İslâmiyenin iktidara gelmesi için çalışmalarını daha doğru ve yerinde bulurum. Bu takdirde, İslâm’ı benimseyen kürsü (koltuk) sahipleri onun müdâfii ve hamileri kesilecektirler. Yani amaç, iman sahiplerinin devleti ele geçirmeleri olmamalı, belki toplumu, devleti ve devlet ricâlini ıslâh ve irşad olmalıdır. Devleti ele geçirme ve istilâ yerine, yöneticilerin İslâm’a kazandırılmaları daha şık ve muvafık olur.” (Mustafa Özcan, Köprü Dergisi, Güz 2000, s.76-77)
Risâle-i Nur mesleği, dünyaya ve siyasete bakarken “dünyevîleşme” tuzağına da düşmez. Hadiselerin iman ile bağını koparmaz. Hadiselere bakarken imanı ve onun üzerimizdeki uzantılarını bir tarafa bırakmaz. Tutumunu onları da nazara alarak belirler.
“Zira Bediüzzaman, hayatının her ânında, her hal ve şartta Kur’ân’ı rehber edinmiş bir mü’mindir. Onun için dünya parça parça değildir. Yer ayrı, gök ayrı; ev ayrı, sokak ayrı; cemiyet hayatı ayrı, siyaset sahnesi ayrı değildir. Her bir daireye imânî nazarla bakar; ona göre tavır alır.” (Köprü Dergisi, Bahar-1995; Karabaşoğlu Metin, s. 17)
Şu dikkat çekici yorum Bediüzzaman’ındır: “Hayat-ı içtimâiye bir yolculuktur. Şu zamanda Kur’ân’ın nuriyle gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi. Mülevves ve ufunetli bir çamur içinde kafile-i beşer düşe kalka gidiyor. Bir kısmı, selâmetli bir yolda gider. Bir kısmı mümkün olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ekseri o ufunetli, pis, çamurlu bataklık içinde karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmisi sarhoşluk sebebi ile o pis çamuru misk ü amber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor. Düşerek kalkarak gider tâ boğulur. Yüzde sekseni ise bataklığı anlar, ufunetli pis olduğunu hisseder. Fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu göremiyorlar.
İşte bunlara karşı iki çare var:
Birisi: Topuz ile o sarhoş yirmisini ayıltmaktır.
İkincisi: Bir nur göstermekle mütehayyirlere selâmet yolunu irâe etmektir.
Ben bakıyorum ki; yirmiye karşı seksen adam, elinde topuz tutuyor. Halbuki o biçare ve mütehayyir olan seksene karşı hakkıyla nur gösterilmiyor. Gösterilse de; bir elinde hem sopa, hem nur olduğu için emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam, ‘Acaba nurla beni celbedip topuzla dövmek mi istiyor?’ diye telaş eder. Hem de bazan arızalarla topuz kırıldığı vakit, nur dahi uçar ve söner...” (13. Mektub)
Bediüzzaman’ın dünyasında siyaset topuzu yoktur. Onun bütün mesâisi, içimizde ve yanımızda yaşayan ve toplumun çoğunluğunu oluşturan şaşkın insanlardır. Asıl hüner o mütehayyirlere iman nurunu göstermektir.
Bediüzzaman, siyasete bu nazarla bakar. Ona göre “Hakikat-ı İslâmiye, bütün siyasetlerin fevkindedir. Bütün siyasetler dine ancak tâbî ve hizmetkâr olabilir...
Kur’ân dersi olan Risâle-i Nur, bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerinin fevkindedir.
Said Nursî bu temel yaklaşımla insanlığı irşad ve ikaz etmiştir.
Risâle-i Nur’da siyasî ölçüler
Öte yandan ahirzaman müceddidi ve müçtehidi olması itibarı ile Said Nursî, toplumu, diyanet, saltanat ve cihad dairelerinde Kur’ânî istikamete doğru yönlendirdiği gibi siyaset dairesinde aynı istikamette yönlendirecek ölçüler vermiştir.
Özellikle Eski Said’e ait eserlerde bu durum çok barizdir. Divan-ı Harb-i Örfî, Münazarat, Muhakemat, Hutbe-i Şamiye, Sünuhat ve dönemin gazete/mecmualarına yazılan mektup ve nutuklar hep bu istikamettedir. Hayatının son döneminde neşrettiği Emirdağ Lahikası’nn ikinci kısmındaki mektuplar da bu doğrultudadır.
Bediüzzaman, hayatının son döneminde bu hususta şunları söyler:
“Şiddetli hastalık ve sair sebeplerin tesiri ile ben Nurcu kardeşlerimle konuşamadığımdan ve o musahabeden mahrum kaldığımdan, benim bedelime sizler ve Risâle-i Nur’un Kur’ân medresesinde Yeni Said’e verdiği ders ve Eski Said’in Hutbe-i Şamiye ve Zeyilleri gibi hayat-ı içtimâiye medresesinde aldığı dersleri ve konuşmaları bu biçare kardeşiniz bedeline müştak olduğum kardeşlerimle benim yerimde konuşmalarını tevkil ediyorum.” (Emirdağ Lâhikası II, Yeni Asya Neşriyat s. 342)
Risâle-i Nur talebeleri siyasetle ilgili derslerini, tarzlarını ve hizmetlerini Bediüzzaman’ın adres gösterdiği metinlerden alır.
Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’da siyasî alana yaklaşım, partileşme, bir partiye girip kadrolaşma, iktidarı ele geçirme tarzında değildir.
Bunun yerine, vatandaşlık görevi de olan bir partiyi destekleme, ona oy verme, mektup ve lahikalarında ona dua etme, dersleri ve talebeleri ile o partiye kuvvet verme tarzı benimsenmiştir. Bu tarz bilinçli bir tercihtir.
Çünkü, bu ikinci tarz, elmas kuvvetindeki Kur’ân hakikatlerini dünyaya ve siyasete âlet etmek anlamını çağrıştırmıyor.
Bediüzzaman’ın hayat pratiğine baktığımızda bu ikinci tarz açıkça görülür.
Öte yandan şu hakikati unutmamak gerekir: Said Nursî’nin siyaset paradigmasında nirengi nokta “Hürriyet” ve “Adalet” mefhumudur.
Adalet, Kur’ân’ın dört esasından birisidir.
Hürriyet ise Bediüzzaman’ın aşık olduğu bir mefhumdur. O ekmeksiz yaşar ama hürriyetsiz yaşayamaz.
Rahman olan Allah’ın insanlara hediyesi olan hürriyet, Bediüzzaman’a göre, her ruhun “maşukası” ve cevher-i insaniyetin “küfvü”dür. Hürriyet insanla tev’em (ikiz) doğmuştur, o özden ve o ikizden ayrılmak mümkün olamaz. Hürriyetin hayat bulduğu bütün coğrafyalarda ise adalet hükümfermadır.
Bediüzzaman “Ahrarları” (hürriyetçileri), bunun için sevmiş ve Ahrarlar dediği “Demokratlara” bunun için sahip çıkmıştır.
Bediüzzaman hürriyetin zıddı olan “istibdat”tan da aynı şiddette nefret eder.
Onun siyasi hayatını iki kelime özetler: İstibdadın karşısında ve hürriyetin yanında olmak...
Onu dinliyoruz: “İstibdat tahakkümdür, muamele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vahiddir, su-i istimalata gayet müsait bir zemindir, zulmün temelidir, insaniyetin mahisidir (mahvedenidir). Sefalet derelerinin esfel-i safilinine insanı tekerlendiren ve alem-i İslamiyeti zehirlendiren istibdattır.” (Münâzarât, Yeni Asya Neşriyat, 1999, s.15)
—Devamı yarın—
|