Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

‘İslâmcı’ aydınların AKP ile imtihanı

Yaşanan renksizliği en iyi özetleyen gösterge olarak geçen hafta Financial Times’ın yaptığı analiz önemliydi: Türkiye’de seçkin iş çevreleri Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidarda kalmasını istiyorlar ama AKP’ye asla oy vermeyeceklerini söylüyorlar. Tam bir siyasetsizleşme örneği olarak önümüzde duran bu manzara karşısında sadece “oyu CHP’ye (veya başka bir partiye) ama iktidarı AKP’ye veren” seçkin iş çevreleri değil bizzat seçim sonrası tekrar iktidar namzedi siyasi partiden beklentisi olanlar ve partinin kurmaylarının düşünmeleri gerekir.

Bir tür pragmatizm kokan bu durum, bir bakıma Türkiye’nin toplumsal realitesiyle iktisadi ve siyasi seçkinler arasındaki travmatik ilişkiye işaret etmesi bakımından üzerinde durulması gereken bir ilişki biçimini ortaya koyuyor. Bu ilişkinin, Türkiye’nin toplumsal gerçekliğine rağmen siyasetin sınırlarını gösterirken aynı zamanda sosyal gerçekliğe yaslanan siyasi söylemin siyaset etme biçim/ler/i hakkında da farklı bir boyut sunmakta olduğu kuşkusuz.

İktisadi ve siyasi seçkinlerin AKP ile kurdukları bu ikircikli ilişki biçimini hatırlatır biçimde farklı bir boyutta aydınlar düzeyinde yaşanmakta olması durumun daha da vahim hale getiriyor. Özellikle Müslüman/İslamcı aydın olarak bilinen kesimlerin iktidarla imtihanları özelde AKP ile girdikleri ilişki biçimi Türk seçkinlerinin tavrını aratmayacak düzeyde. İster fikir üretiminde, ister akademik uğraş içinde olsun aydın, entelektüel (nasıl adlandırılırsa adlandırılsın) olmanın vazgeçilmez özelliği düşünsel bağımsızlığını zedeleyecek “iktidar ilişkileri”ne mesafeli olmak gibi en azından ahlaki duruşu zorunlu kılar. Bu anlamda Müslüman aydınların hiç de iyi bir sınav vermediği rahatlıkla söylenebilir. Muhalif olmayı entelektüel olmanın temel şartı olarak koyan yaklaşıma bile varmadan, siyasal tercihten çok eklemlenmeye dönüşen bu ilişki biçiminin sorgulanması gerekir.

Üretmekten çok iflah olmaz muhalefetten, sorumsuz entelektüel tavırdan bahsetmediğim açık. Aydın olmak siyasete bigane kalmayı değil gerektiğinde siyasi tavır koyabilme cesaretini gerektirir. Aydın sorumluluğu siyasi tavrı gereği muhalif olmak kadar uyarıcılığı gerektirir. Bu uyarıcılığın anlamlı ve tutarlı olabilmesi için eklemlenme bir yana her ne pahasına olursa olsun bağımsızlığını korumayı zorunlu kılar.

Bir partiye oyunu değil ama iktidarı layık gören seçkinci reflekste ortaya kendini gösteren sistem içi tavır karşısında (burada söz konusu olan başta AKP) aydın tavrına, uyarıcılığına, eleştiriye en fazla ihtiyaç duyulan bir siyasi ortamdan geçiliyor. Oluşturulan aşiret öfkesine dayalı bir siyasi kamplaşma karşısında adeta “sokaktaki adam” tavrıyla aydın olmanın bir arada düşünülemeyeceğini tartışmaya gerek yok.

Gerek iktidar dönemi gerekse son seçim sürecinde İslamcı aydınların bu sınavdan geçtiği söylenemez. Siyasi tercihi ne olursa olsun özellikle medyadan fikir üretimine kadar geniş yelpazede boy gösterenlerin eleştirel tavır bir yana adeta eklemlenmiş bir görüntü vermeleri hem bu ülkenin geleceği hem seslendirdikleri duyarlılıklar adına iç karartıcı bir durum.

Bu süreçte, her şeyden önce bizzat muhtemel muhafazakar iktidarın her zamankinden daha fazla uyarıya, eleştiriye ihtiyacı olacak. Bağımsızlığını koruyamamış aydın kesimden ne tutarlılık beklenebilir ne de eleştirel tavır.

Yeni Şafak, 17.7.2007

Akif EMRE

18.07.2007


 

Bu ne şimdi?

İnsan sürekli olarak yaşadığı ülkeden şikayet eder mi?

Ne bıktırıcı bir şey bu…

Ama her geçen gün bir başka rezaletle karşılaşıyoruz.

Yahu, ne demek bir çete sanığına “üstün hizmet madalyası” vermek?

Veren de bir general.

Üstelik şu anda görevde.

“Sanığın” işlediği iddia edilen suçlar ise öyle az buz şeyler değil.

Danıştay baskınından Cumhuriyet Gazetesi’nin bombalanmasına kadar birçok “provokasyonu” gerçekleştiren bir örgütün yöneticilerinden olmakla suçlanıyor.

Amacı, bu toplumun dengesini ve güvenliğini yok etmek olan bir örgütten söz ediyoruz.

Bir ordunun generali, böyle bir sanığa neden madalya verir?

Bu “madalyanın” anlamı ne?

“Üstün hizmet” ne demek?

Kime hizmet etmiş?

Bu ülkenin halkına hizmet etmediği çok açık.

Öyle çok soru işaretiyle karşı karşıyayız ki…

Madalyayı veren general bunu kendi inisyatifiyle mi yaptı?

Yoksa madalyayı veren generale üstlerimi emir verdi?

Son zamanlarda her türlü tuhaf olayın altından bizim ordu çıkmaya başladı.

Amerika’da Türkiye’yi karıştıracak senaryoların konuşulduğu bir toplantı yapılıyor.

Katılanların arasında bizim generaller.

Anayasa Mahkemesi’nin başkanını öldürmekten, Beyoğlu’nda elli kişinin ölümüne yol açacak bombalamalardan söz ediyorlar.

PKK’nın reislerinin teslim edilmesinin iyi olmayacağını söylüyorlar.

Şemdinli’de görevli astsubaylar dükkan bombalayıp adam öldürüyorlar.

Genelkurmay’ın internet sitesinde yasalara aykırı biçimde muhtıra yayınlayıp toplumu da, siyaseti de, devleti de çığrından çıkartıyorlar.

Ne oluyor?

Ne istiyor ordu?

Yasalarla ve hukukla böylesine zıtlaşan bir ordu olabilir mi?

Biliyorsunuz ülkenin her yanından içinde “emekli subayların” olduğu çeteler fışkırıyor.

Şimdi emekli de olsalar bir zamanlar askerdi bu adamlar.

Teröre, çeteye, suça bu kadar rahat bulaşacak bu adamları nasıl ve kim yetiştirdi?

Kim örgütledi?

Neden örgütledi?

Ve, şimdi neden bu adamlara madalya veriyorlar?

Eğer bu çeteler amaçlarına ulaşsalardı, Türkiye şu anda kanlı bir terör bataklığının içinde debeleniyor olacaktı.

Cinayetlerle, bombalamalarla, ölümlerle sarsılacaktık.

Bizim ordu bütün bu olaylardan sonra “orduyu yıpratmayalım” diye açıklamalar yapıyor.

Bu rezaletleri eleştirenleri “ordu düşmanı” ilan ediyor.

Bence de “orduyu yıpratmayalım.”

Ama ordu, “kendinize çeki düzen verin” diyenler tarafından yıpratılmaz.

Orduyu yıpratmak isteyen biri, “hukuk çizgisinin içinde durun” der mi hiç?

Hukuka saygı göstermek, orduyu yıpratmaz...

Bir ordu, “çete sanıklarına” madalya vererek yıpranır.

Bırakın, saygıdeğer, suçtan uzak, hukuk çizgisinde, güvenilir bir ordumuz olsun.

Mayınların patlamasını önleyin, askere gönderdiğimiz çocuklarımızı iyi koruyun, ardı ardına gelerek insanlarımızı ağlatan şehit cenazelerinin sayısını azaltacak yöntemler bulun, sınırlarımızı savunun, teknolojinizi geliştirin.

Çetelerden uzak durun.

Siyasete karışmaktan vazgeçin.

Bakın, bu ülkenin çok ciddi sorunları var, eğitimi var, sağlığı var, tarımı var; izin verin de onlarla uğraşalım.

Çetecilere madalya vermek de nereden çıktı Allah aşkına.

Niye yapıyorsunuz bunları?

gazetem.net, 16.7. 2007

Ahmet ALTAN

18.07.2007


 

DP yükseliyor

Pazar, saat 18.00.

Bebek’te oturmuş kahve içiyoruz.

“DP yükseliyor” dedi bir arkadaş.

Bir başka arkadaş “Daha da yükselecek” dedi.

Diyecektim ki “Benim de tespitlerim öyle.”

Lâfımı bitiremedim.

Caddede bir kıyamet koptu. Hangi partiye ait olduğu anlaşılamayan bir otobüs, avaz avaz yayına başladı:

- Sayın Bebek sakinleri, 22 Temmuz’da hırsızlar gidiyor.

- Sayın Bebek sakinleri, Bakanlardan birinin 600 evi var. Bir başka Bakan’ın 300 villası var.

- Sayın Bebek sakinleri,

23 Temmuz sabahı, hırsızları Yüce Divan’a yollayacağız.

***

Bu ne biçim üslup?

Bu nasıl bir kampanya?

Sahiden seçim otobüsü mü, yoksa gözü dönmüş bir dizi sarhoş mu?

Basıp gittiler... Hisar’a doğru... kimbilir daha neler söylediler?

Sohbetimize döndük.

Arkadaşlardan biri yine “DP yükseliyor” dedi...

Bir başka arkadaş “Daha da yükselecek” dedi.

Ben de dedim ki:

- Kutuplaşma yerine kucaklaşma... DP, çok huzurlu bir liman’a park’etti.

***

Sonra... O günkü gazetelerde çıkan bir ilâna takıldık:

Başbakan ellerini yukarı kaldırıp teslim olmuş...

Altta da şöyle yazıyor: Tayyip’in terör karşısında duruşu.

Amma da ayıp.

Tayyip ne demek?

TC Başbakanının teröre teslim olması ne demek?

Bunu yapan reklam ajansında hiç mi iz’an yok?

(...)

Arkadaşlardan birisi “Seviye çok düştü” dedi. Bir başka arkadaş -sözde- 60 bin dolarlık saati hatırlatıp bilgisizliğe ve görgüsüzlüğe değindi. Bir başka arkadaş da şöyle bir nutuk çekti:

- Ak mı, kara mı? Yahu sadece 2 parti mi var? İnsanların siyasi tercihleri, soy ağaçları, aşkları, hatıraları ne oldu?

Cevap, ilk arkadaştan geldi:

“DP yükseliyor.”

Öbür arkadaş dedi ki:

“Daha da yükselecek.”

Bana lâf düşmedi:

***

Çünkü, az önceki otobüs, tekrar dönmüş bangır bangır bağırıyordu:

- Sayın Bebek sakinleri, 22 Temmuz’da hırsızlar gidiyor.

Allah Allah.

Ne otobüsü bu?

Kimin otobüsü?

Durun bakayım, ben bu üslubu tanıyorum. Ama nereden tanıyorum, yoo, hiç yabancı gelmiyor. Bu ses, 1980 öncesi katillerin başı Başbakandır diye bağıran sese çok benziyor.

.........

Arkadaşlar aldırmadı.

Biri dedi ki “DP yükseliyor.”

Öbürü dedi ki:

“Daha da yükselecek.”

Sonra eve geldik. HABERTÜRK’ü açtık.

Melih Meriç’in Basın Kulübü’nde Mehmet Ağar’ı izledik. Uzmanlarıyla birlikte.

Posta, 17.7.2007

Rauf TAMER

18.07.2007


 

Banka dâvâlarını HSYK’dan başka duymayan kaldı mı?

Eskiden Amerikan filmlerinde izlerdik. Polis suçluya ulaşmak için parayı ve kadını takip ederdi. Asla yanılmazlar, suçluyu sanki elleriyle koymuş gibi bulurlardı.

Aynı durum şimdi Türkiye’de de karşımızda. Özellikle çete operasyonlarında para ve kadın takibinde öyle ilişkiler ortaya çıkıyor ki, inanılır gibi değil. Bazı yargı mensuplarının çete liderlerini korumak için neler söyledikleri, pavyonlarda Rus kadınları ile parti yapıp parasını ödemedikleri, çete reisine selam söylemeleri bunlardan birkaçı. Manşetlere çıkan bu kirli ilişkiler, ‘yargıda ne oluyor?’ sorusunu gündeme getiriyor.

Geçen hafta gazetelerde şu bilgiler yer aldı: ‘Uyuşturucu çetelerine yönelik teknik takibe, 5 yargı mensubu takıldı. Bunlardan 3 savcı ile bir hakimin, çeteden kadın isterken ‘konseyi toplayın geliyoruz’ diye şifreli konuştukları öğrenildi. İstanbul’daki lüks bir otelde kadınlarla âlem yaptıkları iddia edildi’. Dünkü gazetelerde de benzer haberler vardı: ‘Beyoğlu Adliyesi’nde görev yapan 3 savcı ve 2 hakimin gittikleri pavyonda hesap ödemedikleri ve Rus hayat kadınlarıyla ilişkileri olduğu ortaya çıktı. Hakimin kadınlarla olan ilişki CD’leri Adalet Bakanlığı’na gönderildi. Bakanlık soruşturma başlattı. 2 savcının görev yerleri değiştirildi.’ Bu haberler gazetelerle sınırlı kalmıyor. Televizyonlar da bu bilgileri veriyor. Bunların yargı camiasını rahatsız ettiğini biliyoruz. Milleti adına karar vermek için gecesini gündüzüne katan hakim ve savcıların sessiz çığlıkları mahkeme koridorlarında yankılanıyor. Herkes birbirine soruyor: Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) neden bunlara ağır cezalar veremiyor?

Gazetelerde yer alan her haber aynı zamanda tarihe not olarak düşüyor. İnternette kısa bir arama yapınca her ayrıntı geliyor önünüze. Nuh Mete Yüksel’le ilgili kasetlerden sonra olanlar, Alaaddin Çakıcı’yı korumaya çalışanlara kadar her şey arşivlerde duruyor. Sıradan insanlar bile artık her konuyu soruyor, sorguluyor. Bulamazsa internetten arıyor. Eski Adalet Bakanı Cemil Çiçek ‘yargıda neler oluyor neler’ diyerek yarım kalmış bir tartışmayı yeniden gündeme getirdi ve, ‘İstanbul 8. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Mustafa Akın, niye 5. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı’na atandı?’ diye sordu. Mustafa Akın, kamuoyunun yakından tanıdığı bir isim. Hortumcuların korkulu rüyasıydı. Verdiği kararlara yazdığı gerekçelerle adından çok söz ettirdi. Türkiye’nin ‘kültürlü hırsızlar’ tarafından soyulduğunu tarihe not etti.

Cemil Çiçek’in eleştirilerine HSYK Başkan Vekili Mahmut Acar cevap verdi. Acar, ‘Bizim bankacılıkla ilgili davalardan haberimiz yok. Görev süresi dolmuştu.’ diyor. Yargının en önemli mercii olan HSYK Başkan Vekili, nasıl olur da banka davalarından bihaber kalır. Milletin paralarının hortumlandığı batık banka davalarını duymayan kaldı mı? Yargıçların geleceklerini tayin eden Yüksek Kurul, ‘biz yaptık oldu’ anlamına gelecek açıklamayla bu işi geçiştirebilir mi? Hakimler ve savcılar buna inanır mı?

Yargı tuz gibidir. Her şey bozulabilir; ama onun bozulması hiçbir şeye benzemez.

Başta eski Adalet Bakanı olmak üzere herkes bildiğini açıklamalı ki yargı yıpranmasın.

Zaman, 17.7.2007

Ali AKKUŞ

18.07.2007


 

Benim oyum Ahrar Fırkası’na...

İşte açık ediyorum; benim oyum ‘Ahrar Fırkası’na... Oy vereceğim odak, kurumsal bir yapı da olabilir, ‘bağımsız’ takılan ama aslında ‘prensipler’ itibariyle bağımlı bir aday da...

Niçin mi Ahrar Fırkası?

Çok mu severim Prens Sabahattin’i?

Pek mi bayılırım, rahmetli Attila İlhan’ın benzetmesiyle ‘Batıya parmak kaldırma alışkanlığındaki’ Osmanlı entelijansiyasına?

Hiç bayılmam, hiç sevmem.

Prens Sabahattin’le de hiç işim olmaz...

Fakat, İlhan abi ve Devlet Bahçeli gibilerin temsil ettiği siyasî çizginin (kadim ve kurumsal İttihatçılığın) ‘Ahrar Fırkası’ ve Prens Sabahattin’le ilgili değerlendirmelerini de çok ciddiye almam.

Çünkü, ‘düşünce ve inanç özgürlüğü’nü savunuyorsanız, ‘teşebbüs hürriyeti’ ve demokrasinin olmazsa olmaz koşulu sayılan ‘yerinde yönetim’e fitseniz, en hafif deyimiyle ‘Ahrarcı’sınız bu ikilinin ve tabii örnek bir tencere-kapak görüntüsü oluşturan benzer ikililerin gözünde.

Oradan bakınca, evet, ben bir Ahrarcı’yım.

Söylemesi ayıptır ‘teşebbüs-i şahsi’ ve ‘adem-i merkeziyet’ fikrini savunuyorum.

Üstelik, özgürlüklerden yanayım.

***

Hatırlatmanın tam da sırasıdır: Ender ‘demokrat’ göründüğü dönemlerinden birinde, muhterem Süleyman Demirel, ‘Olağanüstü hallerde bunalımdan çıkış için gerekli demokratik mekanizmalar Anayasa’ya konulsun’ dediği için Ahrarcılık’la suçlanmıştı.

İlhan abi’giller takımı saldırıya geçmişti.

Üstelik, 28 Şubat’ta muhteremi yere göğe sığdıramayan adamlar bunlar.

Siyasi tıkanıklığın aşılmasında Ahrar Fırkası çare olacaksa, bundan gocunmak niye?

Hayır, ‘ilerici tarihçi’ Tarık Zafer Tunaya Ahrar Fırkası’nın ‘gerici bir parti’, Prens Sabahattin’in de hem ‘İngiliz işbirlikçisi’, hem de 31 Mart’taki ‘irticai ayaklanma’nın mimarı olduğunu yazıyormuş.

Ona bakarsanız, bir başka ‘ilerici tarihçi’ Doğan Avcıoğlu da, ‘31 Mart’ta Yabancı Parmağı’ adlı kitabında ilerici Hareket Ordusu’nun Alman kurmaylarının dümen suyunda olduğunu yazıyordu. Hızını alamayıp ‘hareket’i yöneten Mahmut Şevket Paşa’nın Alman makamlarına ‘Hareket Ordusu görevini başarıyla tamamlamıştır’ mealinde bir telgraf çektiğini de faş ediyordu.

Gerici Ahrar Fırkası ne yapmıştı, biliyor musunuz?

Parlamentonun kapatılmasına karşı çıkmıştı.

İlerici Hareket Ordusu ise, hem darbe yapmış, hem de ‘alışkanlık üzere’ parlamentoyu kapatmıştı.

Ahrarcı suçlamalarının ‘parlamentarizm’e karşı ‘militarizm’i, ‘temsil mekanizması’na karşı ‘korporatizm’i savunanlardan gelmesi, bu yüzden şaşırtmıyor beni.

İttihatçı dediğimizde bozuluyorlar bir de.

Ulusalcılık adına savundukları, İttihat-Terakki’nin ‘komitacı’ ve ‘çeteci’ ruhundan başka bir şey mi acaba?

İşin hazin tarafı şu:

Demokrasiyi anlama, kavrama, moda tabirle ‘içselleştirme’ konusunda yüz sene önceki Ahrar Fırkası ve gerici Osmanlı entelijansiyasının fersah fersah gerisindeler.

Gerçekten utanç verici.

***

Ahrar Fırkası’nın ‘teşebbüs-i şahsi’ ve ‘adem-i merkeziyet’ fikri hayata geçirilebilseydi, bugün ‘Osmanlı hinterlandı’ olarak bilinen topraklarda, onların çok sevdiği ve çok sık kullandığı deyimle ‘Emperyalist Batı’nın himayesinde’ onlarca devletçik türer miydi?

İttihatçı azgınlık Osmanlı’nın sonunu getirmişti.

Allah Türkiye Cumhuriyeti’ni korusun...

Star, 17.7.2007

Ahmet KEKEÇ

18.07.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004