Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Hukuk devletinde vatansever çeteler olmaz...

Çetelerin adını aklımızda tutmakta zorlanıyoruz. Her gün yeni bir çete ortaya çıkıyor, çıkarılıyor. “Umraniye çetesi” adı belleğimize yerleşmişken, ortaya çıkan en sonuncu “çete”nin tumturaklı bir adı var: “Vatansever Kuvvetler Güçbirliği Hareketi”. Bu, isim bana hiç yabancı değil. Yaklaşık bir yıl öncesinden, bana gönderilen sayısız elektronik posta arasında yer alan ve bu imzayla yayınlanan açıklamaları okuyordum. Bir “paramiliter” örgütlenme olduğuna ilişkin hiçbir kuşkum yoktu. Tıpkı, “Kuvay-ı Milli” sıfatını kullanan dernekler gibi. Zaten, son soruşturmada tutuklananlar, bu ikisi arasında bir “organik bağ” olduğunu da ortaya koyuyor.

Bu “paramiliter” örgütlenmelerin, Tandoğan-Çağlayan vs. mitingler dizisiyle ilişkileri de hafif hafif kendisini belli ediyor. Bu mitinglere ilişkin, katılanlardan ziyade “organizatörler”i vurguladığımız vakit, bazıları pek sinirlenmişti ama gelişmeler, “iyi niyetli ve asabi katılımcılar”dan ziyade, bizi haklı çıkarıyor.

Söz konusu mitinglere iliştirilen “yeni orta sınıflar” gibisinden “sosyolojik-bilimsel sos”a karşılık, bizim bu mitinglere ilişkin değerlendirmemiz, bunların “faşizmin ayak sesleri” olduğu idi. Şimdi, bu mitinglerin ardında “paramiliter parmaklar” ortaya çıktı. Gerçeklerin “bulaşık makinası”, böylece “yeni orta sınıflar” başlıklı “sosyolojik-bilimsel sosu” temizleyiverdi.

Birbiri ardından tesbih taneleri gibi adli soruşturmaya konu olarak ortaya saçılan “çeteler”in mensupları arasında ortak noktalardan biri, bunların bir bölümünün eski subay ve astsubay olmaları. Genelkurmay’ın konuya sadece ele geçirilen “cephanelikler” açısından bir “adli soruşturma” kapsamında değil, TSK bünyesinin niçin diğer herhangi bir başka kuruma oranla, bu tür bireyleri niçin daha fazla ürettiğine ilişkin olarak “eğitim kapsamı”nda yaklaşmasında yarar var.

2003-2004’den beri “vatanseverlik-vatan hainliği” kavramlarının “siyasal söylem”in merkezine yerleştirilmesi ve gelişigüzel ve “bölücü” ve “ayırımcı” bir yaklaşımla kullanılır olmasının, bu tür çetelerin üremesi ve faaliyetleri için uygun bir “iklim” yarattığına kuşku yok.

Bundan iki yıl önce, Kıbrıs ve Annan Planı’na ilişkin olarak bir “karargah”ta hazırlanan ve basına sızan “vatan hainleri” listesinde, KKTC’nin kuruluşunda baş rolü oynamış, eski Dışişleri Bakanı İlter Türkmen’in bile adını görenlerin dudakları uçuklamıştı. “Vatan hainleri” böylesine münasebetsiz çalışmalarda adı geçen, bu ülkenin “sağduyulu insanları” olursa, “vatanseverler”in de, son çete soruşturmasında olduğu gibi “dolandırıcılar” ve “katil adayları” olmasında şaşılacak bir yan olmaz.

*** *** ***

“Vatanseverlik”, bir “mertebe” olmadığı gibi, hiçbir meslek mensupluğuna ait bir “imtiyaz” da olamaz. Örneğin, ben, hiçbir genelkurmay başkanı ya da kuvvet komutanının veya bir cumhurbaşkanı ve başbakanın, bir siyasi parti liderinin, bir bakanın, bir milletvekilinin, benden daha “vatansever” olabileceğine inanamam, inandırılamam.

Hiçbir hasbelkader kazanılmış görev sıfatı, o sıfat sahiplerini benden daha “vatansever” yapamaz. Sıfatlar, sadece o sıfatlara sahip kişilerin, belirli bir dönemdeki “toplumsal görev dağılımı”ndaki görev tanımlarını ve yetkilerini belirlerler. “Vatanseverlik ölçüleri”ni değil.

Dolayısıyla, bu konu tartışılmaz; ben de “vatanseverliğimi” tartışmam ve tartıştırmam.

Bu böyle olduğu içindir ki, ben ve benim gibileri, “Vatansever Kuvvetler Güçbirliği” gibi örgütlenmeler içinde göremezsiniz. Kimse benden daha “vatansever” olamayacağı, yani bu isim altında var olma ihtiyacı duymadığım ve ayrıca kimseye “vatan haini” gözüyle bakmadığım için.

Bu gibi şatafatlı isimlerden medet umarak kendilerine anlam kazandırmak isteyenler, ister istemez, kendi vatandaşlarının bir bölümüne karşı saldırgan amaçlar güderek, çeteleşirler ve kendiliğinden “bölücü”, yasa dışı bir faaliyetin unsurları haline gelirler.

(...)

Seçimlerin selameti de, seçimlerden sonra ortaya çıkacak Türkiye’nin esenlikli geleceği de, herşeyin üzerinde buna bağlı: Devletin, çetelerden temizlenmesine, bir “hukuk devleti” haline gelmesine...

Referans, 5.7.2007

Cengiz ÇANDAR

06.07.2007


 

DP tekrar toparlanıyor

DYP ile ANAP’ın birleşme kararı açıklandığı zaman, Türk kamuoyundan büyük bir alkış patlamıştı. İlk defa iki sağ parti, büyük bir fedakarlık yapıyor ve birleşiyorlardı. Büyük egolar geride bırakılıyor ve mantıkla hareket ediliyordu.

Bu birleşmenin Türk kamuoyunda böylesine olumlu bir yankı yapmasının nedeni, alışılmamış bir durumla karşı karşıya kalınmış olmasıydı. Bir bakkal dükkanında dahi ortaklık yapmakta zorlanan bir toplumun, iki parti liderinin kucaklaşmasını görmesi, herkesi heyecanlandırmıştı. DYP-ANAP birleşme rüzgarı eserken, o hızla DYP adını da değiştirdi ve DP oldu. Artık baraj sorunu da kalmamıştı. DP artık Meclis’teydi…

Bir gün aniden soğuk duş etkisi yapan haber geldi. Erkan Mumcu, bu işin yürümeyeceğini söyledi. Ne kadar yalanlarlarsa yalanlasınlar, sorunun yine koltuk pazarlığından çıktığı anlaşıldı.

Kamuoyundaki hayal kırıklığı, kısa sürede kızgınlığa dönüştü. Bu olaya sevinenler arasında bir aldatılmış hissi yayıldı. Sonuçta birleşme ile elde edilmek istenen politik ve sayısal avantajlar bir anda kayboldu. Hesaplar altüst oldu.

ANAP seçimden çekildi, DYP sarsıldı.

Aradan geçen süre içinde, Mehmet Ağar ve tüm DP kadroları gaza bastılar. Kolları sıvadılar ve epey etkili bir kampanya sürdürdüler. Son gelen haberler, yansımalar ve gözlemler, DP’nin yeniden toparlanmaya başladığını gösteriyor. Parti yöneticilerinin de güvenleri geri geldi. Meclis’e girmenin rahatlığı içindeler.

Şimdi geriye, 22 Temmuz günü bu beklentileri somuta dönüştürmek ve TBMM’ne adım atması kalıyor.

Posta, 5.7.2007

Mehmet Ali BİRAND

06.07.2007


 

Neocon’lar eski solcu

Son dönemde yeni muhafazakâr akım için ölüm çanları çalmak popüler oldu. Ben, iktidar seçkinlerinin bu kısmını silmeye diğerleri kadar hazır değilim. Fakat nasıl düşünürsek düşünelim, konuyu ele almak için yeni muhafazakârların neyi temsil ettiği ve nereden geldikleri konusunda hafızamızı tazelemeliyiz. Bu gruptaki siyasetçilerin özelliklerinden biri gizlenmemeleri; kendi reklamlarını yapmayı seviyorlar. (...)

Yeni muhafazakârların çoğu bir dönem liberal, hatta hoşlanarak söyledikleri gibi ‘yetişkinliğe eren’ solculardı. Burada zımnen ifade edilense, paranın bulunduğu yere doğru yol aldıklarıdır.

Yeni muhafazakârların felsefesine gelince, bunun belki en iyi beyan edildiği yer mevcut yönetime kılavuzluk eden ‘Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’ adlı belge. Burada askeri harcamaları artırıp orduyu kullanarak, ABD hegemonyasını genişletme çağrısı yapılıyor. Bu, her şeyden önce petrol ve gaz başta gelmek üzere önemli kaynakların denetiminin sağlanması demek. İkincisi, ilk amaca karşı çıkacak tüm güçlerin yok edilmesi demek oluyor ki, ‘tüm güçler’ derken halk veya hükümet düzeyinde ayrım yapmıyorlar. (...)

Kissinger her yerden çıkıyor

Yeni muhafazakâr dış politika kesinlikle müdahaleci. İktidara ilk tırmandığı günlerde bu anlayış, ABD’nin Vietnam savaşını ve Şili’de Allende’nin devrilmesini desteklemişti. Reagan’ın seçilmesi Carter’ın rehinelerin bırakılması için müzakare girişimini sabote etmeden önce, yeni muhafazakârlar İran’la yapılan silah karşılığı rehine pazarlığına yakından dahil oldu. Ardından da Nikaragua’daki Sandinista hükümetine karşı kontra gerillaları finanse etmek için yapılan anlaşmalara karıştılar. Ayrıca bu akım, ABD’nin El Salvador ve Honduras’taki savaşlarını örgütlemeye yardım etti; yeni muhafazakâr liderlerden John Negroponte burada işkenceye göz yumdu. Reagan’ın görevden ayrılmasından sonra Saddam’ı devirme girişimlerine başladılar, hem de İran’a karşı yıllarca onu destekledikten sonra. Bunu Kongre’deki ve ABD yönetiminin diğer birimlerindeki yandaşları sayesinde yaptılar.

Bir anlığına ana konudan sapıp, Henry Kissinger’a değinelim. Nixon yönetiminde reel politikanın üstadı olarak tanınan Kissinger, o dönemden sonra hiçbir yönetimde görev almadı. Buna karşılık Ağustos 1974’ten sonra kurulan her yönetimde önemli rol oynadı. Amerikan dış politikasının en bilgelerinden biri olarak da sık sık haber programlarında görünüyor. Neden? Farklı bir şey dediğinden değil de, onun emperyal tavrı ABD’nin küresel hâkimiyete doğru yürüşüne tarihsel bir güvenilirlik sağladığından... Kast ettiğim tam da bu; imparatorluk ve mutlak hâkimiyet arayışı. Bu program biz doğmadan önce de vardı ve halk farklı bir şey talep etmedikçe de varlığı sürecek. Kissinger, tıpkı Washington, Wall Street ve ABD’deki tüm diğer iktidar merkezlerindeki pek çok kişi gibi bunu biliyor. Yeni muhafazakârların izlediği politika aslında yeni muhafazakâr değil. Bu Washington’ın politikası; Washington ve Wall Street; Boeing ve Bank of Amerika söz konusu. (...)

Yeni muhafazakârların yükselişi de ABD’deki yönetici sınıfın kendisini içinde bulduğu tarihsel durumla ilgili. 2. Dünya Savaşı’ndan beri en zayıf ekonomik durumda bulunan Washington, dünyayı rotasına sokmak için güç kullanımına daha sık başvuruyor. Başka seçkinler yeni muhafazakârların iktidardaki nüfuzuna karşı çıkıyor ama hâlâ başarılı bir meydan okumada bulunamadılar. Neden? Bence bu diğer seçkinlerin yeni muhafazakârların saldırganlığına karşı elle tutulur bir seçenekleri bulunmamasından kaynaklanıyor. Yani, yeni muhafazakârların yöntemlerine karşı çıkan seçkinler, yine de onların amaçlarını onaylıyor.

Kapitalist ABD’nin içinde bulunduğu kriz yeni muhafazakârların iktidardaki nüfuzları yüzünden daha da kötüleşti. Ancak 2008’deki seçimlerde yeni muhafazakârlar Beyaz Saray’a kendi adamlarını seçtirmeyi başaramasa bile, stratejileri ve yaklaşımları tüm neoliberal yönetimlerde varlığını sürdürecek. (...)

Yeni muhafazakârlar Beyaz Saray’dan gidebilir ama kaybolmayacaklar. Şu anda yönetimde olmayan diğer yeni muhafazakârların düşüşünü kutlamamız gerekse de, dönecekleri uyarısında bulunmalıyız. Onların amaçları Washington’daki yapının geri kalanınınkinden farklı değil. Sadece bazen yöntemleri farklılaşmakta. Pek çok güçlü görevlinin bu felsefeyi benimsediği Pentagon’da etkinliklerini sürdürecekler ve sözcülerini medyaya çıkartan düşünce kuruluşlarını idare etmeye devam edecekler; medya da onların fikirlerini gerçekmiş gibi haber yapmaya çok yatkın. Üniversitelerdeki, Cumhuriyetçi ve Demokrat partinin kesimlerindeki mevcudiyetleri de, yeni muhafazakârların varlığını teminat altına alıyor.

Onlar gerileme aşamasındaki bir kanser. Fakat onların kendilerine özgü bu kanser türü gerektiğinde büyük ihtimalle geri dönecek. Bunun nüksetmemesini sağlamak, ABD emperyalizmine karşı çıkanlara kalıyor.

İktibas: Radikal, 4.7.2007

Ron Jacobs, ZNet, 28.6.2007

06.07.2007


 

Sivil anayasa nedir?

Öyle anlaşılıyor ki, AKP seçimlerden sonrası için yeni bir anayasa taslağı hazırlığı içinde. Türkiye’nin sivil inisiyatife dayalı yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğunda şüphe yok. Çünkü, uğradığı bunca değişikliklere rağmen, yürürlükteki Anayasa halâ özgürlükçü ve çoğulcu bir demokrasinin gereklerini karşılamaktan bir hayli uzaktır.

Toplumun devlete verdiği bir ‘yetki beratı’ olarak sivil bir anayasa, her şeyden önce, sivil iradenin ürünü olan, toplumun ürettiği mutabakatın sonucunda ortaya çıkan anayasa demektir. Sivil anayasa, ayrıca, kamu hayatına ilişkin temel belirleyici kararların toplumu temsil eden sivil siyasî aktörlerce alınmasını ve sivil iradenin askerî iradeye hakim olmasını öngören bir anayasadır.

Sivil toplumun bir mutabakat üretmesi demek anayasanın toplumsal uzlaşmaya dayanması demektir. Uzlaşma ise, genel kanaatin aksine, karşılıklı taviz vermek demek değildir. Uzlaşma, ortak olanı aramak, kısaca, ‘aramızda ortak olan bir söze gelmek’tir. Uzlaşma arayışı muhataplarımıza taviz verme veya onlardan taviz ‘koparma’ değil, fakat aramızda ortak olan bu sözü bulmaya çalışmadır. Çünkü, taviz kendinizden vermektir; oysa uzlaşma bende ve sizde zaten ortak olanı bulma ve onda birlikte karar kılmadır.

Ayrıca, uzlaşabilmek için, en başta, insanların her konuda uzlaşmak zorunda olmadıklarını kabul etmek gerekir. İnsanları her konuda uzlaşmaya zorlamak özgürlük karşıtı bir sonuç üretir. Çünkü, insanlar arasında farklılıkların olması kadar, onların bu farklılıklarını koruyarak (birlikte) var olmayı istemeleri de gayet insanidir. Her bir insan ayrı inançları, değerleri, idealleri, özlemleri, kaygı ve korkuları, sevinç ve kederleri olan başlı başına birer varoluştur.

Toplumun uzlaşmaya olan ihtiyacı, esas olarak, farklılıkların barış içinde bir arada yaşayabilmesinin politik çerçevesi üzerinde mutabakata varma ihtiyacıdır. Yoksa, kastettiğimiz, toplumun muhtelif unsurlarının hayatın anlamıyla ilgili her konuda hemfikir olmaları değildir. Onun içindir ki, birlikta yaşama veya var-olma ‘bir’ ve ‘birlik’ olmakla aynı şey değildir. Toplumsal uzlaşmanın amacı, adına ‘toplum’ dediğimiz, ama aslında farklı varoluşlardan oluşan o gevşek var-oluş tarzını organik bir bütüne dönüştürmek olamaz.

Sivil bir anayasa, tabiatıyla, demokratik bir anayasadır. Böyle bir anayasanın temel ilkesi şöyle özetlenebilir: Anayasa toplum için bir ahlâk kodu değil, fakat sadece politik alana ilişkin ilkeler vaz eden bir belgedir; o bireyler için pozitif amaçlar koyan kapsayıcı bir proje niteliğinde olamaz. Anayasa, toplum olarak birlikte varoluş için zorunlu olandan daha kapsamlı esaslar veya ilkeler içermemelidir.

Böyle bir anayasanın gözetmesi gereken bellibaşlı esasları ise şu şekilde belirtebiliriz:

(1) Herhangi bir dinî, ideolojik veya felsefî tarafgirliğe dayanak olabilecek hükümlerden arınmış olması, (2) Temel kamusal kararların sadece halk ve/veya onun meşru temsilcileri tarafından alınmasını öngörmesi, bu tür hiç bir kararı halkın veya onun temsilcilerinin yetki alanı dışında bırakmaması, (3) Kişilerin insan ve yurttaş olarak temel haklarını özgürlük karinesine uygun bir anlayışla tanıyıp güvence altına alması, (4) Kamu hayatıyla ilgili bütün alanlarda serbest tartışmaya izin vermesi, (5) Yargı bağımsızlığı, adil yargılama, suçsuzluk karinesi gibi temel hukuk güvencelerini herkes için sağlaması ve hukuka uygunluğu denetleme mekanizmalarını öngörmesi.

Star, 5.7.2007

Mustafa ERDOĞAN

06.07.2007


 

MHP’ye neden karşıyım?

Bahçeli 1997’de reddetmesine rağmen, 1999’da DSP ile koalisyon kurdu.

Meydanlarda Apo üzerinden siyaset yaptı, oy topladı. Ama idam kararını ortakları ile bir olup Meclis’e sevk etmedi.

MHP-DSP-ANAP koalisyonunun ülkeyi krize sokmasına, milyonlarca vatandaşın işsiz kalmasına seyirci kaldı. 20’ye yakın bankanın hortumlanması MHP-DSP-ANAP hükümeti döneminde oldu.

3,5 yıllık icraatları yok denecek kadar az, ülkenin yaşadığı sıkıntılar da sayılamayacak kadar çok.

O yılları unutmadığım için bugün MHP’nin yeniden iş başına gelmesine karşıyım.

“Başörtüsü meselesini erkekçe çözeceğiz” diye meydan meydan gezip sonra da “ürkekçe” geri adım atmasını unutmuyorum. Umut beslediğim Bahçeli’nin, iktidarı döneminde milleti sukutu hayale uğrattığı için MHP’ye yeni bir şans verilmemesi gerektiğini savunuyorum.

2001’de yaşadığı seçim hezimeti sonrası genel başkanlıktan ayrılacağını açıklayıp, bu vaadini bile yerine getirmediği için kendisine karşıyım.

Bugün, 5.7.2007

Mehmet Ali ILICAK

06.07.2007


 

Borsalar maçında mağlubuz!

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Genelkurmay Başkanı’na “elektronik muhtıra” ile ilgili sitem ederken İstanbul Menkul Kıymetler Borsası ile “gelişmekte olan pazarların” borsalarını karşılaştırdı.

Muhtıranın verildiği dönemde İMKB’nin yüzde 2 arttığını, ama aynı dönemde öteki borsaların yüzde 10 yükseldiğini söyledi. Bunun “ekonominin bir kaybı” olduğunu vurguladı.

Başarıyı böyle ölçeceksek, AKP hükümeti ile ilgili olumlu şeyler de söylemek mümkün değil.

AKP hükümeti kurulurken Türkiye ile Brezilya borsaları neredeyse aynı seviyedeydi. O günden bugüne Brezilya borsası yüzde 400 artış gösterdi. İMKB’deki artış ise yüzde 358.

Diğer gelişmekte olan pazarlarda da durum farklı olmadı.

Örneğin Macaristan borsası yüzde 415, Arjantin borsası yüzde 752 artış sağladı. Örnekleri artırmak mümkün ama yerimiz bu kadar.

Başbakan, borsanın yükselmesine sevinirken, neden diğer gelişmekte olan ülkelerin gerisinde kaldığını da iyi düşünmeli.

Hürriyet, 5.7.2007

Mehmet Y. YILMAZ

06.07.2007


 

İç borçlar dolar cinsinden yüzde 113 arttı

Son 4.5 yılda Türkiye’nin toplam borcu 187 milyar dolar artarak, 221 milyar dolardan, 408 milyar dolara ulaştı. Başka bir anlatımla, 4.5 yıllık dönemde Türkiye’nin iç ve dış borçları, yüzde 85 oranında arttı.

İç borçlardaki artışa dolar cinsinden bakıldığında, 2002 sonunda 91.7 milyar dolar olan Türkiye’nin iç borç stoku, 2007 Mayıs ayında yüzde 113 artışla 195.4 milyar dolara ulaştı.

YTL cinsinden bakıldığında, son 4.5 yılda Türkiye’nin toplam iç borçları, yaklaşık 110 milyar YTL artarak, 150 milyar YTL’den 259 milyar YTL’ye çıktı.

İç borçlar bir yandan da artmaya devam ediyor.

DIŞ BORÇLAR YÜZDE 65 ARTTI

Son 4,5 yılda, Türkiye’nin toplam dış borçları, 83 milyar dolar arttı. 2002 yılı sonunda 130 milyar dolar olan dış borç, yüzde 64 artışla, Mart 2007 itibariyle 213 milyar dolara kadar çıktı.

ÖZEL SEKTÖR BORÇLARI

2002 sonu itibariyle 44 milyar dolar iken, yüzde 187 artışla, 2007 yılı Mart ayında, 126,4 milyar dolara ulaştı. Bu borçların 40 milyar doları, bir yıl ve daha kısa vadeli dış borç. Yukarıda belirtilen 408.4 milyar dolarlık toplam borç stokuna, özel sektör borçları da dahil. Özel sektörün dış borç stoku, toplam dış borcun yüzde 59’unu oluşturuyor.

Özel sektörün borçları, kur artışı yönünden, ciddi bir riskle karşı karşıya. Kurdaki zıplama, özel sektörü bir anda

Hürriyet, 5.7.2007

Şükrü KIZILOT

06.07.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004