Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

En büyük sermaye

En büyük sermaye… Yedeği olmayan ve tekrar elde edilmesi imkânsız olan biricik sermaye… En büyük servetlerle dahi elde edilemeyen ve sürekli tükenme özelliği olan en değerli sermaye… Evet efendim, doğru bildiniz: Zamandan, vakitten yani ömür sermayesinden söz ediyorum.

Yüce yaratıcı tarafından her birimize süresini bilmediğimiz bir ömür takdir edilmiş. Aslında, iyi düşünüldüğünde bu süreyi bilmememiz pek çok açıdan yararlı. Her şeyden önce bu sayede stressiz bir hayat sürdürme imkânı elde ediyoruz. Öyle ya, ilk doğduğumuzda -örneğin- bize seksen yıl yaşayacağımız bildirilse; ilk elli-altmış yılımız –daha ölüm tarihim uzak gerekçesiyle- belki de boş geçecek.. Ancak, belirlenen kesin tarih yaklaştıkça bizi bir korku, endişe ve heyecan saracaktı. Elimiz hiçbir işe uzanmaz, her konudaki iştahımız kilitlenecekti… Gece ve gündüzümüz işkence ile geçecek, hayatımız ızdıraplarla dolacaktı.

Ancak durum öyle değil. Ne zaman, nerede ve hangi şartlarda dünya değiştireceğimiz hepimizin meçhulüdür. Bu yüzden çalışıp çabalamak ve sorumluluklarımızı yerine getirmekle emrolunmuşuz.

Bir finans kurumu düşünün. Orada her birimize bir hesap açılmış ve her sabah hesabımıza seksen altı bin dört yüz YTL. (Seksen altı milyar dört yüz milyon TL) yatırılıyor ve bunun her kuruşunu kendimiz için yatırım olarak değerlendirmemiz isteniyor. Ancak kurumun sisteminde ertesi güne devretmek olayı yok. Mesai bitiminde hesap, dönüşü imkânsız bir şekilde sıfırlanıyor. Böyle bir durumda hangimiz hesabımızın son kuruşuna kadar çekmeyiz.

Evet, bizim için, her yeni gün yirmi dört saatten, yani bin dört yüz kırk dakikadan, başka bir deyimle seksen altı bin dört yüz saniyeden ibaret olan çok değerli bir sermayedir. Bu sermayemizin her bir anını dolu dolu geçirmek durumundayız. Ayrıca, bu sermayemizi zamanında kullanmak zorundayız. Biriktirip başka vakitlerde değerlendirme gibi bir şansımız da yok. Her bir saniye kendi döneminde ya değerlendirilir veya kaybedilir. Bir saatin ne önemi var, ya da bir dakika da ne ki, veya bir saniyenin bir kıymeti olabilir mi ki… demeyin: Siz hiç, bir dakika farkla treni kaçırdınız mı? Hatta bir-iki saniye farkla madalya kaybeden sporcu duydunuz mu? Peki ya bir gün gecikmeyle her hangi bir konuda para cezası ödeme durumunda kaldınız mı? Şu halde zaman sermayesinin her bir dilimi değerlidir ve değerlendirilmesi gerekir.

Efendim, “dün” bizim için “geçmiş zaman”dır, artık. Hatta bir dakika öncesini bile geri getirmemizin imkanı yoktur. Yarına da henüz ulaşmadığımıza göre, bulunduğumuz an değerlendirmemiz gereken önemli bir varlıktır.

Günde üç saatini boşa harcayan bir kişinin, yıllık zararının bin doksan beş saat olduğu düşünülürse zararın boyutu daha rahat anlaşılır. Bin doksan beş saatte neler yapılamaz ki… En basitinden yüzer saatlik yaklaşık on bir adet kursun karşılığıdır.

Hz. Peygamber’in, zamanı değerlendirme konusundaki uyarıları gerçekten dikkat çekicidir. Hesaba çekileceğimiz noktaların başında zamanı sayması üzerinde düşünülmesi gereken çok anlamlı bir husustur. Hatta, bir ifadelerinde dikkat çektiği beş önemli nokta üzerinde düşündüğümüzde hepsinin de sonuç itibariyle zamanı değerlendirme hususunda düğümlendiği görürüz. Hadis-i şerif’te özellikle ölümden önce hayatımızın; hastalıktan önce sağlığımızın; yoksulluktan önce zenginliğimizin; meşguliyetten önce vaktimizin ve yaşlılıktan önce gençliğimizin değerini bilmemiz gerektiğine vurgu yapılır.

Dikkat bunların tamamı da zaman ile bağlantılı hususlardır. Hayatımız da, sağlığımız da, imkan ve kabiliyetlerimiz de tamamen belli zaman dilimleriyle bağlantılıdır.

İmkânımız el verip de yapmadığımız; ancak daha sonra yapmak istediğimiz halde bu kez yapamadığımız nice örnekler bir çırpıda sayılabilir.

Geçmişlerimizin “bugünün işini yarına bırakma” şeklindeki ifadeleri –her halde- her zaman dilimine özgü bir işin olduğunu vurgulamak içindir. Çoğu kez “nasıl olsa daha vakit var, daha sonra yaparım” diye ertelediğimiz nice şeyleri ya yapamamışız; ya da yarım-yamalak yerine getirmişizdir.

Başarının önemli bir sırrı, planlı-programlı olmaktır. Bu yüzden bilinçli insanın sözlüğünde “boş vakit” kavramı yoktur. Böyle bir insana: “Boş vakitlerinizde ne yaparsınız?” şeklinde bir soru yöneltirseniz alacağınız cevap şudur: “Nasıl yani? ‘Boş vakit’ ne demek? ‘Boş’ bir vakit olmaz ki!” Şu halde boş vakitte kitap okunmaz; kitap okumak için planlama yapılır. Boş zamanlarda televizyon izlenmez; neyi, ne kadar, hangi amaçla izleyeceğimiz önceden planlanır…

İş yerini sabah saat on-on bir dolaylarında açan esnaftan; zamanını dışarıda tüketerek geçiren öğrenciden veya neyi, nerede, ne zaman yapacağını bilmeyen insandan başarı beklemek mümkün müdür?

Y. Doç. Dr. Cüneyt GÖKÇE

HRÜ. İlahiyat Fakültesi

Kelam Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

06.07.2007


Barla'da okuma programı

Barla…

İman kurtarma dâvâsının anavatanı, ehl-i imanın manevî imdadına gönderilen Risâle-i Nur Külliyatının telif edilmeye başlandığı ilk merkez…

Eskişehir'den arkadaşlarımızla geçtiğimiz Pazar günü, bir haftamızı en iyi şekilde değerlendirmek üzere, Risâle-i Nur’u daha çok ve programlı bir şekilde okumak, anlamak ve Risâle-i Nur’un yazıldığı mekânları temâşâ etmek amacıyla Yeni Asya Vakfı Barla Sosyal Tesislerine geldik.

Sabahın erken saatlerinden ikindi sonrasına kadar yaptığımız okuma ve sohbetlerden sonra, hergün farklı yerleri dolaştık.

Programımızın ilk günü, uluçınarın yanında, Üstadın içinde hayatının bir kısmını geçirmiş olduğu ahşap, iki odalı eve gittik. Yıllara meydan okurcasına dimdik ayakta duran bu küçük eve, önündeki ulu çınar ağacı büyük bir heybet katıyordu. Evin ön penceresinden Eğirdir Gölünün ve gölün arkasındaki ufukla imtizaç etmiş mavi dağların güzelliğini görünce, Üstadın tefekkür cephesiyle bakmaya çalıştık bu güzel Sani-i Zülcelâl’in san'at eserlerine.

İkinci gün 'Cennet Bahçesi'ydi menzilimiz. Kuş cıvıltılarıyla karşılandığımız bu ferah mekânda, farklı ağaçlardaki o olgunlaşmış taze meyveleri, rengârenk çiçekleri görünce “Burası Cennetin sanki dünyadaki bir numunesi” demekten alamadık kendimizi… Lisan-ı halleriyle zikreden bu zîhayatlara, biz de ikindi tesbihâtı ve arkasından kısa bir dersle eşlik ettik.

Üçüncü gün Isparta ve Balıkesir’den aynı amaçlarla Barla’ya gelen kardeşlerimizle buluşmak, tanışmak ayrı bir güzellik kattı programımıza. Yüzlerine nur aksetmiş, gönüllerinde nurları taşıyan dostlarımızla Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (asm) sembolü olan güllerin diyarı Isparta’da, nurların diyarı Barla’da karşılıklı hoşsohbetlerde bulunduk. Kısa bir tanışma faslından sonra, sıcak çaylarımızı içerken illerimizde yapılan hizmetlerle ilgili fikir alış verişleri yaptık. Birbirlerini hiç tanımayan, Türkiye’nin dört bir yanından gelen bu nurlu genç kardeşlerimiz uhuvvet sırrını sinelerine yerleştirmiş olmalarından olsa gerek, uzun yıllardır tanışıyorlarmışçasına kucaklaşıp selâmlaşıyorlardı. Dinlediğimiz güzel bir sohbetten sonra onlarla vedalaşırken karşılıklı cennet bahçelerinde buluşma dileklerimiz ortak duâlarımızdandı.

Dördüncü günkü menzilimiz Çam Dağı, gerçekten bir başka güzellik bir başka manevî atmosfer katıyor Barla’ya. İsminin hakkını vermek istercesine çam ağaçlarıyla bezenmiş. Üstadın Risâle-i Nurları telif ettiği, okuduğu, bir tefekkür mekânı olan katran ağacının bulunduğu yere gittik. Üstadın tâbiriyle Barla denizinin (Eğirdir Gölü), Isparta’nın yüksek dağlarının küçük ovalarının rahatlıkla izlenip temâşâ edilebileceği bu harika manzaranın ev sahibi katran ağacı yoktu ortada. Üstaddan sonra fazla yaşamamış o da. “Her canlı ölümü tadacaktır” âyetinin tecellîsini göstererek ayrılmıştı aramızdan. Şimdi sadece kurumuş bir kök duruyor katran ağacının yerinde.

Balıkesirli arkadaşlarımızla burada da kısa bir sohbet yaptıktan sonra, bir ilâhî takıldı dilimize:

Aziz Üstadım benim seni çokça üzmüşler/ Eritmişler mum gibi imbiklerden süzmüşler/ Karakollar hapisler olmuş sana hep durak/ Sensiz gönlüm hüzünlü, sensiz ömrüm hep çorak

İman ilmini verdin Kur’ân’dan ders alarak/ En büyük hizmet ettin bu vatanda kalarak/ Affet bizi Üstadım seni çok seviyoruz/ Artık kadrin kıymetin bizler de biliyoruz..

Okunan bir Yasin-i Şerif’ten sonra bu hürriyet kokan yalçın kayalardan yavaş yavaş inerken, Üstadın Çam Dağı için “Bu menzilleri Yıldız Sarayına değişmem” demesinin sebebini daha iyi anlıyorduk.

Beşinci gün öğleden sonra hep uzaktan uzağa seyrederek tefekkür ufkumuzu genişlettiğimiz 'Barla denizi'ni bir de yakından görelim dedik ve Eğirdir’e gittik. İlâhiler eşliğinde güzel bir tekne turu yaptık. Tekrar Barla’ya geldiğimizde ise nur hizmetinde büyük emekleri geçen Bayram Yüksel ve Ali Uçar Ağabeylerin kabirlerini ziyaret ettik.

Son günümüzde ise Üstadın fahrî imamlık yaptığı 'Said Nursî Mescidi'ni ve Barla’dayken ara sıra ikamet ettiği evi ziyaret ettik.

Barla’ya veda vakti geldiğinde hepimizin yüzünde bir hüzün olmasına rağmen dolu dolu bir hafta geçirmenin huzuru vardı yüreklerimizde. Bir haftamızı vermiştik ama binler haftaya bedel bir sermayeyle dönüyorduk evlerimize. Ayrıca bu okuma programının bu yıl aramızdan ayrılacak olan üniversite dershane talebeleriyle son günlerimiz olduğunu düşünerek biraz hüzünlensek de, Risâle-i Nur mesleğinin “Birimiz dünyada, birimiz ahirette, birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz şimalde, birimiz cenupta olsak da, biz yine birbirimizle beraberiz” düsturu gönüllerimize serin sular serpti. Yeniden aynı mekânda buluşmak dileklerimizle ayrıldık bu nur menzilinden, Barla’dan...

Şule ZENGİN

06.07.2007


Büyük resmi görmek...

Dünya ateş hattında; her tarafta kan gölü. Bu gölün oluşmasında ise kalabalıklara Allah Allah nidalarıyla dalan canlı bombalar; arabasını ateş topuna çevirip havaalanına saldıranlar; Filistin’de birbirini yiyen eski sosyalistlerle Hamas birlikleri; Irak’ta çarşı pazara bomba yüklü arabayla intihar saldırıları düzenleyip yüzlerce cana kıyan intihar komandoları…

Bu tablo 50 yıl öncesinde tohumları ekilen, ancak son on yıl içinde meyvesini veren siyasal İslâm adına güç peşinde koşanların dramatik olduğu kadar, Müslümanlara da zarar veren davranışlarından bir kesit. Terörün adı şimdilerde artık “İslâmî Terör” oldu. Çağımızda İslâmiyet’e nasıl hizmet edilmesi gerektiğini bilemeyen yanlışçıların kurbanı oldu gençler. İslâm âlemi, hem yanlış tanınmanın ve hem de yanlış tebliğin günahını çekiyor şimdi.

Nasıl oldu da bu noktaya geldi İslâm âlemi?

Cevabı gayet basit aslında: Bir sath-ı mail olan siyaset yoluyla İslâma hizmet anlayışının (siyasal İslâm) ve bu anlayışı ortaya çıkaran İhvan-ı Müslimin hareketinin İslâm âlemindeki yansımaları bunlar. Vahhabîliğin doyumsuzluğuna eklenen çarpık cihad anlayışının terör adıyla ortaya çıkmasından başka bir şey değil bunun cevabı. İdeolojik İslâm’ı Uzak Doğu’dan Avrupa’ya taşıyan Mevdudi hareketinin de katkısıyla Ehl-i Sünnet içinde bir Şia düşüncesidir bunun cevabı…

Ehl-i Sünnet vasat yoldur. Orta ve dengeli yoldur. Böyle olmasına rağmen, Şia-i Saltanattan etkilenenlerin, bir zamanlar Humeyni rejimini örnek alanların söylemiydi bu anlayış. “Güç elde et, istediğini yaptır.” Şia ve onun itikadî mezhebi olan Mutezile anlayışıydı sokağa yansıyanlar. Adı Ehl-i Sünnet, ama davranışı, eylemi ve yaşama biçimi Mutezile ve Şiî. Halifeleri şehit edenler de aynı kafaydı; hakem olayını hazmedemeyenler de.

Tarih tekerrür ediyor. 14 asır önce bir takım ifsat komitelerine alet olan çarpık anlayış sahiplerinin bugün de aynı tezgâh içinde görmek oldukça üzücü. Bir baltaya sap olmayanlar, kendi cinslerini kesen baltaların sapı durumundalar şimdi.

Oysa…

Bu asır ve gelecek yüzyıllar farklıydı. İnsanlar değişmişti. Medenîlik artmıştı. İnsanlık iki Harb-i Umumîden ve çok sayıda izlediği yanlış politikalardan dersini almıştı. Cebir ve kuvvet yerini ilâna ve ispata bırakmıştı. Fen ve felsefe hakimdi. Aslında Kur’ân’ın mânâsının anlaşılması ve İslâmiyet’in engelsiz tanınması için bütün yollar açıktı. Siyasal yollar da açılmıştı. Demokrasi bir nimet olarak insanoğluna bahşedilmişti. Varsa bir fikrin, onu ispat etmen yeterdi kabullenilmesi için.

Tek bir şart vardı bunun için: Büyük resmi görmek, analitik düşünmek. Parçalarda boğulup kalmamak... Olayların arkasını görmek… Geçmişe takılıp kalmamak ve geçmiş zaman derelerinde boğulmamak. Kısacası, müsbet hareket etmekti bugünün ihtiyacı. Bunu biz bilmiyorsak, bizim için düşünüp yol gösterenlerden; Said Nursî’den öğrenmek gerekti. Risâle-i Nurlar bunları öğretiyordu. Ne yazık ki, birey bazında oldukça faydalanılan bu eserler, devlet tarafından itilip kakılmış olsa da, yine istifadeye açık. Risale-i Nurlar, bu ülkenin gurur kaynağı. Türkiye, eğer İslâm âlemini kendi çıkarları için de olsa yanlış zihniyetlerden, yanlış politikalardan ve bu yanlışların meyveleri olan fakirlik, terör ve yasa tanımazlık gibi vahim sonuçlarından korumak istiyorsa, bunu Risâle-i Nur’la gerçekleştirmeli. Şimdi Türkiye’nin de, İslâm âleminin de ihtiyacı çok, ama çok fazla, Risâle-i Nur’lara ve Said Nursî’ye…

B. Sait ÇİFTÇİ

06.07.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004