Üç hafta sonra yapılacak seçimlerin ardından Türkiye’nin hem kendisine hem de dış ilişkilerine çekidüzen vermesi gerekecek. Kuşkusuz öncelik Türkiye’nin iç siyasal ve idari yapısında artık ertelenemeyecek denli acilleşen düzenlemelere verilecek. Bu düzenlemelerin en başında da yeni bir anayasa yazılmasının geldiğine şüphe yok. Üstelik anayasanın bugüne kadarki yaklaşımlardan uzak, vatandaşın haklarını devletin imtiyazlarının önüne koyan, özgürlükçü bir anlayışla yazılması
Bir başka şekilde söylemek gerekirse 1982 Anayasasının devlet felsefesinin, toplum anlayışının, baskıcı yaklaşımının terkedilmesi gündemde. Bunun yanısıra Türkiye’de kuvvetler ayrılığıyeni bir anlayışla ele alınacağı, yargının bağımsızlığı kadar tarafsızlığının da mutlaka sağlanacağı bir çerçeveye ihtiyaç var. Anayasa mahkemesinin “367” kararıyla kendisine ve manevi şahsiyetine verdiği zararı bir demokrasinin taşıyabilmesi kolay değildir. Yargıyı bu nedenle acilen Türkiye’deki siyasal kavgaların tarafı olmaktan çıkarmak ve hukuk devletinin tüm normlarına göre çalışır hale getirmek elzemdir.
Bu anayasa değişikliğini gerçekleştirmesi kendilerinden beklenenler Türkiye’deki siyasi partiler. Büyük partilerin hiçbirinin demokrasi, özgürlük ve bireysel hakları koruma alanlarındaki sicili matah sayılmaz. Kendi içlerinde baskıcı, parti içi demokrasiyi dışlayan anlayışları ve yapıları var. Ancak son ayların gelişmelerinin gösterdiği de şu ki eğer siyasi partiler kendi alanlarına yani siyasete sahip çıkmazlar ve bunun sınırlarını genişletmezlerse kendi kuyularını kazmış olacaklar.
Siyasette yeni yapılanma şart
Son krizlerden çıkarılması gereken belki de en önemli ders aslında buydu. Siyasetin kendini mutlaka yeniden yapılandırması ve vesayet altında olmaktan çıkması gerekiyor.
İçerideki bu düzenlemeleri yapmak yani demokratikleşme sürecini yeniden işletmek yalnızca içeriyle ilgili bir mesele de değil. Türkiye kendisiyle kavgalı, siyaseti kilitli, yöneticileri birbirileriyle iletişimsiz bir ülke olmayı sürdüremez. Hedefler üzerinde sağlanacak bir mutabakat dış politikadaki zor tercihlerin tartışılmasını da kolaylaştırır . Zira Eylül ayıyla birlikte dış politikada takıntıları aşarak yeni açılar geliştirmek, siyaseti yaklaşmakta olan gerçeklere uyacak şekilde gözden geçirmek gündemde.
Beklentiler ABD’nin Eylül ayından itibaren Irak’tan nasıl, ne ölçüde ve hangi hedeflerle çekileceğini yoğun şekilde tartışmaya başlayacağı yönünde. Kesin bir şey söylemek mümkün olmasa da tüm askerlerin çekilmesi söz konusu değil. Ancak geride kaç asker kalacak, kalanların varlığının siyasi amacı ne olacak gibi sorular Kongre’nin de bastırmasıyla gündeme gelecek.
Bu durumda Türkiye’nin Irak’ın geleceği üzerinde PKK terörünün bitirilmesi hedefinin ötesinde seçenek üretmesi gerekecek . İran’ın Şiilere, Arap devletlerinin Sünnilere destek verdiği iç savaşı Kerkük konusunda açgözlük etmedikleri taktirde Kürdistan Bölgesel Yönetimi alanına sıçramaz. Bu durumda Türkiye Irak cehennemiyle kendisi arasında kalan, yoğun ekonomik ilişkisi bulunan Kürt oluşumuyla nasıl bir ilişki kuracağına karar vermek durumundadır.
Iraklı Kürt liderlerin ABD çekilirken elleri zayıflayacaktır. Türkiye ile ilişkilerini gerçekçi bir temelde değerlendirmeleri ve üsluplarına dikkat etmeleri de gerekir. Ancak güçlü ve deneyimli taraf da Türkiyedir.
Irak Kürtlerinin yarattığı yeni gerçeği kabul etmemek, siyasi açılım yapmamak, boğmaya kalkmak kuşkusuz bir tercihtir. Ancak Ortadoğu’nun ve dünyanın gidişatı içinde herhalde doğru tercih değildir.
Sabah, 1 Temmuz 2007
|