|
|
|
Terör ve işbirlikçi sorunu |
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın, Eğirdir Dağ Komando Okulu’nda düzenlediği basın toplantısını televizyonda canlı yayında izledim.
“Bir teröristin dağda gezmesi için aşağıda 10 kişiye ihtiyaç var” diyor.
O on kişiyi “işbirlikçiler” olarak niteliyor ve ekliyor: “İşbirlikçi tesirsiz hale getirilmezse, terörle mücadele süreci uzuyor.”
Demek ki, teröristi destekleyen 10 kişi kalmasa, bu sayı, meselâ üçe inse o kişi, elinde mayınları, silahları ile dağda eskisi gibi rahat dolaşamayacak. İşi zorlaşacak.
Bundan da benim anladığım şu. Terörün kitle desteğini daraltmak çok önemli.
Pekiyi bu nasıl olacak?
“Güvenlik demokrasiden önce gelir” yaklaşımı ile yapılacak yasal düzenlemeler bu sonucu sağlayacak mı?
Psikolojik harekat denen, ajitasyon-propaganda yöntemleri terörü besleyen bataklığı kurutmaya yetecek mi?
Hayır yetmeyecek. Tabii ki güvenlik için bazı yasal düzenlemeler gerekebilir.
Ama bu her şey demek değildir. Cezaevlerini sempatizanlarla doldursanız da, insanları korkutup sindirseniz de, terör örgütünün “işbirlikçi”leri neden bulduğunu anlamadan, kalıcı bir sonuç almak mümkün değil.
* * *
Pekiyi ne yapmalı? Terörün kitle temelini nasıl zayıflatmalı?
Kucaklayıcı olarak.
Kürt vatandaşlarımızın duygularını anlamaya çalışarak.
Geçen hafta Mardin’de gördüğüm yaşlı bir aşiret mensubu, kendini bildi bileli merkez sağa oy vermiş bir kişi, “Hep Kürt, Kürt diyorlar, neden herkes bizi alet ediyor, bizim üzerimizden siyaset yapıyor. Biz düşman mıyız?” dediğinde, hemen cevap bulmak kolay olmadı.
Güneydoğu’da, Irak’a operasyonu onaylayan bir tek kişi ile karşılaşmadım ben. MHP’liler de dahil olmak üzere.
Türkiye’de farklı gerçekler var. Bu farklar üzerinde kafa yormadan, gerçekler arasındaki duvarları yıkmadan “işbirlikçi” sorununun üstesinden gelmek zor.
* * *
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt konuşmasında, “Terörle mücadele sadece silahlı mücadeleden ibaret değildir. Ekonomik, siyasi ve psikolojik boyutu vardır” diyor.
Doğru da, siyasi, ekonomik, psikolojik bir proje hazırlayacak ortam bir türlü sağlanamıyor ki.
Kürt sorunundan söz eden bütün siyasilerin lafları, Turgut Özal’dan bu yana, ağızlarına tıkandı.
Başbakan Erdoğan, Kürt sorunundan söz etti diye ağır eleştiriler aldı. Mehmet Ağar’ın, “Herkes bizim çocuğumuzdur, dağdakiler ovaya inmeli” açıklaması olay çıkardı.
Terörle mücadelenin ekonomik, siyasi ve psikolojik boyutundan söz ederken, terör örgütünün “koz” olarak kullandığı “mesele”yi görmezden gelemezsiniz.
PKK’nın, Kürt kökenli gençlerimizi dağ yollarına düşüren “kozlarını” etkisiz kılmak Kürt sorununu, şiddete karşı çıkan, terörü reddeden Kürtlerle konuşmadan mümkün mü?
Hürriyet, 29 Haziran 2007
|
Ferai TINÇ
30.06.2007
|
|
|
Tarih, kimleri ahmak ilân eder? |
Türkiye’nin Avrupa Birliği yolunu kesmek isteyenler... Kimler?
Bir yanda AB içindeki Sarkozy’ler...
Öbür yanda, ‘gerçek demokrasi’yi Türkiye için (Murat Belge’nin deyişiyle) asıl büyük iç düşman belleyen bazı ulusalcı-milliyetçi odaklar, askerci organize çekirdek güçler...
Bunların bir de eki var:
Amerika ve İsrail’deki bazı neo-con çevreler...
Irak Savaşı’nda başı çeken ve bugün hâlâ İran’a da silahlı müdahaleyi savunabilen bu odaklar, Türkiye’nin AB üyeliğine öteden beri sıcak bakmazlar. “AB sizi nasıl olsa içeri almaz, bu sevdadan bir an önce vazgeçin!” derler.
Bu odaklara göre, demokrasi çıtası yükselecek ve AB’ye demir atacak bir Türkiye Ortadoğu’da İsrail’den uzaklaşır ve İsrail’in güvenliği bundan olumsuz etkilenir.
Amerika ve İsrail’deki bu neo-con çevreler, Türkiye’de siyasetin üzerinde ‘asker sopası’nın sallanmasında herhangi bir sakınca görmezler.
Hatta içlerinden bazıları, AKP hükümetinin İslamcı-faşist bir hareketi temsil ettiğini, bu nedenle askeri bir darbe ile yıkılabileceğine fetva verecek kadar gözü karadır.
İlginçtir.
Bu neo-con çevrelerde, PKK’ya karşı Türkiye’nin Kuzey Irak’a müdahalesi de hoş görülür.
Neden?
Soruyorum, çünkü Amerika ve İsrail’deki bu neo-con odaklar aynı zamanda Irak’ın parçalanmasını ve kuzeyinde bağımsız bir Kürdistan’ın kurulmasını da savunurlar.
İster istemez akla takılıyor:
Bu bir tuzak mı?
Türkiye’ye tuzak mı kuruluyor?
Kuzey Irak’a müdahaleyle AB cephesinde Sarkozy’lerin işi kolaylaşır, böylece Türkiye’nin ipi daha zahmetsizce çekilir.
AB yolunda büyük bir darbe yiyen Türkiye, demokrasiyi boşlarken, hem Irak Kürtleri ile, hem kendi Kürtleri ile daha beter karşı karşıya kalır, çatışma ortamına girer. Türk-Kürt çatışması da orasından burasından patlar.
Terörle mücadele gerekçesiyle Türkiye’de insan hakları ve hukuk alanı daralırken, ülke gittikçe istikrarsızlaşır. Tıpkı 1990’larda olduğu gibi, ekonomik büyüme ve kalkınma için seferber edilebilecek fonlar savaşa akıtılır. Bütçede dizginler elden kaçar, 1990’lardaki gibi enflasyon yeniden başını kaldırır.
Siyasal ve ekonomik istikrarın bozulduğu, AB yolunun tıkandığı bir ülkeye dışarıdan sermaye akışı da, doğrudan yatırımlar da yavaşlar, hatta durur.
Demokrasinin gerilediği, özgürlüklerin kısıldığı, dışa açılmanın durakladığı, ekonomik büyümenin teklediği bir Türkiye’de aş ve iş sorunu çözülemez.
Böyle bir Türkiye’de radikal İslam da, Kürtçülük de çok daha rahat cirit atmaya başlar.
Ortadoğu’da mevcut, Irak gibi, Filistin gibi, Lübnan gibi savaş, iç savaş ve çatışma çevrelerine bir de Kuzey Irak ve Türkiye’nin ekleniyor olmasına, herhalde, Bin Ladinciler’in, El Kaideciler’in herhangi bir itirazı olmaz.
Felaket senaryosu mu?
Bir bakıma öyle.
AB’ye sırtını dönecek, demokrasiyi boşlayacak, Kuzey Irak’a müdahale edecek, Güneydoğu’da yangını körükleyecek bir Türkiye’de -ve bölgede- öylesine dinamikler bir anda harekete geçer ki herkes şaşırır kalır.
Güneydoğu’dan şehit cenazelerine bir de Kuzey Irak şehitleri dalgası eklenirse, Türkiye kendini bir cehennem çukurunda bulabilir.
Böylesi gelişmeler, Amerika ve İsrail’deki bazı neo-con çevrelerin umurunda bile olmaz. Onların kendi büyük resimleri vardır. Ona bakarlar, başka şeye değil.
Kısacası:
‘Irak felâketi’ni dünyanın başına sarabilmiş olanlardan her şey beklenir. Kuzey Irak’ta yangın çıkaracak bir Türkiye’nin Irak’ın parçalanmasında, yangının İran’a sıçratılmasında kullanılabileceği de neo-con’ca hesaplar arasında olabilir.
Onun içindir ki:
Seçim meydanlarında Kuzey Irak’a müdahale bayrağını sorumsuzca sallamaya devam edenler acaba böylesine senaryoları da akıllarına getiriyorlar mı? Bir Baykal, bir Bahçeli, partilerine seçim sandığından daha çok oy çıkabilir hesabıyla tehlikeli bir savaş oyunu oynadıklarının farkındalar mı?..
Uzun lafın kısası:
Türkiye’nin AB ipiyle demokrasi ipine sımsıkı sarılması lazım.
Türkiye’nin ekonomide küresel rekabete ayak uyduracak reformcu çizgisini sürdürmesi lazım.
Türkiye’nin terör ve şiddete karşı haklı mücadelesini demokratik hukuk devleti içinde devam ettirirken, Kuzey Irak gibi dış maceralardan uzak durması lazım.
Türkiye’nin gerçek demokrasi ve AB yolunu -yurtiçinde ve dışında- kesmek ve Türkiye’nin yüzünü Batı’dan Doğu’ya çevirmek ve kendi içine kapatmak isteyenler, bilerek ya da bilmeyerek, yalnız bu ülkeyi değil, tüm bölgeyi ateşe atacak ‘cehennem tuzakları’na alet olduklarını da iyi bilsinler.
Tarih, onları affetmeyecektir.
Onları ahmak ilan edecektir.
Milliyet, 29 Haziran 2007
|
Hasan CEMAL
30.06.2007
|
|
|
‘Eli kolu bağlı olanlar’ ve ‘olmayanlar’ meselesi |
Genelkurmay Başkanı ve Kara Kuvvetleri Komutanı’nın Eğridir’de Silahlı Kuvvetler’in yeni stratejilerini ilan ettikleri basın toplantısında yaptıkları açıklamalar medyanın tamamında büyük bir yer aldı.
Bu basın toplantısı, son günlerde ortaya çıkan asker kökenli çeteler, ele geçen ordu malı illegal cephanelikler ve “askerin iyi eğitilmediği için şehit sayısının artmakta olduğuna” ilişkin eleştirilere maruz kalan silahlı kuvvetler komuta kademesinin, muhtemelen medyayı etkilemek ve bu havayı değiştirebilmek amacıyla düzenlediği bir medya gezisi sırasında gerçekleşti.
Bu konudaki haberlerin ve yapılan yorumların hiç olmazsa bir kısmını okumuş, TV’lere yansıyan programların bazılarını da izlemiş olmalısınız.
PKK ile mücadele eden askerlerin nasıl eğitildiklerini göstermek amacıyla Eğridir Komando Okulu’nda gerçekleştirilen gösterilere ve komutanların yaptıkları açıklamalara bu nedenle fazla değinmek istemiyorum.
Ama buna karşılık bu, ‘medyayı etkileme’ gezisi sırasında düzenlenen basın toplantısında Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın bazı sözleri üzerinde durmak gerektiğine inanıyorum.
Büyükanıt basın toplantısının bir yerinde, PKK’ya yardım eden sivillerden ve hatta bunların arasında PKK adına bomba yerleştiren imam ve muhtarlar olduğundan söz ederken şunları söylüyor:
“İtiraf etmem lâzım, PKK bizden çok daha iyi psikolojik harekât yürürütüyor. Çünkü elini kolunu bağlayan yok.”
Terör örgütü olarak ilân ettikleri PKK’nin faaliyetleri ile koskoca silahlı kuvvetlerin bazı faaliyetlerini kıyaslıyor olmasındaki garipliği bir kenera bırakalım.
Bu sözlerden şöyle bir anlam çıkmıyor mu?
“PKK’nın eli kolu bağlı değil, ama bizim elimiz kolumuz bağlı.”
Aslına bakılırsa bunda yakınılacak ne var? Bir tarafta belli kurallara, anlayışlara bağlı olmayan bir örgüt var. Adı üstünde bu örgütü terör örgütü olarak, yasa dışı bir örgüt olarak ilan etmişsiniz.
Öte yanda da (bu aynen Büyükanıt’ın tanımlamasıdır) silahlı kuvvetler var.
Bu da devletin yasal, düzenli, nizami ordusu.
Her şeyden önce bağlı olduğu bir Anayasa var. Yasalar var. Hukuk kuralları var. Bir devlet anlayışı var. İnsan hakları kuralları, Türkiye Cumhuriyeti’nin imzaladığı ve uyma yükümlülüğü olan uluslararası sözleşmeler var. İnsanlığın bazı yüce değerleri var.
Bu sözlerin tonlamasına baktığınızda hemen bir hayıflanma farkediyorsunuz.
“Ah bizim elimiz kolumuz da PKK’nın gibi bağlı olmasaydı!” yakınmasını hissetmemek mümkün değil.
Geçmişte bir komutan bunu daha açık sözlerle dile getirmişti:
“Demokrasi olmasaydı PKK’nın kökünü bir haftada kazırdık” demişti.
Gerçi şimdi bu kadar aleni laflar edilmiyor. Büyükanıt daha diplomatça söylemiş söylemek istediğini, ama bazı şeyleri de açıkça ifade etmiş. Bazı yasalardan şikayet etmiş.
Bu anlamda aslında komutanların ellerini tutan pek yok.
Polis yasası daha yeni değiştiği ve yasa değişir değişmez polisin insan hakları ihlali vukuatlarının iki misli arttığı görmezden gelinerek mesela, aynı basın toplantısında yine, “Polis Vazife ve Selahiyetleri Yasası’nın yetersizliği” dile getirilmiş.
Bu şikayetler Genelkurmay Başkanı’nın ağzından bu kadar açıkça dile getirilip, hatta bir de ‘PKK’nın eli kolu’ diyerek bir kıyaslama da yapılınca buna hangi iktidar ya da iktidara aday hangi siyasi parti karşı çıkabilir?
Dolayısıyla, “Asker istesin hemen yapalım” diyerek askerin her istediğini,—mesela Şemdinli olayında olduğu gibi–-yerine getiren AKP yetkilileri bu yaklaşımlarında ilk değiller. Geçmişteki her hükümet böyle davrandı.
Dolayısıyla silahlı kuvvetlerin eli kolu öyle o kadar da bağlı değil ama, bunlar da yeterli görülmüyor.
Daha fazla yasak, daha az demokrasi, daha fazla sorumsuzluk ve dokunulmazlık, talep edilen.. Çünkü amaç terörle mücadele!...
Tabii bu taleplerin mutlak olarak, bütünüyle yerine getirilmesi imkansız.
Neyse ki eksik uygulansa da bazı yasalar, uluslararası anlaşmalar, sözleşmeler, Türkiye’nin üye olduğu uluslararası kuruluşlar, müttefikleri vesaire var.
Şimdi uluslarası anlayış ve demokratik kriterler terörle mücadelenin dahi insan hakları ve demokratik kurallardan taviz verilmeden yapılmasını öngörüyor.
Bir de ne yaparsanız, hangi baskıyı uygularsanız uygulayın tamamen engelleyemediğiniz global iletişim olanakları var.
Artık gerçeklerin açığa çıkmasını hiçbir silahlı kuvvet, hiçbir olağanüstü güç engelleyemiyor.
Dolayısıyla keşke medyamız, komando eğitimlerine ayırdığı yerin ve zamanın onda birini bu hayati meselenin tartışılmasına ayırabilseydi.
Ayırabilseydi de, bu “eli kolu bağlı olmak” meselesini esaslı bir şekilde tartışabilseydik.
Yeni Şafak, 29 Haziran 2007
|
Koray DÜZGÖREN
30.06.2007
|
|
|
Meraklandıran harita |
TSK’nin üst kademe komutanları Eğirdir Dağ Komando Okulu’nda gazetecileri bilgilendirdiler.
Gayet sıkı bir eğitimden geçen komandoların görüntülerini TV’den izledik, verilen bilgileri hem dinledik, hem de dün gazetelerde okuduk.
Haber önemli: Çünkü 8-10 kişilik terörist grubunun üstüne binlerce tecrübesiz askerin gönderilmesi, malum klişeyle, ‘sineği balyozla öldürmeye kalkışmaya’ benziyor.
Geçenlerde askerliğini Güneydoğu’da yapan bir taksi şoförüyle sohbet ediyorduk. “Bir terörist yakaladık. Anlattıklarından anladık ki meğer birkaç gün önce askeriyle, korucusuyla 700 kişi, çalıların altında gizlenen adamı göremeden yanından geçip gitmişiz” dedi.
Düzenli ordunun ‘asimetrik savaşı’ kabul etmemesi gerekiyor. Gerilla tipi saldırıya karşı, benzeri taktiklerle karşılık vermek şart.
Brifinge katılan gazetecilerin izlenimleri arasında ilginç ayrıntılar yer alıyordu.
Birincisi... Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt, programda olmamasına rağmen, son anda karar değiştirerek, sürprizli bir biçimde Isparta’ya gelmiş ve deyim yerindeyse komutayı ele almıştı.
İkincisi... Toplantı başlamadan önce cihazların doğru çalışıp çalışmadığı kontrol edilirken perdeye bir harita yansımıştı. Türkiye’nin güneydoğusunu ve Irak’ın kuzeyini gösteren bu haritanın bir kısmı sarı renkle işaretlenmişti. Sarı bölgeye hem Türkiye’nin, hem de Irak’ın bir bölümü dahildi.
Ancak brifingde bu haritadan hiç söz edilmedi. Bunun üzerine gazeteciler sordu. Onlar sorunca Org. Büyükanıt da meraklandı: “Ne haritası?” Ardından da haritayı görmek istedi. Derken harita perdeye yansıtıldı. Genelkurmay Başkanı, “Bu brifingde mi kullanılacaktı? Ne maksatla hazırlandı” diye komutanlara sordu.
Bunun üzerine haritanın Türk uçakları tarafından çekilen görüntüleri işaret ettiği söylendi. Ancak başta “tampon bölge” fikri olmak üzere, çeşitli çağrışımlara yol açan bu harita brifingde kullanılmamıştı.
Bu noktada duralım ve geçmişi hatırlayalım. 27 Nisan gecesi Genelkurmay’ın internet sitesine konan bildiriyi hatırlarsınız. Daha sonra, bu kez 8 Haziran gecesi, bir bildiri daha yayınlandı.
İkisi de imzasız olan bildirilerin ortak noktalarından biri şuydu: Anlatım biçimleri komik denecek kadar bozuktu.
Halbuki Org. Büyükanıt’ın entelektüel diyebileceğimiz bir kültürel birikime sahip, titiz bir kişi olduğunu biliyoruz.
Bazı konuşmalarına ben içerik olarak katılmasam da hazırladığı metinlerin “jilet gibi” olduğunu teslim etmem gerek.
Mesela bir keresinde “Bugünün sorunları, dünün yanlış çözümleridir” demişti. Bu söz dünyaca ünlü yönetim gurusu Peter Drucker’a aittir ve aslı şöyledir: “Bugünün sorunları, dünün çözümleridir.” (Büyükanıt ‘yanlış’ kelimesini ekleyerek yorumlamıştı.)
Bu ve benzeri örneklerden hareketle, 27 Nisan ve 8 Haziran bildirilerinin Büyükanıt’ın elinden çıkmadığını... Hadi bunu da bir yana bırakalım, bildirilerin onun titiz denetiminden geçmediğini hissediyorum.
Şimdi de ortaya bu “harita” konusu çıktı. Büyükanıt gazetecilere “Özel anlam yüklemeyin” demiş demesine de... Onu dahi şaşırtan ve “Ne maksatla hazırlandı” diye sormasına yol açan bu harita, yine de insanı meraklandırıyor.
Silahlı Kuvvetler’in basın toplantılarına ne kadar önem verdiğini, kılı kırk yararak hazırlandığını, en küçük ayrıntıyı dahi düşündüğünü biliyoruz.
Bizi buna alıştırdılar!
O halde sunuma yerleştirilen ama hakkında tek kelime edilmeyen harita orada ne arıyordu?
Bu durum bana TSK içinde birbiriyle uyuşmayan fikirlerin olduğunu (ki bu normal) ve bunların bazen kısa devreye yol açtığını (ki burası kritik) düşündürüyor.
Sabah, 29 Haziran 2007
|
Emre AKÖZ
30.06.2007
|
|
|
Toplum sorgulamaya başlayınca |
Genelkurmay Başkanı’nın dün açıkladığı terörle mücadeleyi profesyonelleştirme kararı, uzun zamandır beklediğimiz, defalarca yazıp çizdiğimiz son derece önemli ve olumlu bir karar.
Ama kararın kendisinden de önemli olan bir başka yanı daha var bu olayın: Umarım generallerimiz, toplumdan gelen eleştirilerden etkilenmiş olmayı, kamuoyunun sesine kulak vermiş olmayı zul addetmezler; bunu söyledik diye bize kızmazlar... Zira olan aynen budur.
Yapılan savaş stratejisi değişikliğine son dönemde sürmekte olan tartışmalar ışığında baktığımızda, sanırım demokrasimizin bir eşiği daha aşmakta olduğunu söyleyebiliriz. Nedir bu eşik? Savunma konularını “tartışılmaz” sayan tabunun kırılması. Evet, savunma konuları artık yavaş yavaş kamuoyu tarafından tartışmaya açılıyor. Silahlı Kuvvetler’in ilgi ve yetki alanına giren meselelerde toplum fikrini söylemeye, uygulanan politikaları eleştirmeye ve değişmesini istemeye başlıyor. Ordu da bu eleştirilerden etkilendiğini, toplumun uyarılarına karşı duyarlı olduğunu bu son kararlarıyla ortaya koymuş oluyor.
Aslında kırılma noktası geçen yıl Eylül ayında bazı şehit yakınlarının ortaya koydukları tavırdı. O şehit cenazelerinde alışık olmadığımız bir isyana tanık olduk. Anne ve babalar ilk defa “vatan sağolsun” demediler, “bir oğlumuz gittiyse sırada iki oğlumuz daha var” demediler. Aileler ilk defa oğullarının hakkını helal etmediler.
Onun yerine rahatsız edici sorular sordular: Devlet neden oğullarımıza bir çelik yelek bile vermedi diye sordular. Daha ileri gidip bu çocukları üç günlük silah eğitimiyle böyle dağlara sürüp adam öldürmelerini istemenin doğru olup olmadığını sordular. Doğrusu yadırganacak hiçbir şey yok bu sorgulamalarda. Asıl garip olan yirmi küsur yıldır hiçbir soru sormadan, “vatan sağolsun” kaderciliğiyle şehit cenazesi kaldırmaktı.
Deprem evlerimizi yıktığı zaman mühendislerin mimarların işlerini iyi yapıp yapmadıklarını tartışıyor, hatta kimilerini mahkemelerde yargılıyoruz. Hastamız ameliyat masasında kaldığında cerrahın ustalığını sorguluyoruz. Bu savaş yirmi yıldır bir türlü bitirilemiyorsa, çocuklarımız yirmi küsur yıldır sapır sapır ölüyorsa komutanlarımızın savaş yönetme ustalığını da sorgulamalıydık elbette. “Bu ölümler kaçınılmaz mıydı,yoksa önlenebilir miydi? Hata neredeydi; istihbarat mı, planlamada mı, taktikte mi?” diye sorup doyurucu açıklamalar beklemeliydik. Sadece tek tek operasyonlarla ilgili değil, genel olarak bu savaş, daha az zayiatla yönetilemez mi diye de sormalıydık.
Ve nasıl mühendislerimizin, doktorlarımızın bizi ikna etmelerini bekliyorsak, komutanlarımızdan da açıklama yapmalarını beklemeliydik. İşte, geçen Eylül ayında oğullarını kaybeden aileler bunu yaptılar ve böylece bir tabuyu kırmış, bir kapıyı açmış oldular. O günden bu yana, “Neden 23 yıldır süren bu savaş bir türlü bitmiyor” “Askeri mücadelede ne gibi hatalar yapılıyor?” “Neden mayın patlamalarına karşı ABD’nin Irak’ta kullandığı gibi elektronik sistemler kullanılmıyor? “Neden gerilla mücadelesine daha uygun örgütlenmelere gidilmiyor da hantal büyük güçlerle savaş kazanılmaya çalışılıyor?” gibi sorular daha büyük bir cesaretle sorulmaya ve farklı görüşler tartışılmaya başlandı.
Apaçık ki, bugün girişilen büyük dönüşümün arka planında bu tartışmalar var. Toplumun sadece vatan için ölmekle yetinmeyip, yürütülen savaşı sorgulamaya başlaması, kısacası ağırlığını ortaya koyması, TSK’yı da etkiledi; biraz geç de olsa profesyonellerden oluşan özel komando tugayları oluşturma kararı alındı. Bu olay bize, bazı meselelerin tartışma dışı bırakılmasının zararlarını öğretmeli; toplumsal eleştiriye açık olmanın hatalara karşı en etkili “erken uyarı sistemi” olduğunu göstermeli.
Ve bu süreç mutlaka devam etmeli... Ordu halkın ordusuysa eğer, halkın mesajını duymalı, eleştirisine kulak kabartmalı. Onun tarafından sorgulanmayı da zul saymamalı...
Bugün, 29 Haziran 2007
|
Gülay GÖKTÜRK
30.06.2007
|
|
|
|