|
|
|
AKP askerin önünü açtı |
Tetikleyici hadiseleri hepimiz biliyoruz. Onları “skandallar” olarak adlandırdık.
Bunlar arasında en kritik olanı Şemdinli skandalıydı.
Şemdinli hadisesi önemli üç gelişmeye tanıklık yaptı.
1. Şemdinli iddianamesinde adı geçen dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı ve kurmayları olayın hemen sonrasında askerî karargâha hâkim oldu, böylece yeni bir yapılanmanın ilk filizleri atıldı. Bir süreç, Şemdinli süreci başladı. Bu süreç askerî otoritenin siyasi alanda tasfiye politikalarıyla yeniden aktif hale geçmesini ifade ediyordu. Nitekim Büyükanıt Genelkurmay Başkanı olurken yaptığı konuşmada askerin rolünün üzerinde hassasiyetle duracaktı. Ve o günden itibaren asker tarafından atılan her adımın büyük siyasi operasyonun parçası olduğu daha sonra anlaşılacak ve Türkiye kendisini bir anda askerî vesayet krizinin ortasında bulacaktı
2. AK Parti anlaşılmaz bir şekilde bu konuda askerin önünü açtı. Özellikle Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in yönetiminde, skandalın üzerine siyasî ve idarî açıdan gitmeyi tümüyle devre dışı tuttu. Büyükanıt-Başbakan görüşmesi bir yanda Cemil Çicek’in temasları sonrası hükümet askerin taleplerini yerine getirdi. İddianameyi hazırlayan savcı görevden alındı ve ömür boyu hak mahrumiyeti cezasına çarptırıldı. Özetle hükümet askerî bürokrasiyle, daha doğrusu Büyükanıt ekibiyle ittifak yolunu seçmişti.
3. Askerle yapılan bu ittifak ve Şemdinli Skandalı karşısındaki pasif tutum AK Parti’nin farklı toplumsal kesimlerle yaptığı ittifakın bitişini de simgeliyordu. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine doğru yalnızlaşan, yaptığı ittifaka ve kurduğu kişisel ilişkilere gereğinden fazla önem atfeden, bildik bir tuzağa düşen bir başbakan ve siyasi iktidar vardı karşımızda…
Önü açılan asker rahatça yürüdü…
Yaşadığımız krizin gelişimini böyle okumak da mümkündür.
Hatta böyle bir okuma, krizi anlamak için biraz da zorunludur.
Elbet kriz sadece bu tür güç ilişkilerinden, bu ilişkiler içinde yaşanan askerî alan genişlemesi ve siyasî alan daralmasından ibaret değildir.
Bu sütunlarda daha önce birçok kez dile getirdiğimiz gibi krizin yapısal yönleri bulunuyor. Bunlar, bize, yukarıdaki skandallar, örneğin Şemdinli hadisesi olmasaydı da krizin geleceğini anlatır. Ancak krizleri harekete geçiren ilişki ve gelişmelerin onların kazandığı görünümü ve gücü belirlediğini unutmamak gerekir.
Bakın nasıl?
Hep birlikte izliyoruz:
Siyasete yönelik askerî eylem kendi meşruiyetini oluşturmaya yöneliyor. Öncü kuvvetleri kullanıyor, eskilerin deyişiyle kendisine uygun koşullar ve zemin hazırlıyor. Ardından bu hazırlanan sahaya gerekli ve düzenleyici güç olarak giriyor.
28 Şubat sürecinde öncü kuvvet basındı. Şimdi ise “sivil toplum örgütleri…”
Atatürkçü Düşünce Dernekleri’nden türlü Kuvayı Milliye örgütlerine kadar uzanan yüzlerce kuruluş devlet eksenli bir çalışma içinde bulunuyor. Nokta Dergisi’nin son sayındaki dosyadan biliyoruz ki, bunlar askerî karargâh tarafından destekleniyor ve yönlendiriliyor. Yine biliyoruz ki, bunların en etkililerinin başında daha birkaç yıl önce darbe yapmaya soyunmuş emekli kuvvet komutanları var. Birçok dernekte emekli askerler yönetici konumunda… Ankara, İstanbul mitinglerini temel olarak bu örgütler organize etti… Türkiye’de bir kutuplaşma havası ve görüntüsünü bu gruplar oluşturuyor, en azından tetikliyor.
Sorun odur ki, askerî-siyasî seferberliğe soyunan bu örgütlerle yukarıda andığımız skandallar arasında ciddi bağlar bulunmaktadır
Üç tür bağdan sözedebiliriz.
İlk bağ hemen her skandalda ulusalcı, özel harpçi ve Kuvayı Milliye örgütleriyle ilişkili isimlerin karşımıza çıkmasıdır.
İkinci bağ bu örgüt yelpazesinin içinde yer alan kimi kişilerin, dönemin Gladyosu’nu andırır biçimde mühimmat depolaması, para-militer örgütlenme içinde olması, bu işleri sivil alanın göbeğinde yapmasıdır.
Üçüncü bağ bu isimlerin karıştığı tüm skandal ve olayların hemen her zaman üstü kapalı kalması, münferit diye geçiştirilmesidir.
Bu tür isimlerin karıştığı ya da anıldığı olaylar dizisi ortada. İlk önce Trabzon’da rahip cinayeti işlendi, ardından Danıştay saldırısı yapıldı, sonra sıra Hrant Dink suikastine geldi, çok geçmedi Malatya’da misyonerler vahşi bir şekilde boğazlandı.
Arada üç vahim skandal yaşandı: Sauna, Atabeyler ve Şemdinli…
Bu skandallar yanında sıkça, ortalama iki ayda bir yapılan bir baskınla şurada ya da burada emekli askerler, yeni ulusalcı simalardan oluşan garip gruplar, askerî mühimmatlarla ele geçirildiler…
İşte size son örnek:
Bir hafta önce Ümraniye’de bir gecekondunun çatısında 27 adet taarruz tipi el bombası, TNT kalıpları ve fünyeler yakalandı. Bunların “sahibi” emekli astsubay Oktay Yıldırım’dı. Oktay Yıldırım ismini, Danıştay saldırısında ismi azmettirici olarak geçen Muzaffer Tekin bıçakla intihara kalkıştıktan sonra hastaneye kaldırılınca yardımına ilk koşan kişi olarak hatırlıyoruz. Ümraniye’deki taarruz tipi el bombalarının, Alparslan Arslan ve arkadaşları tarafından Cumhuriyet Gazetesi’ne atılan patlayıcılarla aynı seriden olduğu söyleniyor.
İlginç bir bilgi de Oktay Yıldırım’a ilişkin: Yıldırım Özel Harpçi, Özel Harp Kuvvetler Komutanlığı’nda helikopter pilotu olarak görev yaparken yaralanmış, malulen emekli edilmiş, ardından ulusalcı hareketin vazgeçilmez simalarından birisi haline gelmiş…
Dahası var: Yıldırım 2006 yılının Mayıs ayında, emekli Tuğgeneral Veli Küçük’le birlikte, Hrant Dink’in yargılandığı ‘Türklüğe hakaret’ davasının görüldüğü mahkemeye, müdahil olmak için başvuranlardan…
AB aleyhtarı gösterilerde ve Kıbrıs mitinglerinde de boy göstermesi, Perihan Mağden, Orhan Pamuk ve Elif Şafak’ın yargılandığı davalarda da adliyenin önünde, gösteri yapanların en önünde yer alması işin cabası…
Buz katmanının üzerindeki asker-sivil çatışması ve askerî kuşatma bir yana; devlet içinde Emasya, toplumun göbeğinde gladyo ve para-militer laikçi ulusalcı örgütlenme…
Bu üçgen ölümcüldür…
Ve Türkiye bugün bu sarmalın krizini yaşıyor.
Aksiyon, 18 Haziran 2007
|
Ali BAYRAMOĞLU
20.06.2007
|
|
|
İspanya dersleri |
Hafta sonunda, ünlü İspanyol gazetesi El Pais’in İngilizce edisyonu elime geçmese fark edemeyecektim. Dört gün önce, yani 15 Haziran’da İspanya demokrasiye geçişinin 30. yılını idrak etti. Evet evet, yanlış okumadınız, sadece otuz yıldır demokrasi var İspanya’da.
36 yıl süren Franco Diktasından sonra 15 Haziran 1977’de ilk serbest seçimini yapmıştı İspanyol halkı. İlk seçimde iktidara gelen Adolfo Suarez’in hükümetindeki bakanların pek çoğu, dikta döneminde de görev yapmış isimlerdi. Ülke bir yanda Katalan, bir yanda Bask ayrılıkçı hareketleriyle bir siyasi fırtınanın eşiğindeydi. Suarez, çok başarılı bir geçiş dönemi yaşattı İspanya’ya. Ve İspanyol demokrasisi, bugün bizim gıptayla baktığımız bir demokrasi.
Bir de Türkiye’ye bakın! 1946’da ilk kez çok partili seçim yaptık ama bu seçim çok tartışmalıydı. 1950’de iktidar, 27 yıl sonra kansız biçimde el değiştirdi, ülkeyi 27 yıl boyunca zaman zaman büyük baskı politikalarıyla yöneten parti gitti, yerine ‘başka’ bir parti geldi.
1960’da ilk askeri darbemizi yaşadık. Ardından kısa süreler içinde iki ciddi darbe teşebbüsü oldu. 1972’de askerler içinde ciddi bir sol cuntalaşma vardı. Ama sonunda sağ cunta kazandı, askerler ülkenin seçilmiş hem de epey yüksek bir oy oranıyla seçilmiş hükümetini istifaya zorlayıp Türkiye’ye ara rejim veya yarı darbe rejimi yaşattılar. 12 Mart rejimi siyasi dengeleri temelinden sarstığı için bütün 70’li yıllar ciddi siyasi kaosla ve bu arada önlenemeyen terör olaylarıyla geçti. (Bu arada 60 darbesinin darbeci subaylarından oluşan ‘Milli Birlik Grubu’ parlamentodaydı.)
12 Eylül 1980’de bir askeri darbe daha yaşadık. Askeri cunta kendi hazırladığı anayasayı 1982 yılında tartışmaya izin vermeden, hayır propagandasını yasaklayarak halk oyuna sundu. Aynı cunta, 1983 sonunda yapılan seçime kimin katılıp kimin katılmayacağına tek tek adaylar bazında ve partiler bazında karar verdi.
Seçime üç partinin girmesine izin verildi. Bu partilerden ikisinde çok sayıda aday ‘veto’ yedi. Seçimi kazanan Turgut Özal, ne yazık ki Suarez değildi. Sonradan seçim kazanıp gelenler de Suarez gibi olmadılar, olamadılar.
Belki de rejimin bir türlü 12 Eylül gölgesinden çıkamaması, normalleşemesi yüzünden, 1997’de, askerler bir kez daha siyasi sürece müdahale ettiler, darbe tehdidiyle iktidardaki hükümeti istifa ettirdiler. 12 Mart dönemindeki kadar olmasa da o ara dönemde de parlamento askerin istediği yasaları çıkardı.
Ve şimdi, son askeri darbeden 27 yıl, post-modern adı verilen son müdahaleden 10 yıl sonra bir kez daha askerin siyasete müdahalesini yaşıyoruz. Ordu, Cumhurbaşkanı seçimine açıkça müdahale etti, Anayasa Mahkemesi bu baskı sonucu Cumhurbaşkanı seçimini iptal etti. Bugün darbe ihtimali hâlâ yüksek ve asker konuştuğu zaman hâlâ herkes susuyor. Demokrasinin kendisinin siyasi oy kavgasına dönüştüğü utanç verici bir seçime gidiyoruz.
* * *
Bundan 30 yıl önce İspanya belki tarihinde gerçek anlamda ilk kez demokrasiye geçerken Türkiye kadar fakir bir ülkeydi. İlk seçimden 4 yıl sonra bazı askerler parlamentoyu bastılar, yeniden darbe yapmak istediler ama bütün sivil toplum bir oldu, Kralın da sayesinde darbe önlendi. Bugün İspanya, demokrasisinden bir an bile şüpheye düşülmeyen, daha geçen yıl önemli bir komutanının siyasi demeç verdiği için sektirmeden emekliye sevkedildiği ve Türkiye’den kat be kat daha zengin, daha müreffeh bir ülke. Bask ayrılıkçı terörü önemli bir sorun ama bizim terör sorunumuzla kıyaslanamayacak kadar az can alan bir sorun.
Bir de dönüp Türkiye’ye bakın. Bu ülke ekonomik bütün sıçramalarını kör topal işleyen demokrasi zamanlarında yaptı, askeri darbe dönemlerinde değil. Ama ‘yeteri kadar demokrasi’ olduğumuz daha üç yıl önce tescil edildi, bugün ondan geri noktadayız. Refahımız İspanya’nın bir hayli gerisinde, hayat standardımız da öyle. Ayrılıkçı terör sorunumuza askeri çözüm bir türlü bulamıyoruz, siyasi çözüm yolunu ise pek aradığımız söylenemez.
* * *
Bilmiyorum bu kıyaslama size bir şey ifade etti mi?
Radikal, 19 Haziran 2007
|
İsmet BERKAN
20.06.2007
|
|
|
Senaryolar ve gerçekler |
İstanbul’da patlayan bombaların yol açtığı büyük bir katliam... Türkiye’yi derinden sarsan bir suikast... Ve arkasından ordunun Kuzey Irak’a müdahalesi...
Bu bir plan değil.
Sadece bir senaryo...
Washington’daki bir düşünce kuruluşunda yazılıyor ve tartışılmasına Türkiye’den asker kişiler de katılıyor.
Olabilir.
Ben heyecanlanmadım.
Her şeyden önce düşünce kuruluşlarının varlık nedeni budur.
Farklı görüşler yarıştırılır; değişik fikirler üretilir; beyin fırtınaları yapılır; ve her türlü aykırı düşüncenin özgürce ifade edildiği arama konferansları düzenlenir bu ‘düşünce fabrikaları’nda...
Bazen ölçü kaçabilir.
Densizlikler olabilir.
Ancak, İngilizcesi think-tank olan bu kuruluşlar öncelikle düşünce üretimi için, düşünce egzersizi için vardır.
Ben de yurtiçinde ve dışında, Washington dahil kapalı kapılar arkasında yapılan böyle birçok toplantıya katıldım.
Yararlandıklarım, çok şey öğrendiklerim de oldu. Keçiboynuzu gibi zaman israfı halinde geçen toplantılara da tanıklık ettim.
Bir nokta daha var.
Washington’da, Hudson Enstitüsü’ndeki bu beyin fırtınası, beni bir başka açıdan daha heyecanlandırmadı.
Senaryoyu bir yana bırakın.
Sanki Türkiye sabah akşam bombaların patladığı, masum insanların kırıma uğratıldığı, iğrenç suikastların yapıldığı, siyasal cinayetlerin, faili meçhullerin işlendiği bir ülke değil.
Sanki bu Türkiye belirli aralıklarla askerî müdahalelere sahne olmuyor.
Sanki bu Türkiye’de sabah akşam Kuzey Irak’a müdahale senaryoları konuşulmuyor.
Bu ülkede bunlar yok mu?
Hepsi var.
O zaman...
Kaç gündür bu heyecan niye?
Washington’daki bir düşünce merkezinde üretilmiş bir senaryo üzerine ne diye kızılca kıyamet kopuyor ki?
Neden bağırıp çağırıyoruz?
Türkiye’de bir yılı aşkın süredir yaşanmakta olan Çankaya savaşları sürecinde siyasal cinayetler de işlendi, sayısız terör ve şiddet eylemi de yapıldı.
Üstelik, devletin derinliklerine indiği izlenimini veren ne kadar çok olay yaşandı, yaşanıyor da...
Doğrusunu isterseniz, İstanbul-Ümraniye’deki bir evde ele geçirilen el bombaları ile gözaltına alınan ‘Kuvvai Milliyeci’ bazı (emekli) subay ve astsubayların karıştıkları olay, beni Washington’daki toplantıdan çok daha fazla heyecanlandırdı.
Türkiye’de eğer demokrasi ve hukukun üstünlüğünden söz edilecekse, önce gerekli olan bu ‘Ümraniye olayı’nın çırılçıplak sergilenmesidir. Bu olayın medyada çok daha fazla deşilmesi ve didik didik edilmesidir.
Eğer bu olayda yumağın ucu yakalanır ve yürekli biçimde çekilirse, yumak bir anda çözülebilir.
Çünkü bu bir senaryo değil.
Demokratik hukuk devletine kurulan tuzaklardan biri çıkabilir bu bomba sandığından...
Siyasal iktidarın da, Washington’daki senaryolar yerine bu el bombaları ile daha yakından ilgilenmesi, bu ülkede demokratik hukuk devletinin geleceği açısından çok daha yararlı olur.
“Çeteler”in üzerine gidin, senaryoların değil!
Milliyet, 19 Haziran 2007
|
Hasan CEMAL
20.06.2007
|
|
|
Senaryonun devamı |
Kimsenin beynine sansür çipi koyacak halimiz yok; dünyada binlerce düşünce kuruluşu her gün binlerce toplantı yapıp en uçuk senaryoları tartışıyor. Hudson Enstitüsü de istediği senaryoyu yazar ve oynar!
Ama o senaryoları tartışanlar arasında askeri ateşeliğimize mensup generaller de varsa o zaman konunun rengi değişir.
Olayın çok vahim birkaç boyutu var: Birincisi o generallerin böyle bir senaryoyu tartışmayı bulundukları mevkiyle nasıl bağdaştırdıkları...
Ikincisi bu olayla ilgili olarak, Genelkurmay’ın bize borçlu olduğu basın açıklamasının hâlâ yapılmamış olması. Üçüncüsü, toplantıdaki bir analizcinin, PKK liderlerinin yakalanıp Türkiye’ye verilmesinin bu aşamada ‘yanlış’ olacağını, zira ‘AKP’ye destek sayılacağını’ söylemesi ve toplantıdaki bir yetkilinin de bu sözleri onaylar tarzda konuşması...
Açık söyleyeyim: Bir okurumun deyişiyle “kendi kebabını pişirmek için bütün ormanı yakmaya hazır” bu kişilerin kimler olduğunu öğrenmek hepimizin hakkı. Eğer olayın üstünün kapatılmaya çalışıldığına tanık olursak; bu gözü dönmüş düşüncenin hayali senaryolarda kalmayıp gerçek hayatta da uygulanmakta oluşundan şüphelenmekte haklı olmaz mıyız?
* * *
Senaryonun açılış bölümlerini okuduk da gelişme ve final bölümlerinde neler vardı merak ediyorum doğrusu... Mesela “Irak batağındaki Türkiye” manzarasıyla ilgili geniş bir bölüm olmalıydı mutlaka... Arka planda sıkıyönetim altında inleyen kapkara bir ülke manzarası, ön planda sınır ötesinden gelen tabut görüntüleri... Daha sonra da genişçe bir “Müflis Türkiye” bölümü...
Bu bölümün nasıl olacağını öngörmek için Nur Batur’un Sabah’ta yayınlanan yazı dizisinden esinlenebiliriz. Batur, 27 Mayıs darbesinden 47 yıl sonra Amerikan arşivlerine girip o günlerde Türkiye’deki Amerikan büyükelçisinin ABD’ye yolladığı mesajlardan ikisini yayınladı Sabah’ta. Büyükelçi Warren, 27 Mayıs cuntasının lideriyle yaptığı görüşmeden edindiği izlenimleri ülkesine aktarırken şu cümleyi kullanmış: “Dinlediğini anlama yeteneğinden yoksun, dar görüşlü bir taşralı!”
Büyükelçi Gürsel’e bir belge okuyor. “Anladınız mı?” diye soruyor, Gürsel başını sallıyor. Ama anlamadığı belli. Belge okunup bitince bir diyeceği olup olmadığını soruyor. Belgeyle ilgili tek laf edemeyen Gürsel sözu birden, ABD’den istedikleri 100 milyon liraya getiriyor: “ABD’den istediğimiz parayı alacak mıyız, almayacak mıyız?” Büyükelçi belgeyi ikinci defa okumak zorunda kalıyor. Bu kez görüşmede bulunan Türkeş söze giriyor. Onun da tek derdi para: “Acil olarak paraya ihtiyacımız var. Gelecek sene seçim var.”
İşte, bizim “Cemal Ağa” deyip bağrımıza bastığımız Cemal Gürsel’in hali bu... Cuntanın, Galatasaray Lisesi, Paris Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi ve Cenevre Hukuk Fakültesi mezunu Fatin Rüştü Zorlu gibi efsanevi bir Türk hariciyecisinden sonra dünyanın karşısına çıkardığı “lider”in çapı bu...
Bu tabloyu bugüne adapte ederek Hudson Enstitüsü’nde masaya yatırılan senaryonun devamını yazmaya kalksak, farklı bir tablo çıkmaz ortaya... Ekonomiden, diplomasiden, siyasetten habersiz, şiddetten başka bir dil konuşamayan çapsız cunta liderlerinin, dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinden birini üç günde tepe üstü çaktıktan sonra, ilk ayın emekli maaşlarını bile ödeyemeyecek hale gelişlerini anlatan son derece içli bir senaryo çıkar ortaya.
Artık Washington’dan mı isterler bankamatiklere koyacakları parayı; Putin’den mi bilinmez... Malum, ittifak eksenini kaydırmaya çalışıyorlar ya...
Bugün, 19 Haziran 2007
|
Gülay GÖKTÜRK
20.06.2007
|
|
|
Deli saçması mı? |
Amerika’daki bir düşünce üretme kuruluşunda Türkiye ile ilgili karanlık senaryoların dile getirilmesine değişik tepkiler gösterildi.
Başbakan Erdoğan’a göre bunlar “deli saçması.” Dışişleri Bakanı ve halen cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül’e göreyse “toplantıda bulunan Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının tepki gösterip toplantıyı terk etmeleri gerekirdi.”
Daha önce de bu senaryo üretimine değinirken dikkati çekmek istediğimiz bir unsuru tekrar edelim: Eğer dünyanın önemli merkezlerinde Türkiye hakkında böyle senaryolar üretiliyor ve konuşuluyorsa, Türkiye’de ciddi bir yönetim zaafı var demektir. Çünkü bu senaryoların konuşulması, kimilerinin de benzeri senaryoları sahneye koyma eğiliminde olduğunu gösterir. O eğilimdekilerin bunları gerçekleştirmek için ne gücü vardır, bu bilinmez ama bu tür senaryoların üretilmesi, eski deyimle “şüyuu vukuundan beter” bir durumdur. Yani konuşulması gerçek olmasından bile kötüdür.
***
Ön saflarında emekli subay ve astsubayların bulunduğu bazı örgütlenmelerin, Hırant Dink ya da Orhan Pamuk’un tehdit edilmesi, hoşa gitmeyen toplantılara yönelik sert tepkiler, şehit cenazelerindeki gösteriler, gecekonduda çıkan el bombaları, Cumhuriyet Gazetesi’ne atılan el bombaları, Danıştay’daki katliam girişimi gibi olaylarda sürekli gündeme gelmelerini kuşkusuz, Türkiye’ye dışarıdan bakanlar da izliyor.
Dışarıdan ve yukardan bakan biri,
bu olayları ardı ardına dizdiğinde; hatta
Hırant Dink cinayetini, Hristiyanların
boğazlanmasını, rahip öldürülmesini ve dövülmesini, katillerin karakollarda kahraman muamelesi görmesini de bunlara eklediğinde “Türkiye’de ne oluyor” sorusunu çok kuvvetli bir şekilde sorar
ve cevap vermeye çalışır.
***
Bunların yanı sıra YÖK Başkanı Prof. Teziç’e yönelik suikast girişimini, AKP Genel Merkezi’ne silahlı saldırıyı ve tabii ki Güneydoğu’da terör eylemlerinin PKK’nın “ateşkes sürüyor” açıklamasına rağmen olağanüstü artmasını, şehitlerin inanılmaz sayılara ulaşmasını da göz önüne aldığında gerçekten “Ne oluyor, Türkiye nereye gidiyor” sorusunu, bizimle bizden
fazla ilgili bütün yabancılar sorar.
Şu anda karşımızda “deli saçması” diyerek geçiştirilebilir bir görüntü yoktur. Tam tersine, siyasi ve toplumsal bir kaosa gidiş görüntüsü vardır.
***
Türkiye’nin kötü yönetildiği ya da yönetilemediği, demokratik süreçlerin
işlemez olduğu dönemlerde senaryo üreten de bunları sahneye koymak
isteyen de çok olur.
Bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum değildir. Toplumsal gelişmesini tamamlayamamış, ekonomik gücünü kazanmamış, siyasal ve hukuksal olgunluğa ulaşmamış her toplum aynı kaderin kıyısında dolaşır.
Türkiye’de insanlar şu anda birbirlerine “gerçekten seçim olacak mı” diye soruyor. Bu sorunun sorulması bile durumun ciddiyetini göstermektedir. Tabii görebilenlere, görmek isteyenlere.
Vatan, 19 Haziran 2007
|
Okay GÖNENSİN
20.06.2007
|
|
|
|