Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Ezanın Türkçeye çevrilmeyen tek kelimesi ‘felâh’ oldu

Biliyor muydunuz, Türkçe ezanda Allah kelimesi dâhil her kelimeyi değiştirmişler, sadece bir kelimeye dokunmadan olduğu gibi bırakmışlardı.

Hangi kelime olduğunu izah edeceğim. Ama önce gelin, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, 18 Temmuz 1932 tarih ve 636 sayılı genelgesiyle ezan ve kametin Türkçe okunacağını bildiren kararının ardından, tam 18 yıl boyunca Türkçe okunan ezanın ilk defa Arapça okunduğu gün Edirne’den Artvin’e, Sinop’tan İskenderun’a kadar tüm Türkiye’yi gözyaşlarına boğan günün hikâyesine bir göz atalım.

Tarih 16 Haziran 1950.

Yani tam 57 yıl öncesi.

Yer Sultanahmet Meydanı.

Bir dönem Diyanet İşleri Başkan Vekilliği de yapan, 2006 yılı mayıs ayında kaybettiğimiz Yaşar Tunagür Hoca verdiği bir röportajda o günü şöyle anlatıyor: “Ezanın Türkçe okunduğu günlerdi. Cuma namazlarını Sultanahmet Camisinde kılmayı kendime adet edinmiştim. Cuma namazlarını meşhur Hafız Saadettin Kaynak kıldırırdı. Yani ilk defa Türkçe ezanı okumuş olan Hafız…

Yine böyle bir Cuma günüydü ve Sultanahmet camisine namaz kılmaya gidiyordum. Fakat her zamankinden farklı olarak caminin avlusunda büyük bir kalabalık ve telaş vardı. Ben ve yanımdaki arkadaşım, merakla cami avlusuna doğru ilerledik. Baktık ki caminin içinden çok, avluda insan var. Onlar bir şeyler duymuşlar ama biz henüz bilmiyoruz. Girdik içeri. Avluda baktık ki herkes yukarı bakıyor. Camiye giren falan yok. Herkes yukarı bakıyor. Birden cami minarelerinin bütün şerefelerinden, “Allahu Ekber! Allahu Ekber!” diye Arapça Ezan okunmaya başladı. Meğer caminin imamı olan Saadettin Kaynak, her bir şerefeye bir müezzin yerleştirmiş, birbiri ardına nasıl ezan okuyacaklarını da onlara güzelce tembihlemişti. Durumdan haberi olmayan caminin içindeki cemaat da Arapça Ezanı duyar duymaz kendilerini dışarı attı.

Avlu hıncahınç doluydu. Herkes İstanbul semalarını inleten Arapça Ezanı dinliyordu. 14 müezzin 6 minarenin 14 şerefesinden biri başlıyor, öbürü bitiriyor, yarım saate yakın sürdü ezan. Bunu, İstanbul’un diğer camileri takip etti… İstanbul’un bütün minarelerinden, yıllardır özlemini çektiğimiz ezan sedaları yükseliyordu göklere… Bir an için rüyada olduğumu sandım. Fakat bu bir rüya değil, gerçekti. Minarelerden Arapça Ezan okunuyordu. (Duygulandı ve gözlerinden akan yaşları sildikten sonra devam etti): Arapça Ezan sesini duyan herkes olduğu yerde durmuştu. Sanki yere çivilenmiştik; ben ve Sultanahmet Meydanı’nı dolduran bütün insanlar… Sokakta oynayan çocuklar bile oyunlarına ara verip, Allahu Ekber, Allahu Ekber’leri dinler oldular… O an anlatılmaz, yaşanır ancak… Büyük bir daüssıladan sonra, öz vatanımıza kavuşmuş gibiydik… Allah bir daha göstermesin o günleri…”

Türkiye ayakta…

O gün ülkenin dört bir yanında benzer manzaralar yaşandı.

Ezanın Arapça okunmasına imkân kılan Meclis kararı o gün radyolardan ilan edilince, Türkiye’nin dört bir yanında halk sevinçten sokaklara döküldü. Tüm gözler minarelere çevrildi ve ilk ezan sesi beklenmeye başlandı. Halk sevinçten çılgına döndü. Gözyaşları tüm Türkiye’de sel olup aktı. Yasanın 17 Haziran 1950 tarihli resmi gazetede yayınlandığı gün, aynı zamanda Ramazan ayının da ilk günüydü. Bu durum halktaki duygu yoğunluğunu daha da artırdı.

Gelelim yazıya başlık olan ayrıntıya.

Aralarında Hafız Burhan, Sadettin Kaynak, Hafız Nuri gibi isimlerin bulunduğu komisyonun çevirisini yaptığı “Türkçe ezan” metni şöyleydi:

‘’Tanrı uludur, Tanrı uludur

Şüphesiz bilirim, bildiririm

Tanrı’dan başka yoktur tapacak.

Şüphesiz bilirim, bildiririm

Tanrı’nın elçisidir Muhammed.

Haydin namaza, haydin namaza

Haydin felâha, haydin felâha

Tanrı uludur, Tanrı uludur

Tanrı’dan başka yoktur tapacak.’’

İşte o kelime… Ezanın Türkçeye çevrilmeyen tek kelimesi ‘felâh’ oldu.

Sebebi, halkın felah kelimesinin ‘kurtuluş’ anlamına geldiğini bilmemesini sağlamak ve ezan okunurken, “haydin kurtuluşa” manasına gelecek bir çağrıda bulunmamaktı.

Allah’a ulaşmak özgürlüklerin en güzelidir. O an tüm dünyevi ayak bağlarından sıyrılır ve başka bir boyuta geçer insan. Namaz bu duygunun en yoğunluklu yaşandığı andır. O an kendine gelir ve her şeyiyle Rabbine döner insan. Kula kul olmaktan kurtulur. Hani Milli Şairimiz Mehmet Akif, “O rükû olmasa dünyada eğilmez başlar…” der ya… İşte namaz insana, Allah’tan başka kimseye boyun eğmemeyi talim ettirir.

İşte ezanı Türkçeye çevirenler, ‘felah’ kelimesini de Türkçeye çevirip “haydi kurtuluşa” anlamına gelen bir çağrıya zemin hazırlamamakla, namazın temel fonksiyonunu acaba nasıl etkisizleştirebiliriz düşüncesinde olmuşlardır. Şimdilerde ara ara aynı düşünceyi seslendirip “millet anlamıyor, Türkçe okunsun” diyenlerin amacı milletin anlaması değil, değerlerinden kopmasının kapısını aralamaktır.

Milletin değerleriyle cebelleşmeyi kendine vazife edinen dünyanın başka neresinde bu tür insanlar vardır acaba? Çok yazık. Çok şükür o günler geride kaldı. Geri getirme heveslilerinin çabaları da kursaklarında kalmaya mahkûmdur.

Allah bugünlerimizi aratmasın

haber7.com. 15 Haziran 2007

Osman ÖZSOY

16.06.2007


 

Her bomba kendi çöplüğünde

Mayın patlatıyorlar, bomba atıyorlar, canlı bomba yolluyorlar.

“Terörist, terör, terörist saldırı” diyoruz. Ne olduğunu biliyoruz.

Güvenlik güçleri, polis, asker; onlar silah, teçhizat, mühimmat, araç, gereçleriyle malum zaten.

Peki bunlar ne? Bunlar kim?

Bunlara ne ad vereceğiz:

“Teröre yakın” bir ad mı? “Devlete yakın” bir ad mı?

***

Herhalde astsubaylara dair en fazla yazı Dipsiz Kuyu’da çıktı, çıkıyor.

İki yılda, görevdekilerden, emeklilerden binlerce mesaj, mektup, ses aktı.

Tabii ki her birinin kendi siyasi, ideolojik, kültürel öncelikleri vardır.

Şehit olanı, arkadaş acısı, geçim sıkıntısı çekeni; haksızlığa uğramışlık, itilmişlik, hayal kırıklığı gibi duyguları taşanı, sırtında hem zorlu askerliğin, hem çileli insanlığın yükünü taşıyanı çok gördüm, dinledim, okudum.

Emeklilerin derneği TEMAD ses duyurabilmek için, göze aldıkları bir yana, ilan parasını zor denkleştirdi. 25 YTL’lik bir katkı dahi çok önemsendi.

Hak, hakikat, hakkaniyet arayanlar da çok fazlaydı hep.

Ancak;

Askeri kışla yanında çöplükte el bombası arayan;

Arayıp da bulabilen;

Bulduğunu söylediği 27 bombayı birden bir evde fünyelerle, TNT kalıplarıyla birlikte depolayıp saklayan pek çıkmıyordu.

***

Şemdinli, Küre, Atabeyler yargı konusuydu hâlâ.

Bir “malulen emekli özel harpçi astsubay” şöyle yazıyordu:

“Düzmece çete operasyonları. Şemdinli’de koparılan yaygara, ardından Danıştay saldırısı ile basının sergilediği tiyatro beklenen sonuçları vermemiştir. Atabeyler yaygarası koparılmış, mahkeme sonucu yine zavallı basının iddiaları ile galebe çalmıştır.”

Aslında kalemi kuvvetli, çok sayıda duygulu ve hiddetli yazının sahibi “Emekli astsubay”, Ulus’taki “canlı bomba vahşeti” ne de ilginç bir yorum yapmıştı:

“Türk ulusuna karşı bir saldırı yapıldı. Yenileri ve belki daha fazla zarara yol açanları yapılacak. Yeni bombalar patlayacak memleketin kalbinde. Belki yeni cinayetler işlenecek ve suikastlar yapılacak yeni kaoslar için.

Kaostan doğan düzenin kendisinin ve Tanrı’nın hakkı olduğuna inananlar, kendi düzenlerini çıkaracakları yeni kaoslar yaratmaya devam edecekler.”

***

İnsanı hayrete düşüren şu:

Birisi “kuş gribi patlayacak memleketin kalbinde” dediğinde, kümesinde kuş gribine tutulmuş onlarca tavuğun; “kene ölümleri patlayacak memleketin kalbinde” dediğinde, gizli bir yerinde kutu kutu kenenin bulunduğunu düşünür müsünüz?

“Yağmur yağacak memleketin kalbinde” dediğinde, elinde “yağmur bombaları” bulunduğu aklınıza gelir mi?

Tesadüf şu ki; “Yeni bombalar patlayacak memleketin kalbinde” diye, aslında çok üst düzeyde kimi yetkilinin de benzerini söylediği, belki birçok kişinin de üzülerek, istemeyerek söyleyebileceği bir şeyi yazan “Emekli astsubay Oktay Yıldırım” da;

Askeri kışla yanında çöplükten bulduğunu iddia ettiği;

27 el bombası ile patlayıcılar, fünyeler çıktı.

***

“Operasyon Irak’ta değil, Türkiye içinde başlamalıdır” diye yazan, “milliyetçi-ulusalcı” hassasiyetleri kuvvetli biçimde dile getiren;

Danıştay saldırısı günlerinde öne çıkan Büyük, Küçük isimlere pek yakın duran;

Yazar, çizer davalarında mahkemelerde “müdahil”, çok aktif bir “eski özel harpçi” de, Cumhuriyet gazetesine de atılanlar benzeri, 27 bombalık koleksiyon.

***

Terör, şehitler, Türkiye’nin bölünmüş ruhu, şiddet, cumhuriyetin, hukuk devleti ve demokrasinin çuvallaması... içimizi yakıyor.

Ama bir de bu “muammalar” var. Bir bomba görevli askerin elindeyse, “devletin, ordunun bombası” dır.

“Terörist” in elinde yahut canlı bomba bedenindeyse, “terör bombası” dır.

Peki bu “çöplük bombaları” na ne ad vereceğiz?

Kimin bombası bunlar? Kim için? Ne için? Hangi bağlantılarla?

Bu ülke, bu devlet, bu kışla yakınları bu kadar çöplük mü!

Hangi horozun çöplüğü bu!

Sabah, 15 Haziran 2007

Umur TALU

16.06.2007


 

Bombalar ve sorular…

Türkiye bir yanda PKK’nın yerleştirdiği söylenen mayınlar ve uzaktan kumandalı patlayıcılar nedeniyle silahlı kuvvetler mensubu evlatlarını kaybederken bir yandan da sağda solda ordu malı bombalar, silahlar ele geçiriliyor. Bir yanda patlayan ve can alan, kan döken, sakat bırakan, ülkeyi sürekli terör tehditi altında tutarak militarizmi meşrulaştırma çabalarına hizmet eden bombalar var, öte yandan can almaya, kan dökmeye, topluma korku salmaya hazır patlamamış, ama bazı karanlık amaçlı odakların kullanmak için fırsat kolladığı uyuyan bombalar…

Küçük çaplı silah depoları ya ihbarlar ya da tesadüfler sonucı ortaya çıkarılıyor.

Verilen haberlere bakılırsa bunlardan sonuncusu birkaç gün önce İstanbul Ümraniye’de ele geçirilmiş. Ele geçirilen silah ve patlayıcılarla ilgili olarak bir emekli astsubay gözaltına alınmış.

İhbar üzerine bir eve düzenlenen baskında kasa içinde gizlenen 28 el bombası ve 18 funye (ateşleme kapsülü) bulunmuş. Bu savunma ve taarruz tipi el bombalarının ordu malı olduğu belirlenmiş.

Ordu malı silah ve patlayıcıların sağda solda, ama illa da bazı emekli silahlı kuvvetler mensuplarının evlerinde, barındıkları yerlerde ele geçirilmeleri adeta sıradan olaylar haline geldi. Her ne kadar bu tip haberlere özenle iliştirilen ya da bazı emniyet yetkililerine dayanılarak verilen, “Ordu malı olduğu belirlenen silah ve patlayıcıların silahlı kuvvetler depolarından çalındığı sanılmaktadır” şeklindeki bilgilendirmelere —Yönlendirme mi desek bu gayretlere acaba?—rağmen bu olayların önemi ortada.

Ümraniye operasyonuna ilişkin haberlerde de bu husus unutulmamış. “Silah ve patlayıcıların ordu depolarından muhtemelen çalındığı” habere iliştirilmiş.

Çünkü bu hayli muhataralı bir mesele. Çünkü eğer çalınmamışsa, bu silahların ordu depolarından özel bazı amaçlar için çıkarıldığı ve bir yerde bekletilmek üzere nakledildiği ya da birilerin uhdesine verildiği anlamı çıkabilir ki, maazallah böyle bir haber bir gazetenin ve gazetecinin başına ne işler açar kim bilir?

(Son örnek Nokta Dergisi’nin ve derginin genel yayın Müdürü Alper Görmüş’ün başına gelenler. Söz konusu olan silah değil genelkurmayın hazırladığı sivil toplum örgütleriyle ilgili gizli bir belgeydi ama, netice değişmez)

Ayrıca, son bir yılda yakalanan ve içinde muvazzaf ya da emekli silahlı kuvvetler mensupları bulunan muhtelif çeteler arasında bir biçimde bir bağın bulunması da hayli dikkat çekici.

Nitekim gazete haberlerinde, operasyonda yakalanan astsubayın Kuvvai Milliye Derneği İstanbul İl Başkanı olduğu bilgisi de var. Daha önce yakalanan bazı çetelerin mensupları da her ne hikmetse benzer ‘millici’ örgütlerin mensuplarıydılar.

Hatta haberlerde verilen bilgilere bakılırsa, önceki çetelerle ilişki anlamında hayli sağlam başka bağlantı kanıtları da bulunuyor.

Söz gelimi emniyet yetkilileri, ele geçirilen bombaların geçtiğimiz yıl Cumhuriyet gazetesine atılanlarla ve Atabeyler çetesi mensubu silahlı kuvvetler mensuplarının evlerinde yakalanan bombalarla benzerliğini araştırıyorlarmış.

Danıştay saldırısını gerçekleştiren Alparslan Arslan ve arkadaşlarının, Cumhuriyet binasına, çalındığı belirtilen el bombaları attığı düşünülürse hayli isabetli bir çalışma. Netice verir mi ve bu netice kamuoyuyla paylaşılır mı, o ayrı bir konu.

Evinde ayrıca 5 tabanca bulunan emekli astsubayın yine aynı bağlantılar kapsamında Hrant Dink, Elif Şafak ve Orhan Pamuk gibi 301’den yargılanan sanıkların davalarında ve AB karşıtı eylemlerde ön sıralarda yer aldığı da tesbit edilmiş.

Çok aleni bir bağlantı olduğu için bu tarz bilgilerin kamuoyu ile paylaşılması daha kolay oluyor tabii.

Hemen her polisiye haber gibi bu haber de adeta bir emniyetçi ağzıyla kurulmuş şöyle bir cümleyle tamamlanıyor:

“Soruşturma kapsamında Genelkurmay’a, bombaların ordu envanterinde olup olmadığı da sorulacak.”

Sorulacak ta ne olacak? Önemli olan bu… Silahlı kuvvetler şimdiye kadar bu nedenlerle sorulmuş soruların kaçına cevap vermiş? Vermişse ne cevap vermiş?

Bunları bilmeye hakkımız yok mu?

Ayrıca iki soru da biz sormak istiyoruz.

Birincisi, neden bu kadar çok ordu malı silah ve muhimmat ortalıkta dolaşıyor?

Ve neden bu silahlarla ilgili olarak yakalanlar hep eski silahlı kuvvetler mensupları oluyor? Bu davalar nasıl oluyor da sonradan kapatılabiliyor?

İkinci soru da şu: Eğer bu silah ve mühimmat gerçekten ordu depolarından çalınıyorsa genelkurmay başkanlığı bu şartlarda yol geçen hanı olduğu anlaşılan bu depolarla ilgili bir soruşturma yapmış mı? Yapmışsa nasıl bir sonuç almış?

Yapmamışsa niçin yapılmamış?

Bu sorulara cevap verilebilse sanıyorum karanlıkta kalan birçok olay da aydınlanmış olacak?

Ne diyorsunuz? Verilebilir mi sizce?

Yeni Şafak, 15 Haziran 2007

Koray DÜZGÖREN

16.06.2007


 

Dindar cumhurbaşkanı insafsızlığı

Bundan bir süre önce Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’e sormuştum.

“Partinizin bazı üyelerinin Anadolu’da, ’Dindar cumhurbaşkanı seçtirmediler’ diye propaganda yaptığını duyuyoruz. Ne diyorsunuz?”

Abdullah Gül, beni şaşırtan bir cevap vermişti.

“Öyle şey olur mu? Ben kendime nasıl dindar cumhurbaşkanı diyebilirim. Böyle desem kendi günahlarım gözümün önüne gelir.”

Son günlerde Anadolu’yu gezen arkadaşlarımdan gelen izlenimleri okuduğumda şunu görüyorum:

AKP’nin yerel temsilcileri, bu propagandayı insafsızca işliyorlar.

Özellikle DP ve ANAVATAN tabanına yönelik faaliyetlerinde, Ağar ve Mumcu’yu “Dindar cumhurbaşkanı seçilmesine mani oldular” propagandasıyla yıpratmaya uğraşıyorlar.

Böyle olunca da Abdullah Gül’ün bize söylediği sözlerin samimiyetine gölge düşüyor.(...)

***

“Musalla taşı siyasetine” karşı olanlar, aynı vicdansızlığı “dindarlık” üzerinden yapmamalıdır.

Şehitler “hepimizin gönlüne” gömülmelidir.

Aynı şekilde “inanç” da hepimizin ortak duygusudur.

Bunun üzerinden siyaset yapmak, en alçakça “bölücülük”tür.

Biliyorum, kimse çıkıp açıkça, “Evet biz bu konuları propaganda aracı olarak kullanıyoruz” demeyecektir.

Ama bölgelere giden arkadaşlarımız bunu şahsen gözlemliyorlar.

Türk siyaseti bu konularda “samimiyet sınavı” veriyor.

Hürriyet, 15 Haziran 2007

Ertuğrul ÖZKÖK

16.06.2007


 

Kuyruklu AB yalanları

Uzunca süredir, bazı çevreler AB konusunda kuyruklu yalanlar üretiyorlar. Üstelik hiçbir Allah’ın kulu çıkıp, söylenen ve yazılanların külliyen yalan ve yanlışlarla dolu olduğunu bilmesine rağmen itiraz etmiyor. Bir bölümü de, bu çevrelerin şirretliğinden çekindikleri için suskunluğu tercih ediyorlar.

İşte bu kuyruklu yalanlardan sadece bazıları:

AB, Türkiye’de bölücülük ve Kürtçülük propagandasını serbest bıraktırmış.

Bana bu konuda bir tek yazı veya demeç gösterebilir misiniz? “Bölücülük ve Kürtçülük propagandası serbesttir” diye bir karar veya yasa var mı?

Hayır yok...

AB güvenlik güçlerinin yetkilerinin ellerinden alınması ve bütün mekanizmaların suçluların lehine çalışmasını sağladı...

İşte bir başka kuyruklu yalan. Ne böyle bir istek, ne de böyle bir karar var...

AB, özel timlerin bölgeden çekilmesini, sanık yakalandığında ifadesinin alınmamasını ve hemen serbest bırakılmasını (!), üst ve araç araması yapılmamasını istedi ve bu isteklerini de kabul ettirdi.

Yalanın bu kadarı olamaz.

Avrupa Birliği Türkiye’den, sadece Kopenhag Kriterleri’ne uyum sağlanmasını istemiştir. Kopenhag Kriterleri, 27 Avrupa ülkesine uygulanan bir kurallar dizisidir. İrlanda’daki, İspanya ve bir zamanlar Almanya ile İtalya’daki terörle, aynı bu kriterler uygulanarak mücadele edilmişti. AB sadece, ilkelerin benimsenmesini ister. Ayrıntılara girmez. Hele “bölücülük ve Kürtçülük propagandasının serbest bırakılması” gibi bir saçmalık da hiçbir zaman konu edilmemiştir.

Avrupa Birliği, işkenceyi yasaklar.

Avrupa Birliği, insanların temel haklarının korunmasını ister.

Avrupa Birliği, idam cezasına karşı çıkar.

Avrupa Birliği, ifade özgürlüğü başta, tüm özgürlüklerden yanadır.

Özgürlüklerin sınırlarını da tanımlar. Ülkenin istikrarsızlığını bozan, bölücülük yapan, terörü kışkırtan özgürlüklere karşı çıkar.

“Başımıza ne geldiyse, AB reformlarından geldi” diyenler, işkencenin serbest bırakılmasını, darağacına sırayla insan asılmasını, sadece kendilerinin izin verecekleri özgürlükleri savunanlardır.

Tanrı bu ülkeyi, bu kafalardan korusun. Neyse ki, sayıları fazla değil. Belki şu sıralarda sesleri yükseldi, ancak Türkiye’mizin geleceğini karartacak güçte değiller...

Posta, 15 Haziran 2007

M. Ali BİRAND

16.06.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004