|
|
|
Ülkemi düşünüyorum birlik içinde |
Ülkemiz manevî boyutu ile dünyanın en önemli alanlarından biridir. Bu yönü ile dünyanın geleceğinin maddî ve özellikle manevî boyuttaki merkezlerindendir. Türkiye'nin, önümüzdeki on yıl içinde büyük ölçüde yeniden şekilleneceği belirgin hale gelmiş bir dünyada çok önemli bir konuma geleceği, Doğu ve Batı medeniyetlerinin mezcedildiği global dünyada ana bağlantı yeri olacağı yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaktadır. Birlikler ve diyaloglarla bir bütünleşme, küreselleşme sürecine girmiş dünyada gelecek, inşaallah daha güzel olacaktır.
Bu durumda Türkiye herhangi bir birliğin üyesi olmadan önce, kendi içindeki birlik ve beraberliği sağlam esaslara dayalı ve samimî bir inançla tesis etmek zorundadır. Birlik uyum gerektirir. Yani, birliği oluşturan unsurların ahenk içinde bir arada bulunmaları, görev paylaşımının iyi tanımlanmış olması, karşılıklı güven duygularının iyi tesis edilmiş olması, yardımlaşma şarttır. Gerçek birliği oturtmuş şekilde bir arada bulunan unsurlar adeta “bir vücudun azaları”, “bir fabrikanın çarkları” gibidirler. Aralarındaki ahenk, “bir elin diğer ele rekabet etmediği”, “bir gözün diğer gözü tenkit etmediği”, “dilin kulağa itiraz etmediği”, “kalbin ruhun ayıbını görmediği” tarzda olmalıdır. Birbirinin, “noksanını ikmal eden”, “kusurunu örten”, “vazifesine muavenet eden” bir birliktelik şarttır. Samimî bir birlik ve sağlam bir tüzel kişilik için bunların gerektiğini ifade eden Bediüzzaman, bunların sağlanamaması halinde olabilecekleri bir insan bedeni örneğinden hareketle şöyle dile getirmektedir: “Yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır.”
Dünya, bir insan bedeni gibi sağlam bir uyuma doğru adım adım giderken, bu beden içinde önemli bir aza olarak yer alacağı belirginleşmiş bir ülkenin kendi uyumunu en kısa zamanda tesis etmesi şarttır. Memleketimizdeki uyumsuzluklar genel olarak farklı dünya görüşlerinden ve memleketin selâmetini, kalkınmasını ve refah düzeyine ulaşmasını kendi inandığı tarzla irtibatlandırıp bunu kabullenmeyenlere karşı soğuk ve zaman zaman düşmanca hisler beslemekten kaynaklanmaktadır. Temel problem, yalnızca kendi inandıklarını doğru ve memleketin kalkınmasına hizmet edecek tarz olarak kabul edip, bunun dışındakileri büyük bir rahatlıkla yanlış olarak ilân edebilmektir. Oysa, algıları ve her kapasitesi ile sınırlanmış insan türü içinden hiç kimsenin bakışı, gerçeği tamamı ile kuşatabilecek genişlikte değildir. O halde, herkesin kendi doğrularına inanma hakkı olmalı, ancak hiç kimse kendisini evrensel hukukun ve genel anlamda kabul görmüş sosyolojik kuralların dışında, karşı tarafı yanlışlıkla itham etme konumunda görmemelidir. Bu hem fertler, hem de kurumlar için geçerli olmalıdır.
Memleketimizde laik-mürteci, komünist-şeriatçı, modern-yobaz gibi uçları temsil eden tanımlamalar bu ruh halinden kaynaklanıyor olmalıdır. Farklı bakış açılarından hayatı ve varlığı algılayan ve kendi doğruları çerçevesinde anlamlandıran grupların birbirlerini tanımlamak için kullandıkları keskin ifadeler, iç âlemlerdeki düşmanlığın, kabullenemeyişin bir ifadesi. Ancak biz, kendi irade ve tasarrufumuz dışında tek vücut olması gereken bir ülkenin fertleri olarak yaratıldık. Hiçbir grubun diğerlerini ortadan kaldırarak, sadece kendi doğrularını hakim kıldığı bir yere dönüştürmesi mümkün olmayan bir ülkedeyiz. Bu yolda verilen kavgaların da huzurumuzu kaçırmaktan ve kendi ellerimizle ülkemizi batışa sürüklemekten başka bir işe yaramadığını yakın tarih bizlere gösterdi. O halde, asgarî müşterekleri iyi tanımlayıp, bunların çerçevesinde bir arada yaşamaya mahkûmuz. Öyle ise, herkesin birbirini olduğu şekliyle kabullendiği ve yanlışlıklarıyla sevebildiği mutlu bir ülkede yaşamak neden hedefimiz olmasın! Aile içinde farklı dünya görüşlerinden doğan çatışmaların da çözüm yolu kabullenmek değil midir?
Türkiye ailesinin temel tüzel kişilikleri olan hükümet, Meclis, ordu, basın, bürokrasi gibi unsurların arasında da samimiyet esaslarına dayalı bir uyum, bir vücudun azaları, bir fabrikanın çarkları yaklaşımının hakim olduğu bir ahenk şarttır. Hatta zaman, bunu elzem hale getirmiştir. İnsanları birbirlerini olduğu şekliyle kabullenip vatandaşlık duyguları ile yürekten seven, kurumları son derece uyumlu ve birbirine güvenen ve herkesin geleceğe umut dolu baktığı, memleketi ve insanlığın ikbali için bir fiilî duâ hükmünde bilimin kurallarına hakkıyla riayet eden, laik, dinci, komünist, muhafazakâr gibi tanımlar almış herkesi büyük bir uyum ve mutluluk içinde yaşadığı bir ülkemiz olsun istemez miyiz? Bunun tek yolu düşmanca tavırları, şüpheci yaklaşımları, düşünceye ipotek getirme arzularını bir tarafa bırakıp, memleketin asgarî müştereği olan ülkemizi kalkındırmak ülküsünde birleşmektir.
|
15.06.2007
|
|
|
Selahâddin Çelebi (1913-1977) |
Selahaddin, vatanî görevinin bir kısmını Kastamonu’da tamamladı ve 1936 yılında terhis oldu. Bu sırada Bediüzzaman Hazretleri de buraya sürgüne gönderilmişti. Selahaddin; terhis olduğu zaman şehre âlim bir zatın sürgün geldiğini, bir karakol karşısında yapayalnız yaşadığını, kendisi yüzünden kimseye zarar gelmesin diye insanlarla görüşmediğini öğrenir.
İnebolu’ya geldikten sonra durumu babasına anlatır. Babası hemen Bediüzzaman’ı hatırlar ve 1908 yılından beri tanıdığını ifade eder. Ayrıca, o tarihlerde İnebolu’ya geldiğini, yörenin büyük âlimlerinden olan Hacı Ziya Efendi ile birlikte şehri gezdiklerini, camide abdest alırken büyük bir kalabalığın kendilerini ilgiyle izlemiş olduğunu, İstanbul gazetelerinden yazılarını okuduğunu sözlerine ekler ve “Yarın Kastamonu’ya gidip ziyaret edeceğim” der. (Necmeddin Şahiner; Son Şahitler, 2. C. s. 106).
Selahaddin’in babası Ahmet Nazif ertesi gün Kastamonu’ya gider ve döndüğünde beraberinde dördüncü şuâ’yı getirir. Eldeki nüshayı çoğaltarak bir tanesini de oğluna verir. Daha sonra babası Selahaddin’i Kastamonu’ya yollar ve Bediüzzaman’ı nasıl bulacağını da tarif eder. Kastamonu’ya giden Selahaddin, Ahmed Kuzu’yu bulur ve oğlu Selahaddin ile birlikte Bediüzzaman’ın kaldığı eve giderler. Ancak evde yoktur. Bunun üzerine İnebolu’lu büyük Selahaddin adaşının küçük olması sebebiyle sadece yolu tarif etmesini ve yalnız gideceğini söyleyerek yola koyulur. Karadağ’ın tepesinde bulunan bir ağacın dibinde namaz kılan Bediüzzaman Hazretleri ile ilk defa karşılaşmış olur.
Selahaddin, babasının çoğalttığı eseri Bediüzzaman’a verdi. Bediüzzaman yazılan eseri dikkatle okuyarak düzeltmeleri yaptı. Selahaddin’e yazı yazmayı bilip bilmediğini sordu. Evet, cevabını alınca bir cümle yazdırdı. Yazısının güzel olduğunu görünce; “Maşaallah... Keçeli güzel yazıyorsun, sana bir Risâle vereceğim, yazar mısın?” diye sordu. Selahaddin büyük bir memnuniyetle kabul etti. Bunun üzerine Bediüzzaman Hazretleri birden dokuza kadar olan “Küçük Sözler”i yazıp çoğaltması için kendisine verdi. Böylece hem Bediüzzaman ile tanışmış hem de Risâle-i Nur hizmetine hemen başlamış oldu (age. s. 107). Ayrıca bu vesile ile İnebolu da Risâle-i Nurla tanışmış oluyordu.
Risâle-i Nur ve iman hizmetine kalemiyle katılan Selahaddin babası ile birlikte büyük hizmetlere vesile ve aracı oldu. İstanbul’a yaptığı bir seyahat esnasında bir ticarethanede teksir makinesini gördü. Dakikada yüz sayfayı bastığını öğrenince hemen satın alıp İnebolu’ya getirdi. Babası ile birlikte Ayetü’l-Kübra Risâlesi’ni teksir makinesi ile çoğalttı. İlk nüshayı da Bediüzzaman Hazretlerine götürdü. Duruma çok sevinen Bediüzzaman; “Ya Rabbi! bir kalemle beş yüz nüsha yazan Nazif Çelebi ve mübarek yardımcılarını Cennetü’l-Firdevste mes’ûd kıl.” (age. s. 108) Demek suretiyle duâ ve duygularını dile getirdi.
Selahaddin Çelebi 1942 yılında Kars Gümrük Muhafaza Teşkilâtı’na girdi. Ardından kurs için Ankara’ya gönderildi. Kursu devam ederken Lütfü Karapınar Paşa tarafından çağrıldı ve hemen tutuklandı. Eşyaları müsadere edildi. Kaldığı otel odasında arama yapıldı. Bu arada kendisine de hiçbir bilgi verilmediği gibi ne aradıklarını söylememekte idiler. Selahaddin ne aradıklarını sorunca, Risâle-i Nurları aradıkları cevabını aldı. Bunun üzerine, niçin kendisine söylemediklerini ve boşuna yorulduklarını, aradıkları kitapların gardıropta olduğunu ifade etti.
Tutuklanan Selahaddin birkaç gün sorguya çekildi. Kimlerle görüştüğü ve eserleri kimlere verdiği öğrenilmeye çalışıldı. Bu arada birçok kişi de takibata uğrayarak rahatsız edildi. Yine bu tarihlerde Bediüzzaman Hazretleri de Ankara’ya getirilerek gözetim altına alınmıştı. Otele yerleştirilirken burada çalışanlar uzaklaştırılıp yerlerine sivil polisler ve güvenlik görevlileri yerleştirildi. Daha sonra Selahaddin ile Birinci Şube Müdürlüğü’nde görüştürüldüler. Bu görüşme sırasında Bediüzzaman Hazretleri Müdüre; bunların vatan evlâdı olduğunu, imana hizmet ettiklerini, emniyet ve asayişe zarar vermediklerini, aksine muhafaza ettiklerini söyledi. Selahaddin’e de dönerek korkmamasını tembihledi.
Selahaddin Çelebi Bediüzzamanla görüştürüldüğü gün belediyeye gelen Vali Nevzat Tandoğan’ın huzuruna da çıkarıldı. Vali, kendisini yanına çağırdı ve omzundan sarsarak, “‘Nasıl olur, sen Cumhuriyet çocuğusun. Böyle kimsenin peşine takılırsın? Bunun gayelerini bilmez misin?” diye bağırdı. Kendisi de, “l936 senesinden beri Kastamonu’da ziyaretine giderim. Eserlerinden okudum ve neşrine çalıştım. Bu eserler imanî ve İslâmî’dir. Siyasî ve menfi milliyetçilik yoktur. Milletimizin ve devletimizin aleyhinde en ufak bir kelime görseydim ve kendisinden menfi bir düşünceyi hissetseydim, ihbar eder ve herkesten önce ben düşman kesilirdim. Tamamıyla yanlış bir kanaate sahipsiniz. Eserleri imanîdir. Kur’ân-ı Azimüşşanın bazı âyetlerinin tefsirlerinden ibarettir. Kastamonu’da herkes ziyaret ediyor. Polis karakolunun karşısında bir evde oturuyor. Polisler her gün giren çıkanı görüyorlar.” dedi. İnsanlarla görüşmesinden rahatsız olan Tandoğan, Kastamonu valisine de kızdı.
Ankara’daki bu sorgulamanın ardından İnebolu’ya sevk edilen Selahaddin Çelebi İnebolu Cezaevi’ne kondu. Daha sonra Denizli’ye sevk edildi. Birçok nur talebesi tutuklanıp zulmen hapse atılırken, cezaevinde bulunan birçok insanın imanının kurtulmasına vesile oldular. Birçok mahkûm yaptıklarından tövbe edip ibadet etmeye başladılar. Kısa zamanda hapishane “Medrese-i Yusufiye” hükmüne geçti. Bu arada Bediüzzaman Hazretleri de kibrit kutularına yazdığı notlarla talebelerine haber göndermekte idi. Bediüzzaman’ı gören birçok mahkûm tövbekâr oldu. Bir süre sonra Bediüzzaman ile birlikte bütün talebeleri hakkında beraat kararı çıktı ve böylece hapishaneden çıktılar.
Hapisten kurtulan Selahaddin İnebolu’ya gitmek üzere yola çıktı ve önce Ankara’ya uğradı. Zamanın Diyanet İşleri Başkanı olan Şerafettin Yaltkaya ile görüştü. Beraat ettiklerini ve Risâle-i Nurun neşredilmesini istedi. Bediüzzaman’ın selâm ve taleplerini iletti. Başkan, “‘Diyanet Riyaseti Kur’ân ve hadisten başka hiçbir eserle ilgilenmez.”diyerek talebi geri çevirdi.
Uzun yıllar iman ve İslâm hizmetinde bulunan Selahaddin Çelebi 9 Ocak 1977 tarihinde vefat etti. Babası gibi kendisi de Risâle-i Nurda ismi sık zikredilen simalardandır. Bediüzzaman hem kendisi hem de babası için, “Nurun kahraman şakirtleri” (26. Lem’a) ifadesini kullandı. Kastamonu Lâhikasında, (Otuz bir, otuz ikinci âyetlerin Risâle-i Nur’a işaretlerini istihrac etmeye muvaffak olan Ahmed Nazif ve oğlu Salahâddin, Risâle-i Nur’un ehemmiyetli şakirtlerinden olduğundan, Salâhaddin’in şu fıkrası, Yirmi Yedinci Mektubun fıkraları içine girmeye lâyıktır.) başlıklı mektubu yer almaktadır.
|
15.06.2007
|
|
|
Kadın ve şefkat |
GİRİŞ
Risâle-i Nur’un dört esasından birisi şefkattir. Cenâb-ı Hakk’ın, Rahim ismine dayanır. İnsanda bulunan şefkat, gelip geçici bir duygu değildir. Maddî ve manevî dünyamızın temelidir. Çünkü şefkat yüce Yaratıcının merhamet-i Rabbaniyesinin bir cilvesidir.
Maddî dünyamız nasıl temel elementlerden oluşuyorsa, manevî dünyamız da bir mânâda temel elementlerden oluşmaktadır. Risâle-i Nura göre; bu elementlerden birisi de şefkattir. Şefkat sayesinde insan-kâinat ve Allah ilişkisi daha anlamlı bir hâle gelmektedir. Dolayısıyla kâinattaki canlı veya cansız bütün varlıkların tâbi olduğu düzenlilik ve yardımlaşmanın da sırrı buna dayanmaktadır denebilir. Öz bir deyişle yaratılışın sırrı ve açıklayıcı ilkesi şefkattir. Çünkü gerçek şefkat sahibi olan Allah’ın Hâlık isminden önce Errahman ismi, yaratılmışlar sahasında tecelli etmektedir. Allah yaratmayı murad ederken Rahman ve Rahim ismiyle “kün” (ol) demiştir. Bu nedenle yaratılmış olan her şeyde, dikkatle bakılırsa, şefkatin kaynağı olan bu iki ismi kolaylıkla görebiliriz. Çünkü O Rahmandır, her şeyi içine alan çok geniş rahmeti vardır. Bütün yaratılmış olanları karşılıksız sever, şefkatle muamele eder. Hayat sahiplerinin ellerinin yetişemediği, iktidarları dairesinde olmayan bütün ihtiyaçlarını vakti vaktinde, kolaylıkla imdatlarına gönderir. Günümüzde çok konuşulan annelerin çocuklarına olan şefkati de gerçek anlamda kâinatın temel ilkesi olan o rahmet deryasından bir damladır..
Şu da unutulmamalıdır ki; Rabbi Rahim insandan daha çok şefkatlidir. Daha doğrusu şuurlu veya şuursuz bütün varlıkların şefkat ve merhametlerinin toplamı Allah’ın şefkat ve merhametinin genişliğine ancak bir küçücük numune ve mikyastır. Bu sebepledir ki, sırf merhametinin eseri olarak insanlığa resûller ve mübelliğler göndermiştir. Ancak ölçüsüz merhametin adaleti zedeleyecek boyutta olması bir zulüm olacağından şefkat ve rahmetin derecesi yine şefkatin kaynağı olan Allah’ın ölçülerinin dışına taşmaması gerekir. Yani şefkat, yalnızca ödül boyutlu değildir ve olmamalıdır. Diğer bir ifadeyle, adalet prensibiyle örtüşen ve onu da içine alan bir pozisyonda olması saptırılmamış gerçek şefkat ve merhamettir. Sonuçta inanan insanın şefkati Rahmetenli’l-Âlemin (a.s.m.)’ın şefkatinin mertebesini de geçmemelidir.
ŞEFKATİN TANIMI VE GEREKLİLİĞİ
Şefkat; en dar anlamıyla canlılar dünyasında maddî, manevî hiçbir karşılık beklemeksizin fedakârlık yapmak ve sevmektir.
İnsanın en latîf ve şirin bir seciyesi olan şefkat, eğer tevhid sırrı onun yardımına yetişmezse; öyle müthiş bir hirkat, bir firkat, bir rikkat, bir musibet olur ki, nimetler nikmete, şefkat ise zahmete, muhabbet musibete ve lezzet eleme dönüşür. Çünkü bütün fedakârca samimi sevdiği akraba ve dostları, ayrılığın sillesinden kurtulamayacak ve kendi de kaçamayacaktır. Şefkat Rahman ve Rahim olan Allah’ın rahmetinden kaynaklanan ve ruh sahibi canlıların da boyun eğdikleri bir kanundur. Şefkatin sosyal hayatta terbiye edici özelliği ise, son derece belirgin ve önemlidir. Bize acziyetimizi ve fakrımızı hatırlatır, kulluğu öğretir. Acz ve fakr ise, insanı Cenab-ı Hakk’ın şefkat kucağına atar, böylece mahlûkat ve kâinat insana hadim ve hizmetkar olur.
Yeryüzünde dünyaya gelen en aciz, iktidarsız varlık olan yavruların bakımlarının lâyıkıyla yapılması için yine şefkate ihtiyaç vardır. Annelerin yavrularına verecekleri en değerli hediye şefkat ve sevgidir. Annenin çocuğa göstereceği sevgi ve şefkat, o kadar önemlidir ki, yokluğu hayat boyu hissedilir. Şefkat öylesine lezzetlidir ki; bir annenin, evlâdı uğruna seve seve ölümü göze alabilmesi bunun en çarpıcı delilidir. Hiçbir ücret ve hiçbir mukabele istemeyerek, hiçbir bireysel çıkar, hiçbir gösteriş olmadan ruhunu feda eden kadınların şefkat cihetindeki bu kahramanlıklarını, o şefkatin küçücük bir nümûnesini taşıyan tavuğun, yavrusunu kurtarmak için aslana saldırması ve ruhunu feda etmesi ispat ediyor. Şefkatteki bu kahramanlığın inkişafı ile evladının hem dünya hayatını, hem ebedî hayatını kurtarabilir. Şefkat öyle geniş bir duygudur ki, evlâdı vesilesiyle bir anne, bütün yavrulara şefkat besleyebilmektedir.
Şefkat, aşktan çok daha keskin, parlak, ulvî ve nezihtir. Şefkat, affetmeyi ve hoş görmeyi de gerektirir. İşte fıtrî şefkat ile beşeriyet canlanır, toplumsallaşır, medenîleşir. İnsanlığın yücelmesi için bu yüksek ahlâka ihtiyaç vardır.
Cemiyetin çekirdeği hükmünde olan aile hayatı, rüşvetsiz ve ücretsiz bir şefkat ve muhabbetin varlığı ile sürdürülebilir. Bu aile hayatı dünya hayatından öte, ebedî bir hayata uzanmaktadır. Çünkü bu pırlanta misal duygu Allah adına kullanıldığında, kişinin kendine, eşine, anne ve babasına, çocuğuna, topluma, kâinata bakışını değiştirir, güzelleştirir.
İnsanlığın ve hatta mahlûkatın hukukunu muhafaza etme seciyesi de şefkatle kazanılmaktadır. Kalp katılığı, merhametsizlik ve şefkat yoksunluğunun had safhada olduğu Asr-ı Saadetten evvelki zamanlarda, kocaya vermekten ar ettikleri kızlarını diri diri toprağa gömen insanlar, İslâmiyet dairesine girdikten sonra, karıncaya bile ayak basmaz olmuşlardır.
İnsan fıtraten şefkate muhtaçtır. Şefkatini göstermekten lezzet aldığı gibi, şefkat görmekten de lezzet alır. Çünkü zaaf ve acz itibariyle bir nevi çocuklar gibidir. Karşılık beklemeden verilmeye, zayıflığına bedel korunmaya, hatalarından bağışlanmaya muhtaçtır.
KADIN FITRATI VE ŞEFKATİ
Kadın toplumun temel taşı, ailenin mihenk taşı, ailede denge unsuru çocuklarının olmazsa olmazıdır. Kadınlar şefkat, metanet, kuvvet ve sabır kahramanlarıdır. Fıtratlarındaki sevgi, şefkat, muhabbet ve koruma duygusu, en latîf bir surette Cenab-ı Hak tarafından sinelerine konulmuştur. Kadın latîf fıtrattadır. Huzurun ve meşruiyetin en kudsî sığınağıdır. Duâ cennetidir. Teselli sinesidir. Kişiliğini, dişiliğinin önüne geçiren kadınların his dünyası şefkate bürünmüş ve etten kemikten sıyrılmış birer ulviyet ağacıdır. Cennetin onlara yol olduğu bir insanlık farkıdır.
Kadın manevî saygı ve ismet-i haremdir. Masumiyet ve iffettir. Tesettürdür. Dişiliğini tesettür ile setreden kadın, kimliğini ve kişiliğini cemiyete kabul ettirerek, hürriyetini de onunla ispat etmiş olur. İşte böyle bir kadın nezih ve narin bir ruh halinin de edep timsalidir. Kocasının malının ve evlatlarının muhafaza memuru, çocuğunun ilk eğiticisi, öğreticisi ve rehberidir. İlmin de tesbit ettiği gibi çocuk eğitimi bir yaşında, hatta anne karnında, hatta daha da evvel anne-babanın beraber oluşundaki İslâmî usûl ve adapla başlamaktadır. Bir yaşındaki çocuğun aldığı manevî dersler ve telkinler, onun gelecek hayatının çekirdeği hükmündedir. Bediüzzaman Hazretlerinin bu konudaki tesbiti şu şekildedir:
“İnsanın en birinci üstadı, en tesirli muallimi, onun validesidir. Ben seksen sene ömrümde seksen bin zatlardan ders aldığım halde kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinat ve manevi derslerdir ki, o dersler fıtratımda adeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum.”
ŞEFKATİN KADINLARDA FARKLILIĞI
Kadının en çekici ve en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letafet ve nezaket içindeki ahlâk güzelliğidir. En kıymetli ve en şirin yüzü ise, ulvî, ciddî, samimî, nuranî şefkatidir. Şu şefkat ve güzel ahlâk, hayatının sonuna kadar devam eder, ziyadeleşir. Rabbü’l-Âlemin, Rahim ismini, kadının fıtratında ışıklandırmıştır. Annelerin memeler musluğundan gelen safi gıda en aciz mahluk olan yavruya Ab-ı Kevser olur. Kadın annedir. Varlıkların en muhteremidir.
Kadınlar kahramanlıkta ve ihlâsta, şefkat itibariyle erkeklere benzemedikleri gibi erkekler de o kahramanlıkta kadınların şefkatine yetişemezler. Maalesef asrımızda validelik şefkati, suistimal edilip masum yavruların ahiretini düşünmeyerek “evladım rahat yaşasın, doktor, mühendis olsun” diye bütün himmet ve gayretiyle dünyevî ilimlere sevk ediliyor. Yirmi dört saatten bir saatini ahiret azığı olan namaza ayırmayı, haftanın iki saatini imanı takviye edecek sohbetlere gitmeyi çok görüyor, fen ilmi ile din ilminin imtizacıyla hakikatin ortaya çıkacağı unutuluyor. Böyle yetiştirilen bir genç, anne ve babasının hizmet ve şefkatine mukabele edemeyeceği gibi, vicdan azabı da çektirir. Neden beni imanla terbiye ettirmediniz? Diye ahirette dâvâcı olup, şefaat yerine şekvacı olur.
İslâmî terbiye ile yetişen ve Risâle-i Nur dairesinde; “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” sorularına ikna edici cevaplar bulup hayatın gayesini öğrenen çocuk, dünyada anne ve babasına itaat, hürmet ve hizmet eder, vefatlarından sonra da hasenatı ile onların amel defterlerine sevap yazdırmakla, ahirette de derecesine göre onlara şefaat eder.
SONUÇ:
“Hem her insanın küçük bir dünyası, belki küçük bir cenneti dahi kendi hanesidir. Eğer iman-ı ahiret o hanenin saadetinde hükmetmezse, o aile efradı, her biri şefkat ve muhabbet ve alâkadarlığı derecesinde elim endişeler ve azaplar çeker. O cenneti, cehenneme döner veyahut muvakkat eğlenceler ve sefahatlerle aklını meşgul edip uyutur.”
“Eğer ahirete iman o haneye girse birden ışıklandıracak. Birbirleri arasındaki münasebet ve şefkat ve karabet ve muhabbet kısacık bir zaman ölçüsüyle değil, belki dar-ı ahirette, saadet-i ebediye de dahi o münasebetlerin devamı ölçüsüyle samimi hürmet eder, sever, şefkat eder, sadakat eder, kusurlarına bakmaz. Hakiki insaniyet saadeti o hanede inkişafa başlar.”
Aile çatısında ve meşru hayat modelinde, bizim varlığımızın mütemmimi kadınlara söylenecek her söz azdır ve yetersizdir. Aileyi dejenere etmeye çalışanlara karşı, huzurun meclisi olan aile temelini ve üzerine inşa edilen çatısını, mahremiyetin ve müspetin şuurunda yaşatmak aslî mükellefiyetimizdir.
|
15.06.2007
|
|
|
SORU - CEVAP |
Soru: Risâle-i Nur’da maddî âleme dair bilgileri, meselâ; “zeminin yüzünde dört yüz bin muhtelif taifeden ibaret olan bütün hayvanat ve nebatat envaının ordusu”nda geçen “dört yüz bin” sayısı, “üç yüz binden ziyade enva-ı mahlûkat” ifadesindeki “üç yüz binden ziyade” sayısı, “dünyanın güneşe uzaklığı” hakeza… nasıl değerlendirmeliyiz?. Bu bilgilere nasıl bakmalıyız ve hakikati nedir?
Cevap: Risâle-i Nur’da esas maksat, Kur’ân’da olduğu gibi, her şeyde Cenâb-ı Hakkın azametini ve emirlerini nazara vermektir. Muhtelif yerlerde anlatıldığı gibi, mevcudata mevcudat hesabına değil, Sanî, yani Yaratıcı hesabına bakmaktadır. Tüm varlıklar, Halık-ı Küll-i Şey ve Sanî-i Zülcelâl olan Allah’ın birer eseridir, sanatıdır.
Risâle-i Nur’da, Cenâb-ı Hakkın azamet ve büyüklüğünü nazara vermek için zaman zaman sayılar verilir. Bu sayıların büyüklüğü, her birinin ayrı ayrı sanatlarla yaratılmaları, unutulmadan, ihmal edilmeden rızıklandırılmaları gibi açılardan bakıldığında Cenâb-ı Hakkın da azametini gösterir.
Malumunuz, bazı şeyler sayılabilirken, pek çok şey de sayılamayacak kadar hem çoktur, hem de insan olarak sayma imkânına sahip değiliz. Ayrıca pek çok şeye de henüz ulaşmış değiliz. İşte bitki ve hayvan türlerinin gerek sayısı ve gerekse sınıflandırılması gibi çalışmalarda modern ilim nihaî noktaya ulaşamamıştır ve ulaşılamayacaktır da... Daha yeni keşfedilen birçok tür olduğu gibi, sınıflandırmada da yeni kriterler ortaya konulmaktadır.
Bu sebeplerle, Risâle-i Nur’da bahsedilen üç yüz bin, dört yüz bin gibi rakamlar, yedi, yetmiş, bin, on sekiz bin gibi çokluktan kinaye sayılardır.
Çoklukla ilgili ifadelerin de başlangıçta birer esasları olabiliyor. Fakat daha sonra başlangıçtaki esas terk edilip ve çokluktan kinaye olarak genel kabul görebiliyor. Yedinci Şua’da geçen şu ifade: “… fenn-i nebatat ve hayvanatın şahadetiyle, dört yüz bin nevi zihayatın suretlerinin mükemmel ve kusursuz şekilde açılmasında görünen Fettahiyet …” bu sayıların da başlangıçta bir esası olduğunu ima eder. Ancak bilindiği gibi, bu sayı her geçen gün daha da artmakta, fakat çokluktan kinaye olarak ifade edilmektedir.
Diğer bir husus ise, bu sayı hadislerde de geçmektedir. Miraç ile ilgili hadisler incelenecek olursa, Hz. Cebrail Peygamberimize (a.s.m.) bazı tabakalardaki melekleri anlatırken “dört yüz bin melek” “üç yüz bin melek” veya her birine bağlı aynı miktarlarda meleklerden yâ da “dört yüz bin” yılda yaratılan “dört yüz bin” yıldızdan bahsedilmektedir. Bu ifadeler çokluktan kinaye olacağı gibi, gerçek sayı da olabilir.
Ayrıca meleklerin, tesbihatlarını Cenab-ı Hakk’a arz için mevcudata “müekkel melek” olmaları sebebiyle, meleklerin sayısı ile bitki ve hayvanların sayısı arasında da bir irtibat bulunabilir.
|
15.06.2007
|
|
|
|