Yazı başlığının ikinci yarısını Mustafa Özcan’dan (Yeni Asya) iktibas ediyorum. “Tehlikeli Çığır” başlıklı dünkü yazısını şu sözlerle bitiriyordu: “Kem alatla kemalat olmaz. Ve kaptansız Türkiye tehlikeli bir dönüm noktasının başında.”
Meseleyi açmadan önce Mustafa Erdoğan’ın dünkü yazısının başlığını da aktarayım: “Gidişat iyi değil”.
Dünkü yazımda (“Hükümetten beklediklerimiz”) açıklamaya çalışmıştım: Ülke “öznesiz süreç” olarak adlandırabileceğimiz bir siyasi ve toplumsal iklimin içine dalmıştır...
Vaziyete hâkim olması gereken “özne”, yani hükümet, ülkede olup biteni neredeyse sadece seyreden bir “aktör” konumuna çekilmiştir. (Yani Türkçesi, elini eteğini “aktörlükten” çekmiş gibidir.)
Hükümet hızla demokrasi dışına doğru seyreden bu iklime mutlaka müdahale etmelidir.
Ankara’da şehit binbaşı Ramazan Armutçuoğlu’nun cenaze törenine damgasını vuran hükümete yönelik sert tepki (“Kahrolsun PKK, işbirlikçi AKP” sloganı eşliğinde) bu işin şakası olmadığının son delilidir.
Ama ne hikmet ise hükümet bir türlü doğrudan kamuoyuna seslenip “kaptan köşkü”nde -hâlâ- kendisinin bulunduğunu, gelişmelere hâkim olduğunu (olmak zorunda bulunduğunu) ilan etmemektedir.
“Hükümet adına konuşan Başbakan’ın gündemdeki meseleler hakkında açık-seçik ve kararlı mesajlar vermediği dikkat çekiyor.” (Mustafa Erdoğan)
Anlaşılan o ki, hükümet, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül aracılığıyla kamuoyunu Hürriyet gazetesi üzerinden aydınlatmak gibi amacı belirsiz bir yöntemi benimsemekle yetinmektedir. İki gün önce gazetenin genel yayın yönetmenine telefonla iletilen “Emin olunuz, her şeyi askerle konuşup birlikte götürüyoruz” mesajı gibi iki gün sonra gazetenin neler çevirdiği bilinmeyen gazetecisine yüz yüze yapılan görüşmede sarfedilen “Irak, terör ve güvenlik konusunda hükümetle asker arasında hiçbir kopukluk yok” açıklaması da, kamuoyuna -lâyıkıyla- bilgi verme tarzından çok uzaktır.
Bugün cenaze törenlerinde karşımıza çıkan tepki yarın seçim mitinglerinde -mutlaka- kim bilir kaç misliyle önümüze gelecektir. Hükümet (yani “özne”) bu anlaşılmaz “atalet”den sıyrılmadıkça güvenlik süreci ülkedeki siyasi süreci kuşatmayı sürdürecektir. Ayrıca unutulmamalıdır ki siyasal alanı daha fazla “gözetim ve denetim” altına almayı amaçlayan bu hamle, başarıyla tamamlandığında, kimilerinin gönlünden geçtiği gibi sadece hükümet ve dolayısıyla AKP’yi “milletin gözünden düşürmek”le kalmayıp, bütün eksiklerine rağmen sahip çıkmamız gereken demokrasimizi de derinden yaralayacaktır.
AKP Hükümeti’nin olması gerektiği gibi inisiyatifi ele alarak bu “kuşatmayı” kırabilmesi -bana göre- herşeyden önce bilgisini, bildiklerini, ilişkilerini, gücünü (iktidarını), iç ve dış siyasetini, tasavvurlarını açık-seçik bir biçimde kamuoyu ile inandırıcı bir tarzda paylaşmasına bağlıdır. Yanlış anlaşılmasın; kendisinden “güç gösterisinde” bulunmasını filan istediğimiz yok. Bir web sitesini dolaşıma sokarak “asker”le “açıklama” yarışına girmesini de talep etmiyoruz... Yapacağı tek şey -eğer Türkiye de “medeni bir ülke” ise- atasözü, deyim, deyiş ve de hamasetten arınmış bir belagat ile halkına görev ve yetkileri çerçevesinde terörden başlayarak ülkenin kilitlenmiş sorunlarını nasıl çözeceğini doğrudan anlatması, açıklamasıdır. Bir an önce muhtemel bir milliyetçi koalisyon (MHP-CHP) rüzgârının hızını giderek artırdığı bir iklimde toplumu içine çeken endişe ve korkuları akılcı biçimde dağıtmaya koyulmalıdır.
Kuşatmayı kaldırmanın başka yolu yok; suskunluğunun kuşatmayı güçlendirdiğinin bir an önce farkına varmalıdır
Yeni Şafak, 12.6.2007
|