Türkiye benzersiz bir seçim arefesinde. Ankara Ulus’ta patlayan ve bizzat Genelkurmay Başkanlığı’nca ‘yenilerinin de patlayabileceği’ duyurulan bombalara, saat başı artan şehit sayıları eşlik ediyor.
Kuzey Irak’a olası bir operasyon, sonuçları az çok belirgin olan seçimlerin yörüngesini değiştirmek isteyenler için bulunmaz bir fırsat olduğu gibi, ‘ABD’ye hayır’ demek açısından da anlamlı geliyor birilerine; bu yolda şahin, kurnaz, yeni muhafazakar ABD’li kanaat önderleriyle kol kola girmek bile önemsiz bir detay gibi görünüyor gözlerine.
Umur Talu, 4 Mayıs’taki yazısında, kendisi dahil pek çok gazeteciyi sakıncalı ilan etmiş olan TSK’nın Harp Akademileri’ne ‘sakıncasız’ bir haşmetli olarak girip konferans veren Micheal Rubin ismine dikkat çekiyordu haklı olarak. O Rubin ki, dünyada ABD hegemonyasını savunan ve kimi Ortadoğu ülkelerinin tasfiyesi işinde Bush’u bile yetersiz bulan bir ideologdu. İsrail’in güvenliğini temel öncelik sayan onca kelamı, yazısı, eylemi olan olan Michael Rubin’in, Harp Akademileri’ndeki Güvenlik Konferansı’nda işi neydi sahi?
ABD ile Türkiye’nin çıkarlarının ortak olmadığının altını kalın kalın çizen bir süreçten geçiyoruz. Ancak Kuzey Irak’a dalmanın da Türkiye’yi, yine ABD eksenli başka bir projenin uzantısına dönüştürmeyeceğinin hiçbir garantisi yok. Zira PKK’ya son vermek adına ülkeyi Ortadoğu’da sürmekte olan bir savaşın içine atmaktan ve yanılsama bile olsa söz konusu ittifaka ilişkin tüm gemileri yakmaktan bahsediyoruz; bu kadar gözükara bir duruşun her şeyden önce ve her şeyden çok İncirlik Üssü’ne karşı çıkması gerekmez miydi? İncirlik Üssü’nü ağzına almayanların ve hatta ‘1 Mart tezkeresi Meclis’ten geçmeliydi’ diyenlerin ‘ABD’ye haddini bildirme’ söylemlerindeki samimiyet sorgulanmaya muhtaç değil midir?
Bütün bunlar sadece savaş karşıtlığı gerekçesiyle değil, çaya çorbaya bahane edilen ulusal çıkarlar açısından da son derece kafa karıştırıcı şeyler. Tıpkı, ‘Siyaset sivilleşsin, asker siyasete vesayet etmesin, lütfen demokrasi!’ çabalarının içinde olduğumuz şu günlerde, sivil siyaset dediğimiz şeyin inandırıcılığına gölge düşmesi için yapılan sofistike girişimler gibi. Vaatleri ‘hamilelik 3 aya inecek!’ türü esprilere konu olmuş Genç Parti hadisesinin ‘ciddiye alınma’ ivmesindeki yükseliş, büyük medyanın ‘demokrasinin zararları’ konulu ödevine iyi çalışmış olduğunun göstergesi. Barajı aştığını düşünmemiz için hiçbir neden olmayan, barajı aşması ise olsa olsa berbat bir ülkede yaşadığımızın kanıtı olabilecek bir partiden bahsediyoruz. Durum bu iken, her parayı bastırana yer tahsis etmediğini düşündüğümüz bir gazetenin her gün Genç Parti’nin ‘barajı aştık, mazot 1 YTL’ ilanlarına yer vermesi, dahası ince ayarla pohpohlamasından murad edilen şey, sonradan ‘bakın! siyaseti sivile bıraktık, gitti hortumcuya vardı’ diyebilmek için midir? Toplum bu acımasız akıl ve ahlak testine reva mıdır?
İsmet Özel akılsız bir toplum aynı zamanda ahlaksız bir toplumdur demişti; çok haklı. Çünkü ahlaksızlık, bir geleceğini düşüne-me-me, yarın hangi konularda bedel ödeyeceğini öngörememe sorunudur aynı zamanda ve kâfi miktara ulaştığı, sözgelimi ‘Adam ABD’yi bile dolandırdı, demek ki güçlü ve ‘zeki’, Türkiye’yi ancak böyle bir adam kurtarır’ görüşünün yaygınlaştığı bir toplum sadece ahlâksız değil, aynı zamanda ‘akılsız’ bir toplumdur. Akıl ve ahlak ikilisinin; sorunlara anlık ve pratik çözümler üretmeye, hazırcevaplığa ve kurnazlığa yarayan, genelde günü kurtaran, fırsatları değerlendirirken bu çabasını ‘o an için’ birçok kişiyi ikna edebilecek şekilde rasyonalize etmeyi başaran, ama uzun vadeli düşünmekle, yapılanların insanları ve son kertede kendisini nasıl zedeleyeceği ile ilgilenmeyen ‘zeka’dan farklı olduğunu, hatta çoğu kez ayrıştığını belirtmekte fayda var. Sivil siyaseti baltalamak için yapılan zekice ataklar ve ince ayarlar uzun vadede akılsız ve ahlaksız toplumlara neden olur ve siyasetin onursuzlaştığı noktada, artık zekâ da fayda etmez.
Umarız akıl ve ahlak galip gelir; hem yurtta hem cihanda...
Zaman, 6.6.2007
|