|
|
|
Darbe akılsızlıktır |
Ne amaçla olursa olsun, darbe vatana ihanet olur! Çünkü vatanı büyük felaketlere sürükler!
Bırakın klasik darbeyi, ‘seçim sonuçlarına saygı gösterilmemesi’ bile ekonomiyi çökertir. Türkiye artık eskisi gibi kapalı bir köylü toplumu değildir. Bir müdahale halinde, finans, turizm, yatırım, ihracat ve tümüyle ekonomi mahvolur!
Ekonomik çöküntü terörü besler! Dahası, bir müdahale Türkiye’yi dünyada yalnızlığa sürükler... PKK’nın ‘demokrasi’ diye yürüteceği kampanya dünyada yeni taraftarlar kazanır ve içeride terörün büsbütün azgınlaşmasına fırsat verir!
Barzani sivil ve demokratik bir yönetim görüntüsü verirken, Ankara’nın seçim sonuçlarına tahammül edemeyen “güdümlü” bir görüntü vermesi nelere yol açar?! Bir düşünün!
Antidemokratik bir görüntü, Türkiye’yi dünyada yalnızlığa sürükler! Dünyada Türkiye karşıtlığını güçlendirir! Terörle mücadele ve Kıbrıs dahil, en hayati konularımızda peş peşe diplomatik hezimetlere uğrarız!
Batılı anlamda demokrasi Türkiye için sadece hür ve gelişmiş bir toplum olmamızın tek yolu değildir; dahası, yüksek stratejik değerde bir dayanaktır. Türkiye’yi böyle bir dayanaktan mahrum etmek, vatana ihanet çapında tahribat yapar.
Bu akılsızlığı, bu sorumsuzluğu ben hiçbir kurumdan beklemiyorum.
Milliyet, 4 Haziran 2007
|
Taha AKYOL
05.06.2007
|
|
|
Hangisi kınanmalı |
Geçen hafta bazı gazete ve televizyon kanallarında yer alan bir haber üzerinde durmak istiyorum. Haberin özeti şu: ‘İstanbul Bağcılar Lisesi’nin bodrum katında mescit oluşturulduğu tespit edildi. Öğrencilerden birinin ailesi mescitte öğrenci ve öğretmenleri namaz kılarken gizli kamerayla görüntüledi. Lise ile ilgili olarak inceleme ve soruşturma başlatıldı.’
Haberin yangına körükle gidercesine verilmesi düşündürücü. Öğrencilerin kendi istek ve iradeleri ile, inançlarının gereği olarak, dinî vazifelerini yapmalarını rejime karşı bir eylemi ya da devlete yönelik bir tehlikeyi açığa çıkarıyormuşçasına verilişine tanık olduk.
Sanırsınız ki bu çocuklar bir uyuşturucu şebekesinin eline düşmüş. Ya da fuhuş bataklığına sürüklenmiş de, onları kurtarmaya yönelik bir erdem sergiliyorlar....
Bağnazlığın bu derecesi karşısında üzülmemek, hatta dehşete kapılmamak mümkün değil.
Bir an otuz yıl gerilere gittim. Üniversitede öğretim üyesi arkadaşlarım vardı. Kimseye göstermeden namazlarını kılmak için ne zorluklar çekerlerdi. Merdiven altlarında yer bulmaya çalışanlar, bir deponun izbeliğinde seccade niyetine uzatılan bir tahta üstünde iki rekat namaz kılmak için bin zorluğa katlananlar...
Onlar koca koca insanlardı. Tahsilli, üstelik akademisyen kimselerdi. Şimdi gündeme getirilenler ise kolejli çocuklarımız. Yani baskı, yıldırma çocuklara kadar indirilmiş.
Bunlar “halkının yüzde 99’u Müslüman” bir ülkede oluyor. “Lâikçiler” tahrik etmek için bahane arıyor. Seçim öncesinde daha nicelerini göreceğiz anlaşılan.
Anayasamızda; Temel hak ve hürriyetlerin niteliği, özel hayatın gizliliği ve korunması, din ve vicdan hürriyeti hakkında açık hükümler var:
MADDE 12. - Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir.
MADDE 14. - Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete veya kişilere, Anayasayla tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasada belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz.
MADDE 24. - Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.
14 ‘üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dinî âyin ve törenler serbesttir. Kimse, ibadete, dinî âyin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.
Şimdi soruyorum: “Bodrumdaki gizli mescit”te, “gizlenmiş kamerayla” “ortaya çıkarılan” “namaz eylemi” haberini verenler bu maddeleri ihlâl etmişler midir? Etmemişler midir?
Kimseye göstermeden, kendi hallerinde namazını kılmak isteyen yavrularımızın kalplerine bir korku salınmış mıdır? Bu çocuklarımız ibadetlerini yapmamaya, namazı terk etmeye zorlanmış olmuyorlar mı?
Anayasacılarımız, yargı mensuplarımız bu olayın yüz kızartıcı bir suç işleniyormuş gibi verilmesi hakkında ne yorumda bulunuyorlar?
Türkiye, 4 Haziran 2007
|
Muhsin ABAY
05.06.2007
|
|
|
Hindistan’a gider iken |
Başlık şu mana:
Elde bayrak, çok alkışladıkları birilerinin, ülkeye bağımsız, milli, ulusal ufuklara doğru yelken açtıracağını (samimiyetle) düşünenler; sınır ötesinde had bildirip ABD’ye karşı sandıkları savaşlara dalınmasını çare görenler
Bir bakıma Hindistan’a gittiğini sananlar
Yine Amerika kıyılarında karaya oturduklarını anlayacaklar; anlaşılırsa.
Bu iktidar “müdahaleci” Amerikan dış politikasının daha klasik, daha bürokrat kesimlerine yapışırken, kimi iktidar karşıtı da, ABD’nin, Cumhuriyetçiler’in en faşizan, en ırkçı, en işgalci, en İsrail kankası, en şahin, Ortadoğu halklarını en çok aşağılayan ve birbirine kırdırmayı en ciddi planlayan kesimlerinin şubesi gibi oldular.
Anlayamıyorlar.
“Amerika’nın ılımlı İslam projesinin aktörü” diyerek, hakikaten ABD gölgesinde de yuvarlanan iktidara bindirenler, kendilerinin de hangi ABD’lilerin hangi projelerinin uzantısı kılındıklarını hiç düşünüyorlar mı?
ABD’nin içindeki güç, ideoloji, Ortadoğu, İslam, İsrail savaşlarının cepheleri burada da kuruldu; hiç fark etmiyorlar mı?
Uzun süredir şu görülüyor:
Ülkedeki milyonlarca insanın iktidara karşı (haklı ve farklı) tepkileri, güvensizlikleri, endişeleri; bir “Amerikan neo-muhafazakar fraksiyon” un hedefleri ile İsrail önceliklerinin de malzemesi haline getirildi.
Sağından soluna, batısından doğusuna, insani ve vicdani nedenlerle, uluslararası hukukun silahla çiğnenmesine öfkeyle, ABD dayatmalarına tepkiyle “yüzde 80 savaş karşıtı” haline gelmiş bir halkın o havasının dağıtılması;
Yeniden birbirine düşman kılınması;
Savaş histerilerine sürüklenmesi;
Dünyada son yılların en önemli (propaganda, ikna, manipülasyon, yönlendirme) operasyonlarından biri olmalı.
***
Kaç gündür şu aşağıdakiler için kendimi tutuyorum.
Çünkü “önyargı, düşmanlık” gibi genellemeyle izaha atlayacaklar mebzul miktarda.
Ama merak ediyorum:
Farklı görüşleri de olsa, bu toprakların çocuğu olan bir çok gazeteci gibi benim de andıçlarla “sakıncalı” ilan edildiğim Silahlı Kuvvetler “kamusal alanları” ndan birine; Genelkurmay’ın Harp Akademileri’ndeki “Güvenlik” konferansına, aşağıda kimi özelliklerini sıralayacağım “ABD’li neo-muhafazakar şahin” Michael Rubin’ in sakıncasız, önemli konuşmacı olarak davet edilmesinin sebebi nedir?
- Washington Enstitütü (WIMEP), Ortadoğu Forumu (MEF), Özgür Lübnan için ABD Komitesi, AEI, Ortadoğu Medya Araştırmaları Enstitüsü (MEMRI), ABD’deki Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü (JINSA) gibi, Ortadoğu işgallerini savunan, İsrail güvenliğini temel öncelik sayan, İsrail sağı Likud bağlantılı, ABD’nin en muhafazakar, dünyada ABD hegemonyasını en çok savunan, Irak, İran, Lübnan, Suriye rejimlerinin İsrail lehine tasfiyesini isteyen kurumların, artık Bush’ u da yetersiz bulan baş ideologu.
- Pentagon’da yakın zamana kadar Özel Planlar Bürosu’nda Irak ve İran danışmanı.
- Irak işgal yönetimi üyesi;
- Başta Iraklı gazeteciler, medyaya imal edilmiş haber sokuşturan, para dağıtan Lincoln Grubu’nun propaganda metinlerini gözden geçirdiği ortaya çıkan kişi;
- Pentagon’dan dahi, İsrail istihbaratına bilgi sızdırmakla da suçlanarak ayrılanlardan.
- Hebrew (Yahudi) Üniversitesi ile Kuzey Irak’taki Süleymaniye, Selahattin üniversitelerinde ders vermiş “hoca”.
- ABD saldırganlığını yoğun eleştiren Prof. Juan Cole’un Yale’deki kariyerini, “ O antisemittir” diye yalanlarla engelleyen kampanyanın öncülerinden;
- Türkiye’nin AB üyesi olmayıp ABD’ye çok yakın hareket etmesini, Ortadoğu’da İsrail’le işbirliği içinde onunla çatışan Hamas, Hizbullah gibi örgütleri tamamen terörist saymasını, AKP iktidarda kalırsa Kuzey Irak’ta Kürt devleti kurulacağını, bu iktidarla Kemalizmin çökeceğini sık sık yazan biri.
***
Merak ediyorum;
Kimi lafı hoşunuza gidiyor diye, böyle bir şahsiyeti ne kadar yakın sayabilirsiniz?
“Solda birleşme” diye yeri göğü inletirken mesela, böyle bir zihniyete ortaklığı “Sol, anti emperyalist, bağımsızlıkçı”, hatta milli, ulusal; ABD’li faşizan Cumhuriyetçi gibi konuşmayı cumhuriyetçilik sayabilir misiniz!
Gittiğiniz sahillerin Amerika değil Hindistan olduğundan emin misiniz!
Sabah, 4 Haziran 2007
|
Umur TALU
05.06.2007
|
|
|
Mumcu özürle kurtulamaz |
Merkez sağ ya da merkezin iki önemli partisinin Demokrat Parti olarak güçlü bir siyasi oluşuma dönüşmesi suya düştü.
Daha ilk adımdan itibaren toplumda önemli bir ilgi uyandırmış, AKP’ye seçenek arayan kesimi heyecanlandırmış bir siyasi hareketin böyle bir sabotaja uğramasının hiçbir açıklaması olamaz.
DYP-ANAVATAN birleşmesiyle ortaya çıkacak olan Demokrat Parti’nin yarattığı ilgi kamuoyu yoklamalarına hemen yansımış ve bu yeni ya da eski partinin yüzde onluk barajı aşmasına kesin gözüyle bakılmaya başlanmıştı.
ANAVATAN’ın birleşmeme kararının hemen ardından bu partinin birçok önemli isminin istifa etmesi, eleştiri ve tepkilerin hedefinin de ANAVATAN Genel Başkanı Erkan Mumcu olduğunu gösteriyor.
***
Erkan Mumcu, gençliğinde radikal İslama bir dönem yakın olduğu, bir ara da ülkücü hareket içinde yer aldığı söylenen, ancak siyasete ilk girdiği günlerde ve genç bir bakan olduğunda geleceğine umut bağlanmış bir siyasiydi.
Daha sonra kendisini bakan yapan Mesut Yılmaz’a ağır suçlamalarda bulunup ANAP’tan ayrıldı, AKP’ye katıldı. AKP’den de milletvekili ve bakan oldu, ama kısa bir süre sonra Tayyip Erdoğan’a ağır suçlamalar yöneltip dibe vurmuş olan ANAP’a döndü ve Genel Başkan oldu.
***
Mumcu’nun birlikte çalıştığı son siyasi parti genel başkanı, birleşme çalışması yürüttüğü Mehmet Ağar oldu. Bu çalışma son aşamasına geldiği sırada da Mumcu, Ağar’ı suçlayarak çalışmayı durdurdu.(...)
***
Mumcu dün Türk halkından özür diledi. Bu özür son yaptığı siyasi manevranın bir faturası olacağını kendisinin de anladığını gösteriyor. Mumcu’nun konuşmasında ayrıca yeni ittifaklara açık olduğunu söylemesi de dikkati çekti.
Böylece bir süredir Genç parti ile dirsek teması olduğuna ilişkin haberler de doğrulanmış oldu.
Ancak son dönemdeki performansı üzerine Mumcu’nun ANAVATAN’ı ile ittifakın yeni oy getirmeyeceğini görmek için siyaset uzmanı olmaya bile gerek yok. Genç Parti yönetimi de bunu değerlendirecektir.
Sonuç, ANAVATAN’ın (ANAP’ın) olumlu bir birleşme ile değil, son genel başkanının yanlış siyaseti dolayısıyla tarihin derinliklerine yuvarlanmasıdır. Bugünkü siyasi tartışmalar çerçevesinde ANAVATAN’a oy verecek olanların sayısı herhalde adaylar ve yakınlarının sayısını fazla aşmayacaktır.
***
Mumcu’nun manevrasının gerçek bir sonucu vardır. Demokrat Parti’yi AKP’ye seçenek olarak görmek isteyen geniş bir kesimde açık bir hayal kırıklığı yaratılmıştır. (...)
Mumcu hangi duygu ve düşüncelerle özür dilemiş olursa olsun, AKP’nin pozisyonunu daha da güçlendirmiştir. DP’nin iktidar seçeneği olma ihtimali ortadan kalkınca AKP dışındaki en önemli seçenek tekrar CHP-MHP koalisyonu olacaktır.
Mumcu, Türk halkının yine iki seçenekle karşı karşıya kalmasına yol açmıştır. Ya AKP iktidarı ve onun herkese öfkeli ve herkesle kavgalı lideri ya da radikal milliyetçi ve ülkeyi kendi içine kapatacak bir koalisyon...
Mumcu bir özürle kurtulamaz.
Vatan, 4 Haziran 2007
|
Okay GÖNENSİN
05.06.2007
|
|
|
Harekât değil, savaş tartışılıyor |
Askeri açıdan halihazırdaki koşullar PKK’ya karşı Kuzey Irak’ta bir ‘sıcak takip’e elvermediğine göre akla sınır ötesi harekât geliyor ister istemez.
Zaten Genelkurmay Başbakanı Büyükanıt, ‘Talimat yok’ derken, Başbakan Erdoğan da ‘Talep yok’ derken ‘sıcak takip’ten söz etmiyor. Kastettikleri sınır ötesi harekât.
Öyle karşılık vermekle sınırlı bir baskın değil, planlı, zaman ve kapsama alanı geniş, belki de kolordu düzeyinde bir müdahale. Büyükanıt’ın, perşembe günü, “Mesela içeri girip PKK’yla mı boğuşacağız, yoksa Barzani ile de bir şeyler yapacak mıyız? Bir de ABD var ortada” demesi o yüzden.
Peki ama içinde bulunduğumuz konjonktürde bir sınır ötesi harekâtın başarı şansı ne?
Büyükanıt, 12 Nisan’da yaptığı konuşmada, bir operasyon için, “Faydalı olur mu?” diye soruyor ve “Evet fayda sağlar” diyordu. ‘Fayda’dan kastedilen ne? Uğruna ödenecek bedel ve alınacak riskler ne? Bu temel veriler ortaya konmadan, anlamlı bir tartışma yürütmek, rasyonel bir risk analizi yapmak mümkün değil.
Oysa bu tartışma, bu analiz yapılmak zorunda. Çünkü ‘düzenli bir tatbikat’tan bahsetmiyor Büyükanıt burada; bu ülkede yaşayan herkesin kaderini etkileme olasılığı bulunan bir askeri harekâttan söz ediyor.
Türkiye geçmişte bu yola başvurdu. Zamanında mutlaka belli ölçüde etkili olmuştur sınır ötesi harekâtlar. Ancak ne bir ikisi dışında örgütün lider kadrosu tasfiye edilebildi, ne altyapısı onulmaz biçimde çökertildi, ne de militan kadroya kaydadeğer bir zayiat verilebildi.
Üstelik o zamanlar, hukuki ve fiili durum müsaitti. 1980’ler boyunca Irak’la ikili anlaşmalar söz konusuydu. Sonrasında Kuzey Irak ‘Vahşi Batı’dan farksızdı. Türkiye’nin sınır ötesi harekâtlarına Saddam göstermelik itiraz eder, Kürt liderler bazan işlerine bile geldiği için, Türk birliklerine destek verir, hatta kılavuzluk yapardı. ABD ses çkarmaz, AB ilkesel olarak eleştirmekle yetinirdi. Keza bölge ülkeleri de.
Şimdi Irak’ın da, Kuzey Irak’ın da siyasi ve askeri coğrafyası tamamen değişmiş durumda. Bağdat’ta merkezi bir yönetim var. Her fırsatta, komşu ülkeleri, Irak’ın içişlerine müdahale etmemeleri için uyaran, bunun kabul edilemeyeceğini bildiren bir merkezi yönetim. Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanı Kürt bir merkezi yönetim.
Yerel Kürt liderliği daha da ileri gidiyor ve Türkiye’nin müdahalesine seyirci kalınmayacağını, direnileceğini dile getiriyor. Hatta ‘sınırı aşıp’ Diyarbakır’ı karıştırmaktan söz ediyor. Peşmergelerin eğitim, donanım, motivasyon düzeyi eskisiyle kıyaslanamayacak boyutta. Üstelik artık iki kampa ayrılmış durumda da değiller.
Dahası Kuzey, Irak’ta askeri açıdan en güvenli, siyasi açıdan en istikrarlı bölge. Kürtler ABD işgal gücünün en sağlam müttefiki. ABD Türkiye’nin tek taraflı bir müdahalede bulunmasını uygun bulmayacağını başından beri saklamıyor. ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Wilson’ın da dediği gibi, “Öncelikleri Irak’ın genelinde güvenlik ve istikrarı sağlamak.” Dolayısıyla zaten hayli zorlandıkları bu önceliğe ulaşmalarını daha da zora sokacak bir müdahale istemiyorlar. Şu da bir gerçek ki Türkiye’nin Kuzey Irak’a silahlı müdahalesinin, başta İran olmak üzere bölge ülkeleri için bir ‘emsal’ teşkil etmesinden de çekiniyorlar.
Dolayısıyla adını koyalım, sınır ötesi harekât diye kendimizi kandırmayalım, o geçmişte kaldı. Bu konjonktürde Kuzey Irak’a girmek, bir savaşı göze almak demek. Şu da var: Bu konjonktürde, dünya kamuoyunu, Kuzey Irak’a sırf PKK yüzünden girildiğine inandırmak da pek o kadar kolay olmayacak. Çünkü yaygın kanı, Türkiye’nin asıl amacının Kuzey Irak’ın bağımsızlaşması olarak değerlendirdiği sürecine darbe vurmak olduğu.
Radikal, 4 Haziran 2007
|
Erdal GÜVEN
05.06.2007
|
|
|
Medya toplumsal barışı zedeliyor |
Bakar mısınız Türkiye ne saçma sapan konularla vakit kaybediyor? Bir lisenin bodrum katında üç-beş çocuğun kıldığı namazdan bir teknik direktörün eşinin başörtüsüne kadar hangi gereksiz tartışmalara takılıp kalıyor bu ülke? Zirvelerde yaşanan semboller savaşının her alana yayılıyor olması, sanırım Türkiye sevdası taşıyan herkesi rahatsız ediyor. Niçin medya bu gidişatı durdurma gibi önemli bir görevi üstlenmiyor da, ayrışımları artıracak, uçurumları büyütecek bir yol seçiyor; işte bunu anlamakta zorlanıyorum. Madem Milli Eğitim Bakanlığı, okulda mescit uygulamasının olmadığını, sınırlı ve şartlı durumlarda buna müsaade edildiğini söylüyor, o zaman niçin lokal kalmış bir olaydan bu kadar büyük gürültü çıkarılıyor? Ve daha önemlisi—bazıları dikkatli bir dil kullansa bile—gazetelerden yükselen ve toplu hücum havası veren mescit haberlerinin sade vatandaşı rencide ettiği, edebileceği; hatta bu tarz incitici yayınların nereye doğru gittiğine dair endişelerin artacağını hesaplamıyor?
Meselenin bir de insan hikâyesi var; ona dikkat çekenler de oldu. Bir aile, bir çocuk, hayat tarzı seçimi... Buna kim itiraz ediyor ki! Çocuğunun dindar olmasını istemeyen, dolayısıyla çocuğunun muhafazakârlığa kaydığını görünce buna itiraz eden aileler olabilir. Bu ailenin tercihidir, çocuğun tercihidir. Mesele bu tercihte değil; mesele, bu tercihin ardından verilen tepkinin bir kampanya havasına bürünmesidir. Ürkütücü olan da budur. Problem, genellemeler yapılarak bir örnekten hareketle insanları ibret-i alem olsun dercesine dövmeye kalkmaktır. Yoksa bu ülkenin her hanesinde bu tip olaylar yaşanır. (...)
Gelin birbirimizi yürekten anlamaya çalışalım. Meseleye bir de “öteki”nin gözüyle bakalım. Mesela art arda yapılan Cumhuriyet mitingleri için dendi ki; “Yaşam tarzımıza müdahale olacak diye endişe ediyoruz”. Bunun üzerine aklıselim sahibi herkes dedi ki: “Bu insanları anlamaya gayret edelim.” Üstelik kürsüden yapılan onca bölücü, kırıcı, aşağılayıcı, yaralayıcı konuşmalara rağmen herkes empati üzerinde durdu. Doğru bir yaklaşımdı bu. Benzer şeyi niçin dinî konularda da yapmayalım? Namaz gibi inanan insanların hayatında önemli yer tutan bir konuyu haberleştirirken daha dikkatli, daha yumuşak, daha makul, daha yapıcı yaklaşılamaz mı? Tepkide ölçü kaçmışsa şayet buna da “yaşam tarzımıza müdahaleden korkuyoruz” nevinden bir endişe olarak bakılamaz mı? Evet, açık söylüyorum, on binlerce okuldan birinde yaşanmış, milyonlarca öğrenciden beş-on kişiyle ilgili bir konu bu kadar “müthiş bir hadise”ye dönüşünce insanlar medyadan endişe ediyor. Buna tepki verilir verilmez kullanılan “İslamcı medya”, “dinci basın”, “bilmem hangi partiye yakın medya” gibi laflarla yapılan genellemeler mesafeyi daha da açıyor. Oysa bu tür bölünmelere gerek yok. Can u gönülden yapılacak empatiler Türkiye’ye mesafe kazandıracaktır. Gün, yaralama günü değil, birbirimizi anlama günüdür...
Zaman, 4 Haziran 2007
|
Ekrem DUMANLI
05.06.2007
|
|
|
Baskın Oran: Asker vesayeti AB ile sona erer |
*Türkiye, dünyanın parçası olmadan ve AB üyeliği için gerekli adımları atmadan, sadece Türkiye’nin iç dinamikleriyle orduyu siyaset dışında tutabilir mi?
Tutamaz. Zaten ordunun kışlaya dönmesi ve tek işlevi olan Türkiye’yi dış tehlikelere karşı koruma görevine geri dönmesi 2001-2004’teki AB uyum paketleri ve Anayasa değişiklikleriyle sağlandı. Mesela MGK’daki sivil sayısı artırıldı. MGK kararları sanki emredici bir kararmış gibi algılanmaktan çıkarıldı. Genelkurmay’ın YÖK’teki temsilciliği kaldırıldı vb...
*Peki ne değişti? Ordu sivil hükümete yine muhtıra verdi.
Ama bütün bu değişiklikler sonucunda son muhtıranın başına e harfi konuldu. Muhtıranın Genelkurmay’ın internet sitesinde yayımlanması, teknolojinin gelişmesiyle değil, ordunun gerçek görevine geri dönmeye başlamasıyla ilgilidir. Unutmayın, bu muhtıra mizah dergilerinin konusu oldu. Ve ilk kez bir hükümet, muhtıra karşısında durdu. Gerçi hükümetin yapması gereken, Genelkurmay Başkanı’nı görevden almak için Cumhurbaşkanı’na bir yazı yollamaktı. İmzalamadığı takdirde de istifa etmekti ve derhal bir seçim kararı almaktı ama hükümet bunu yapamadı. Ama şu oldu. Muhtıra Genelkurmay sitesinden kaldırıldı.
*Sonra gene konulmadı mı?
Kaldırıldığı gazetelerde haber yapılınca, Genelkurmay arşivine konuldu. Bütün bunlar, AB reformlarının boşuna yapılmadığı, pozitif hukukun değiştiği ve yavaş yavaş uygulanmaya başlanacağı anlamına geliyor. Biz 650 yıllık devletiz. Bir milletin hayatındaki 5-10 yıl nedir ki? Değişiklikler biraz zaman alacak.(...)
Radikal, 4 Haziran 2007
|
Konuşan: Neşe DÜZEL
05.06.2007
|
|
|
|