Son haftalarda meydana gelen tuhaf siyasi gelişmeler serisinin fiili bir darbeyle sonuçlanma ihtimalinden söz ediliyor. Bu ihtimalin gerçeklik derecesini bilemem, ama darbe olsa da olmasa da Türkiye siyasetinde işlerin seyri zaten her zaman bir ölçüde tuhaftır. Bu tuhaflığın sırrı, Türkiye’nin iktidar elitinin ‘rejim’ rumuzuyla özetlediği yapının kendisinde saklıdır.
Onların ‘rejim’ dedikleri şeyin aslı ‘yarı-demokrasi’ modelinin bir örneğidir. Bir ‘yarı-demokrasi’yi ayırt eden özellik, orada seçimlerin olağan bir demokrasideki işlevini görmemesidir. Seçimden çıkan çoğunluk kamu politikalarını belirleyemez. Bu sistemlerde, demokratik mekanizmaların ilşlemediği, bürokratik seçkinler için ayrılmış dokunulmaz bir alan vardır. Başka bir anlatımla, bu mahfuz alana seçilmiş çoğunluk karışamaz. Buna kısaca, ‘çoğunluğun yönetme hakkı’nın tanınmaması da diyebiliriz.
Dolayısıyla, böyle bir sistemde çoğu zaman darbeye ihtiyaç yoktur. Çünkü, sistem ‘normal’ zamanlarında bile hem kısmi bir askeri vesayet altında işler hem de zaten sistemin (‘rejim’in) hassas noktalarına demokratik mekanizmalar marifetiyle dokunulamayacağı garanti edilmiştir. Seçilmiş iktidarlar daha tali konularda karar alabilir, ama söz konusu korunaklı devlet alanına giremezler. Bu modelin ayrıntıları, her ülkenin özel şartlarına göre değişkenlik gösterebilir. Bu çerçevede, Türkiye’deki yarı-demokrasiyi mümkün kılan bize özgü şartların başında devletin ideolojik karakteri gelmektedir. Çünkü, Türkiye’de devlet ideolojisi demokratik siyasal süreci kontrol veya gözetim altında tutmak isteyen bürokratik seçkinler için bir meşruluk dayanağı oluşturmaktadır. Bu nokta, Türkiye’nin yarı-demokrasisini Latin-Amerika ve Üçüncü Dünyadaki birçok benzerinden bir ölçüde ayırmaktadır.
Öte yandan, Türkiye’de silahlı kuvvetlerin devlet ideolojisinin doğal muhafızı sayılması söz konusu ‘bize-özgü’lüğü daha da pekiştirmektedir. Esasen, Türkiye’de profesyonel subayların hatırı sayılır bir kısmı—ve onların ‘sivil’ benzerleri—silahlı kuvvetlerin ‘yurt savunması’ndan önce resmî ideolojinin bekçisi olduğunu düşünmektedirler. Ayrıca, Türkiye’de silahlı kuvvetlerin toplumsal sınıf benzeri bir ‘zümre’ özelliği göstermesi de hem siyasi sistemi gözetim akltında tutmayı kendisi için hayati hale getirmekte, hem de onun demokratik sürece kuşkuyla bakmasını teşvik etmektedir. Esasen, bir devlet ideolojisinin varlığının kendi başına (onun dogmatik, kapalı veya totalci olup olmamasından bağımsız olarak) özgürlük ve çoğulculuk karşıtı bir durum olduğu açıktır. Resmi ideoloji kamu alanında ve siyasette başka ideolojilere hayat hakkı tanımaz. Hatta, sistemin totaliterliği ölçüsünde, özel hayat alanında ve sivil toplumda da ideolojik çeşitlilik ve çoğulculuk baskı altına alınır. Burada mesele, resmi ideolojnin ‘iyi’ veya ‘kötü’ olması değildir; mesele bir tek ideolojinin devlet faaliyetine egemen olması ve onun devletin başlıca meşruluk dayanaklarından biri durumunda bulunmasıdır. Kısaca, Türkiye’de demokratik siyasal sürecin askeri darbelerle sık sık kesintiye uğratılmasının, parlamento ve hükümetin daimi bir gözetim, hatta vesayet altında tutulmasının, silahlı kuvvetlerin parlamento tarafından bile doğru-dürüst denetlememesinin, bazı temel siyasetlerin demokratik karar-alma ve denetim mekanizmalarından muaf tutulabilmesinin, kamu hizmetine ve siyasete giriş hakkı bakmından yurttaşlar arasında ayrım yapılmasının, hukukun bir güvenceler sistemi olmaktan çıkıp devletin bir ‘ideolojik aygıtı’ haline dönüşmesinin, yargının tarafsız olmamasının ve bürokratik iktidardan yana işlemesinin, insan hakları ihlallerinin olağanlaşmasının ve daha bir çok benzerlerinin birinci nedeni resmi ideolojinin varlığıdır. Böyle bir sistemde darbeye ne gerek var?
Star, 31 Mayıs 2007
|