|
|
|
Üniversitenin görevi “Atatürkçü yetiştirmek” değildir |
Yokluğumuzda bu sefer tutmuşlar, Boğaziçi’nin rektörü Ayşe’ye saldırmışlar. Yeni duydum. Çünkü Boğaziçi, Orhan Pamuk’a fahri doktora vermiş. (...)
Bir kız öğrenci “türbanla gitar” çalmış (Ahmet Hakan gibi bir şey olsa gerek), bir folklor topluluğu da bildiğimiz Bitlis oynamış (peşmergeye benziyorlarmış, herhalde güneydoğu folklor oyunları smokinle oynanmalıdır, çağdaş Türkiye’ye yakışan budur.)
Kavga şuradan çıkıyor: “Kaliteli” üniversitelerimizde liberal bir hava esiyor, kelek olanlarda faşizm kokusu var.
Çocukların ÖSYS tercihlerinde hangilerini üst sıraya yazdıklarına bakarsanız, toplumun özlemini de anlayabilirsiniz tabii. Bu özlem, 12 Eylül döneminde “dizayn edilmiş” üniversite kalıbına uymuyor.
Fakat bürokratik oligarşi, her çocuğu aynı tornaya sokup Taptuk Emre tekkesinin değnekleri gibi bir örnek odunlar çıkarmak için direniyor.
Profesör Ayşe Soysal, “Boğaziçi Türkiye için biraz fazla özgür kaldı” demiş. Kibar kadındır, “iki numara büyük geldi” dememiş. Oysa çok iyi hatırlayacaktır, otuz yedi yıl önce, Ayşe ve ben orada okuduğumuzda da öyleydi, eski Robert College.
Oysa Türkiye’yi Boğaziçi’nin düzeyine çekebilseydik memleket kurtulacaktı.
YÖK, çekemezsin diyor.
YÖK Yasası’na göre, üniversiteler, “Atatürk inkılapları ve ilkeleri doğrultusunda Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşıyan, Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duyan, aile, ülke ve millet sevgisiyle dolu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren” öğrenciler yetiştirmekle yükümlüdürler.
Buna göre, yabancı uyruklu bir öğrenci bizim üniversitelerimizde ya okuyamaz, ya da gizli servislerimize ajan olarak girer.(...)
Ya da bu yasayı yumurtlayanlar, Tuzla Piyade Okulu’yla üniversiteyi karıştırmışlar!
Üniversitenin görevi Atatürkçü yetiştirmek değildir. Aslına bakarsanız, üniversitenin birinci görevi öğrenci yetiştirmek, birilerini meslek sahibi yapmak, onlara para kazandırmak, askere gittiklerinde yedeksubay olmalarını sağlamak falan da değildir.
Üniversite bilim üretir ve bunu öğrencilerine aktararak bilimi kimin “işe vurmaya yetkili” olacağını saptar. Doktor yetiştirmez, tıp bilimini kimin özümseyip kimin özümseyemediğine ve bunu kimin uygulayabileceğine karar verir.
Ama bizde üniversite, azıcık sosyal bilimler dışında hiçbir şey üretemez.
Çünkü yüksek lisedir.
YÖK, yeni çıkardığı bir yönetmelikle, kendi yasasında yer alan, yukarıda da zikrettiğim ilkelere ters düşen yabancı diplomaları da denk saymıyor, tanımıyor ve onaylamıyor. Öğrencinin, dışarıda, YÖK’ün hoşuna gitmeyecek “herhangi bir ders almış” olması yeterli, seçmeli meçmeli de olsa... Diplomanın kendisi, seçilen bilim alanı falan önemli değil, bir tek ders yeterli!(...)
Elbette bu yönetmelik El Ezher ya da Tahran Üniversitesi gibi yerlerde okuyan “potansiyel El Kaide militanlarını” ufalamak üzere çıkarılmış, ama yarın bir manyağın bunu benim dediğim düzeye çekmeyeceği ne malum?
Buna göre, kurtuluş savaşımızın karşı cepheden görünüşünü, Yunan ordusunun harekât planını da inceleyemezsiniz, vatana ihanet olur.
Ben de ayvayı yedim Ayşeciğim, çünkü 1972-73 ders yılında, rahmetli Profesör Ali Alparslan’dan (o zamanlar doçentti) hem merak ettiğim için, hem de not ortalaması yükseltmek amacıyla “Osmanlıca” dersi almıştım! Eski yazıyı da bayağı sökmüş, dili çok koyu olmamak şartıyla Osmanlı metinlerini şakır şakır okumaya ve de kendim de yazmaya başlamıştım... Gitti çöpe bizim kapı gibi Boğaziçi diploması! O dersi almama izin veren bizim Mantikas’ın (eski kayıt işleri müdürümüz) elleri kırılsaydı!... Fakat adamcağız günün birinde Türkiye’nin böyle cılkının çıkacağını nereden bilebilirdi?
Sevgili bürokrasi, buna da faşizm denir, zarar yok.
Nasıl olsa yakın zamanda bunu açık açık da uygulayacaksınız, Bahçeşehir’i, Boğaziçi’ni falan kapatırsınız, Ayşe de evinin kadını olur. (...)
Akşam, 31 Mayıs 2007
|
Engin ARDIÇ
01.06.2007
|
|
|
Gelsin 301’inci madde |
Hiç aklınıza gelir miydi, bir gün Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da, Türk Ceza Yasası’nın 301’inci maddesini ihlal ettiği iddiasıyla yargı huzuruna çıkmasının isteneceği?
Eski Ceza Yasası’nın Tayyip Erdoğan’ın 10 ay hapse mahkûm edilmesine sebep olan 312’nci maddesinden değil, kendi döneminde çıkarılan ve “O madde bu haliyle ifade özgürlüğüne aykırı olur” dememize rağmen kendisine dinletemediğimiz yeni 301’inci maddeden söz ediyoruz.
Konu sanırız bugünkü gazetelerin en önemli haberi olur ama biz yine de özetleyelim:
Anayasa Mahkemesi’nin “Cumhurbaşkanlığı seçiminde, TBMM Genel Kurulu’nun açılabilmesi için en az 367 milletvekilinin hazır bulunması gerekir” anlamındaki kararını önce “Saygıyla karşılayacağız” diyerek değerlendiren Başbakan Tayyip Erdoğan, bildiğiniz gibi giderek üslubunu sertleştirmiş -daha doğrusu kendi asıl üslubuna dönmüş- ve “Sırtımızdan bıçaklandık” demişti. Ardından söz konusu kararı “tarihin yargılayacağını” ifade etmişti.
Erdoğan bilindiği gibi kendini tutamadı. Önceki gün NTV’ye verdiği mülakatta, Anayasa Mahkemesi’nin kararını eleştirirken “Çok açık konuşuyorum. Bu (karar) yargı için talihsizliktir, yüz karasıdır. Çünkü açık, net, her şey ortada. (...) Açık net ortada olduğu halde, zorlamayla, altını çiziyorum, dayatmayla bu karar verilmiştir” dedi.
Anayasa Mahkemesi kararının hukuken doğru olmadığını söyleyen çok var. Biz de öyleyiz. Ama bu nedenle Başbakan Erdoğan’ın üslubuna benzer bir üslup kullanan bugüne kadar çıkmadı.
Nitekim o üslup dün yanıtını davet etti ve Anayasa Mahkemesi Başkanı Tülay Tuğcu, “Başbakan’ın saygı sınırlarını aştığını” belirtti, ayrıca şunları söyledi:
“Başbakan’ın hukukun üstünlüğü ve yargı kararlarının tartışmasız bağlayıcılığı ilkelerini dışlayan, üstlendiği görev ve devlet adamı sorumluluğu ve ciddiyeti ile bağdaşmayan, tehdit, hakaret ve husumet içeren söylemleri mahkememizi doğrudan hedef göstermektedir.” Tuğcu onunla kalmadı, bir gazetecinin sorusu üzerine, “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hakkında suç duyurusunda bulunacaklarını” bildirdi.
Neye göre “suç duyurusu” söz konusu olabilir diye soruyorsanız, yazının başında sözünü ettiğimiz 301’inci maddeye işaret etmeye mecburuz. Çünkü o madde:
“Türklüğü, Cumhuriyeti veya TBMM’yi alenen aşağılayan kişi”leri 6 aydan üç yıla kadar hapse mahkûm etmek gerektiğini söylemekle kalmıyor, “(...) Devletin yargı organlarını, askeri veya emniyet teşkilatını alenen aşağılayan kişi”nin de 6 aydan 2 yıla kadar hapisle cezalandırılacağını” söylüyor.
Bu dediğimiz meselenin “yasal” boyutu... Ortada gerçekten Anayasa Mahkemesi’ne hakaret suçu var mı yok mu, buna adalet karar verir. Ama görüldüğü gibi meselenin bir de “ifade özgürlüğü” boyutu var.
İşin tuhafı “Ben sadece bir şiir okuduğum için hapis yattım. Mağdur edildim” diye hálá ve her fırsatta sızlanan Başbakan Tayyip Erdoğan bu defa da aynı nedenle kendisinin mağdur edilmek istendiğini ileri sürecek.
Tabii yakışırsa...
Hürriyet, 31 Mayıs 2007
|
Oktay EKŞİ
01.06.2007
|
|
|
Bürokratik elit sınıflar rakip istemiyor |
Gelişmeleri protesto ederek Sabah’ın başyazarlığından ayrılan Mehmet Barlas, geçen gün internet sitesi ‘haberx’te şöyle diyordu: “Şimdi birileri, Cumhuriyet’i demokrasiden soyutlayan ve seçmen çoğunluğunu ‘rejimin tehdidi’ olarak gören kesimlerin ‘yeni orta sınıflar’ olduğunu anlatmaya çalışıyor. Oysa şu anda tanık olduğumuz tablonun aktörleri de, figüranları da, yeni değil.”
Konuya girmeden önce, biraz arka plan bilgi vermem gerekiyor...
Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nden sosyolog Prof. Sencer Ayata, cumhuriyet mitinglerine farklı kesimlerden insanların katıldığını ama hareketin öncülüğünü ‘yeni orta sınıflar’ adını verdiği kesimin yaptığını söylüyor. (Milliyet, 21 ve 22 Mayıs)
***
Kim bunlar?
Onları, “çiftçi, esnaf, sanatkar ve mahalli tüccarların” oluşturduğu “geleneksel” orta sınıflardan ayrı bir yere koyuyor Prof. Ayata...
Ardından da bu yeni orta sınıfın iki temel özelliğinin, “kentlilik” ve “bulunduğu yere eğitim sayesinde gelmesi” olduğunu vurguluyor: Doktor, avukat, bankacı, mühendis, mimar...
Bu analize farklı eleştiriler yöneltmek mümkün. Meselâ bazı yorumcular mitinglerdeki ‘Alevi’ ve CHP’li yoğunluğunun altını çizmişti.
Tabii o kitleye muvazzaf ve emekli subayların aile ve akrabalarını da eklemek gerek.
Siz mitinglerin böyle kavgasız gürültüsüz geçmesini “mutlu bir tesadüf” mü sanıyorsunuz? Türkiye’deki en küçük gösterilerde bile arbede çıkarken... Herkesin F.Bahçeli (ya da G.Saraylı, vb.) olduğu bir tribünde dahi yumruklar konuşurken... Nasıl oldu da yüz binlerin katıldığı bu mitinglerde kimsenin burnu kanamadı?
Sosyalist Ertuğrul Kürkçü, Express dergisinin Mayıs sayısında bunu, “ordu, sivil giyinip sokağa çıktı” diye özetliyor. (İnsan öncelikle kendi ailesini korur, değil mi?) Bu arka plan bilgiden sonra (artık Posta gazetesinde yazacak olan) tekrar Mehmet Barlas’a dönelim...
Önce hatırlatıyor:
“Değişime, dünyaya açılmaya, halkın yönetime katılmasına, hukukun üstünlüğüne, temel hak ve özgürlüklere karşı koyan ve gerekirse bunları devlet gücü kullanarak bastıran sınıflar, Osmanlı’da da vardılar, Cumhuriyet’te de hep var oldular.”
Ardından da soruyor:
“Sanki devrilip asılan Menderes veya iki kez devrilen Demirel ‘şeriatçı’ mıydı? Onların suçu seçimi kazanmak değil miydi?”
***
Sahi, 27 Mayıs 1960 darbesi olunca tankların üstüne çıkarak sevinç gösterileri yapanlar da... 12 Mart 1971 muhtırasını gözleri yaşararak karşılayanlar da Sencer Ayata’nın “kentli ve okumuş” sınıfları değil miydi? Evet, ‘nüfusları’ ve ‘meslek çeşitleri’ artmış olsa da, ne bu sınıflar yeni, ne de bürokratik elitle yaptıkları ittifak... Hatta Avrupa Birliği’ne ve küreselleşmeye karşı sloganlar atmalarına... Dış görünüşlerinin ‘özgürlükçü’ olmasına karşın zihniyetlerinin ‘baskıcı’ olmasına bakarak, onlara ‘demode orta sınıflar’ dahi diyebiliriz. Peki onlar eskiyse, demodeyse, yeni olan ne?
Yeni olan şu: “Geleneksel” dediğimiz orta sınıflar... Tepeden inmeci ‘çağdaşlaşmayla’ değil... Gelişen kapitalizmle birlikte ‘modernleşiyor’. Bunun sonucu olarak... Alışveriş merkezinden havaalanına... ‘Piyasa yapılan’ kalburüstü caddesinden paralı otobanına... Özel okulundan akıllı binasına... TV programından 23 Nisan kutlamalarına, eski-demode orta sınıflarla aynı toplumsal mekanları paylaşmaya başladılar. “Yaşam tarzımıza müdahale edecekler” yaygarası, tam da buradan kaynaklanıyor. Çünkü alışageldikleri, sahiplendikleri, sosyalleştikleri ortamlarda, kendilerine pek benzemeyen insanlarla karşılaşıyorlar.
Ve onlardan nefret ediyorlar.
Sabah, 31 Mayıs 2007
|
Emre AKÖZ
01.06.2007
|
|
|
Darbe yapmak milleti esir almaktır! |
Türk Ordusu’nun “Peygamber ocağı” olduğunu söylemek doğru mu? Bu söylem onların her türlü eylemlerini, askeri darbelerini, ülkede siyaseti şekillendirmelerini dindarlar nezdinde meşru göstermekten başka işe yaramıyor.
Kaldı ki hem Türk Ordusu “peygamber ocağı” gibi davranmıyor, hem de öyle olmadıklarını zaten çeşitli biçimlerde, açık ya da kapalı biçimlerde ifade ediyorlar. TSK’da TSK’yı peygamber ocağı gibi kabul edenler olabilir. Ama bilmiyorum onlar, TSK’nın hangi icraatına bakarak bu kavrama ulaşıyorlar! TSK’nın peygamber ocağı olmadığını dile getiriyorlar. Onlar “peygamberin değil Atatürk’ün Mehmetçiği” olduklarını söylüyorlar. Doğru söylüyorlar... İnkâr etmiyorlar. Ne iseler onu ifade ediyorlar...
İstiklal Marşı’nın Mehmet Akif Ersoy tarafından yazılmasından bile rahatsızlık duyacak kadar bu kimlikten uzak olduklarını zaman beyan ediyorlar. Onun için, onlar kendilerini nasıl tanımlıyorsa bizim de öyle tanımlayıp öyle kabul etmemiz gerekmez mi? Değilse bu durum bir Kürd’e “Hayır sen Türksün” demek gibi bir şey. Ha.. OIması gerekeni söylüyoruz diyorsanız, bunu söylemenin size hiç bir faydası olmadığını da bilmeniz için TSK daha ne yapsın. Aslında bu konu tatsız. Tıpkı üçüncü dünya ülkelerinde orduların rolleri konusu gibi tatsız, hatta oldukça acıklı bir konu. Kim söylemişti, şimdi hatırlamıyorum, ama “Üçüncü dünya ülkelerinin kaderi kendi ordularına esir olmaktır” denilmişti. Bunu nasıl yapıyorlar... İçe dönük olarak yapılanarak. Ve gerekli gördüklerinde darbe yaparak. O halde şunu soramaz mıyız: Her bir askeri darbe aslında milletin kendi askeri tarafından esir alınması anlamına gelmez mi? Gelir...
Bu tür orduların asli görevleri kendi toplumlarını kontrol altında tutmaktan daha ötede değildir. Mümkün olduğunca sivil araçlarla kontrol etmek peşindedirler. Ama bunlarla kontrol edemeyeceklerini anladıkları zaman tankların motorlarını çalıştırıp onlarla caddelere çıkarlar. Yönetime el koyduklarını söylerler. Böylece ülke bir anda yarı açık bir cezaevi haline geliverir. Dünya’da iki çeşit ordu var. Savaşan ordular, ve kendi halklarını kontrol etmek için kurulan ordular. İngiliz ve Amerikan ordularını savaşan ordular olarak, Türkiye ve Cezayir ordularını ise kendi milletlerini kontrol eden ordulara örnek gösterebiliriz.
Atatürk’ün ordusu bugüne kadar bir kere savaştı. Bknz. Kıbrıs Barış Harekâtı! Ama kaç defa hükümet darbesi yaptı, muhtıralar verdi, başbakanlar astı. Darbe yapmak savaşmaktan daha kolay olmalı! Benim asıl şaşırdığım nokta şu: Bu kadar güçlü bir ordu neden PKK belası ile baş edememektedir, ya da etmemektedir, anlamakta güçlük çekiyorum!
Bugün, 31 Mayıs 2007
|
Nuh GÖNÜLTAŞ
01.06.2007
|
|
|
Darbeye ‘gerek’ var mı? |
Son haftalarda meydana gelen tuhaf siyasi gelişmeler serisinin fiili bir darbeyle sonuçlanma ihtimalinden söz ediliyor. Bu ihtimalin gerçeklik derecesini bilemem, ama darbe olsa da olmasa da Türkiye siyasetinde işlerin seyri zaten her zaman bir ölçüde tuhaftır. Bu tuhaflığın sırrı, Türkiye’nin iktidar elitinin ‘rejim’ rumuzuyla özetlediği yapının kendisinde saklıdır.
Onların ‘rejim’ dedikleri şeyin aslı ‘yarı-demokrasi’ modelinin bir örneğidir. Bir ‘yarı-demokrasi’yi ayırt eden özellik, orada seçimlerin olağan bir demokrasideki işlevini görmemesidir. Seçimden çıkan çoğunluk kamu politikalarını belirleyemez. Bu sistemlerde, demokratik mekanizmaların ilşlemediği, bürokratik seçkinler için ayrılmış dokunulmaz bir alan vardır. Başka bir anlatımla, bu mahfuz alana seçilmiş çoğunluk karışamaz. Buna kısaca, ‘çoğunluğun yönetme hakkı’nın tanınmaması da diyebiliriz.
Dolayısıyla, böyle bir sistemde çoğu zaman darbeye ihtiyaç yoktur. Çünkü, sistem ‘normal’ zamanlarında bile hem kısmi bir askeri vesayet altında işler hem de zaten sistemin (‘rejim’in) hassas noktalarına demokratik mekanizmalar marifetiyle dokunulamayacağı garanti edilmiştir. Seçilmiş iktidarlar daha tali konularda karar alabilir, ama söz konusu korunaklı devlet alanına giremezler. Bu modelin ayrıntıları, her ülkenin özel şartlarına göre değişkenlik gösterebilir. Bu çerçevede, Türkiye’deki yarı-demokrasiyi mümkün kılan bize özgü şartların başında devletin ideolojik karakteri gelmektedir. Çünkü, Türkiye’de devlet ideolojisi demokratik siyasal süreci kontrol veya gözetim altında tutmak isteyen bürokratik seçkinler için bir meşruluk dayanağı oluşturmaktadır. Bu nokta, Türkiye’nin yarı-demokrasisini Latin-Amerika ve Üçüncü Dünyadaki birçok benzerinden bir ölçüde ayırmaktadır.
Öte yandan, Türkiye’de silahlı kuvvetlerin devlet ideolojisinin doğal muhafızı sayılması söz konusu ‘bize-özgü’lüğü daha da pekiştirmektedir. Esasen, Türkiye’de profesyonel subayların hatırı sayılır bir kısmı—ve onların ‘sivil’ benzerleri—silahlı kuvvetlerin ‘yurt savunması’ndan önce resmî ideolojinin bekçisi olduğunu düşünmektedirler. Ayrıca, Türkiye’de silahlı kuvvetlerin toplumsal sınıf benzeri bir ‘zümre’ özelliği göstermesi de hem siyasi sistemi gözetim akltında tutmayı kendisi için hayati hale getirmekte, hem de onun demokratik sürece kuşkuyla bakmasını teşvik etmektedir. Esasen, bir devlet ideolojisinin varlığının kendi başına (onun dogmatik, kapalı veya totalci olup olmamasından bağımsız olarak) özgürlük ve çoğulculuk karşıtı bir durum olduğu açıktır. Resmi ideoloji kamu alanında ve siyasette başka ideolojilere hayat hakkı tanımaz. Hatta, sistemin totaliterliği ölçüsünde, özel hayat alanında ve sivil toplumda da ideolojik çeşitlilik ve çoğulculuk baskı altına alınır. Burada mesele, resmi ideolojnin ‘iyi’ veya ‘kötü’ olması değildir; mesele bir tek ideolojinin devlet faaliyetine egemen olması ve onun devletin başlıca meşruluk dayanaklarından biri durumunda bulunmasıdır. Kısaca, Türkiye’de demokratik siyasal sürecin askeri darbelerle sık sık kesintiye uğratılmasının, parlamento ve hükümetin daimi bir gözetim, hatta vesayet altında tutulmasının, silahlı kuvvetlerin parlamento tarafından bile doğru-dürüst denetlememesinin, bazı temel siyasetlerin demokratik karar-alma ve denetim mekanizmalarından muaf tutulabilmesinin, kamu hizmetine ve siyasete giriş hakkı bakmından yurttaşlar arasında ayrım yapılmasının, hukukun bir güvenceler sistemi olmaktan çıkıp devletin bir ‘ideolojik aygıtı’ haline dönüşmesinin, yargının tarafsız olmamasının ve bürokratik iktidardan yana işlemesinin, insan hakları ihlallerinin olağanlaşmasının ve daha bir çok benzerlerinin birinci nedeni resmi ideolojinin varlığıdır. Böyle bir sistemde darbeye ne gerek var?
Star, 31 Mayıs 2007
|
Mustafa ERDOĞAN
01.06.2007
|
|
|
Kayıp yıllar |
Anavatan Partisi bu hafta sonu Demokrat Parti’ye katılacak. ANAP, 24 yıllık ömrünü kendi isteğiyle noktalayacak. Özal’ın ANAP’ı, 12 Eylül’ün siyaset sahnesindeki son kalıntısıydı.
Askerin kurdurduğu MDP, daha ilk seçimde devrilip gitmişti.
Halkçı Parti, girdiği ilk seçimden 2 yıl sonra yeni bir partiye dönüşmüştü.
ANAP, iktidar olduğu için daha uzun direnebildi. Ama sonunda o da, yetiştirildiği seradan taşınıp toprağa karışıyor. Anayasasıyla, yasalarıyla hukuken yaşayan 12 Eylül, siyaseten son nefesini veriyor.
* * *
Yerine gelen tabloya bakalım:
Önümüzdeki seçimde Meclis’e girmesi beklenen partiler, 12 Eylül’ün sildiği manzarayı yeniden tarih sahnesine taşıyor:
Kapatılan CHP ve MHP aynı isimlerle varlığını sürdürüyor. Son müdahalede kapatılan AP, ilk müdahalede kapatılan DP’nin adıyla dönüyor siyasete...
AKP ise, kapatılan MSP’nin kalıntıları üzerinde yükseliyor. Darbenin devirdiği Başbakan, daha sonra Cumhurbaşkanı oldu.
Darbenin hapsettiği muhalefet lideri Başbakanlık koltuğuna oturdu.
Dünya darbeler tarihine geçecek, ibretlik bir sicildir bu...
* * *
Siyaset “normale” döndü. Ama biz çeyrek asır kaybettik.(...)
Milliyet, 31 Mayıs 2007
|
Can DÜNDAR
01.06.2007
|
|
|
|