Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Demokrasiyi sınırlama ittifakı

Uluslararası Basın Enstitüsü, 56’ncı dünya kongresinin kapanışında konuşan Başbakan Erdoğan’ı dikkatle dinledim.

Başbakan, ’301’in ilk başta Avrupa Birliği ve Türkiye’deki basın örgütlerinin onayını aldığını ancak daha sonra uygulamalar ortaya çıkınca 301’e eleştiriler gelmeye başladığını’ söyledi.

Bu açıklama, karşısındaki grubu ikna etmedi.

Çünkü IPI Yönetim Kurulu üç yıl önce İstanbul’daki toplantısında Başbakan’ı Sepetçiler Kasrı’nda dinlemişti.

Ve o gün, TCK değişikliğinde bazı maddelerin basın özürlüğünü tehdit edeceği kendisine söylenmiş, bunlar arasında 301 özellikle telâffuz edilmişti.

Başbakanın yanıtı “Uygulamayı görelim, dediğiniz gibi olursa değiştiririz” olmuştu.

Oysa salı günü, hiç bunlar olmamış, kendisi herhangi bir taahhütte bulunmamış gibi 301’in hâlâ orada duruyor olmasında hiçbir sorumluluk almaya yanaşmayan bir tavır içindeydi Başbakan.

“Sivil toplum örgütleri bu konuda ortak bir tavır oluşturamadılar” dedi. Sorumlu olarak sivil toplumu işaret etti.

Son üç yıl içinde Başbakan’ın 301’i değiştirmek için düğmeye bastığı haberlerini hem çok okudum, hem de, tanığı olduğum bu açıklamalarının haberlerini yaptım. Yani ne kadar söz verip ne kadar sözünde durmadığını iyi biliyorum.

Bir çırpıda anayasada değişiklik yaptıran bir başbakanın, basın ve ifade özgürlüğü üzerindeki engelleri kaldırma konusundaki zorluğu kabul edilebilir bir gerekçe mi? 301 konusunda onu ilk kez dinlemeyen bütün IPI üyesi gazeteciler de kabul edemediler zaten.

Ne yazık ki bugün iktidar ile muhalefet arasında demokrasinin “sınırları” konusunda tam bir uzlaşma var.

Basın ve ifade özgürlüğü AKP’nin umurunda değil, peki CHP’nin derdi mi?(...)

Hürriyet, 18 Mayıs 2007

Ferai TINÇ

19.05.2007


 

Organize çekirdek ile Türkan Saylan!

Dünkü yazım, acaba mitinglerin arkasında organize çekirdek güçler var mı sorusuyla ilgiliydi.

Bir tehlikeye işaret etmiştim.

Böyle bir ‘çekirdek güç’, büyük kalabalıkları gerektiğinde demokrasi karşıtı maceracı hareketlerin kitle tabanı olarak kullanmayı kafasına koymuş olabilirdi.

Dikkat çekici bir nokta var.

Mitingler İzmir’le birlikte, yani tam zirvedeyken kesildi.

Neden devam edilmedi?

Ne düşünüldü?

Mitinglere devam edilir de, heyecan ve coşku inişe geçerse, ilerisi için ya da gelecek tertipleri konusunda iyi olmaz diye düşünülmüş olabilirdi.

Eğer öyleyse, çekirdek güç açısından akıllıca bir taktikti, işi tepe noktasında kesmek...

Belki bu sayede, yarın—veya seçim sonrası—yine “Laiklik elden gidiyor!” avazeleriyle düğmeye basıldığında, bunun için muhtıralar yayınlandığında, meydanlar yine İzmir’deki gibi dolabilirdi.

Üstelik gerekiyorsa, böylesine coşku ve heyecan ortamında tank sesiyle uyanmak da gündeme, 12 Eylül’den daha büyük bir kitle desteği ile daha kolay gelebilirdi.

Organize çekirdek başlıklı dünkü yazımı yazarken aklımdan geçen bunlardı.

İlginç bir nokta da şuydu:

Miting organizasyonlarında adı en ön sıralardaki Prof. Dr. Türkan Saylan, mitinglerin 19 Mayıs’ta Samsun’la devam etmesini savunmuş, fakat anlaşılan kısa adı ADD olan Atatürkçü Düşünce Derneği’yle ters düşmüştü. Çünkü miting organizasyonlarının başını çeken ADD, şimdilik kaydıyla frene bastı.

ADD’nin Başkanlığını, ‘2003-2004 darbe tertipleri’nde adı özellikle geçen emekli Jandarma Komutanı Orgeneral Şener Eruygur yapıyor.

Eruygur Paşa, miting kürsülerde hiç gözükmedi, arka planda kalmayı tercih etti. Kim bilir belki de, Nokta’nın kapatılmasına yol açan darbe tertipleri ile ilgili yayınlarda adı geçtiği geçtiği için miting kürsülerinde gözükmedi.

Eruygur Paşa’nın yerine, onunla aynı görüşleri paylaştığı belli olan ADD Başkan yardımcısı (ve CHP milletvekili aday adayı) Prof. Dr. Nur Serter mitinglerde sahne aldı.

Buna karşılık Prof. Dr. Türkan Saylan’ın İzmir mitinginde kürsüye çıkıp konuşma yapmasına izin verilmedi.

Neden?

Prof. Saylan, İzmir öncesi mitinglerde darbe sözcüğünü de ağzına aldığı, “Darbeye de karşıyız!” dediği için mi?

Bilemiyorum.

Oysa, Prof. Türkan Saylan hem asker müdahalesini savunan, hem de mitinglere asker katkısını saklamayan bir kişi...

Kendisine soruluyor:

“Cumhuriyet mitinglerinden önce medyaya, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sivil toplum kuruluşları eliyle halkı meydanlara döküp darbe ortamı hazırlamayı amaçladığı yönünde belgeler yansıdı biliyorsunuz. Dönemin kuvvet komutanlarından Şener Eruygur da şu an mitinglerin başını çeken ADD’nin Başkanı. Bunlar zihninize bir soru işareti düşürdü mü?”

Prof. Saylan:

“Asla! Herkes bir görev yapar, ayrılınca vatandaştır. Biz Şener Paşa’yı herhangi bir asker olarak görmüyoruz. Doktor da olabilirdi. Darbeyle ilgili hiçbir açıklık yok. Zaten biz bağırdık ‘darbeye karşıyız’ diye.”

Soru:

“Daha sonra da muhtıra için ‘iyi oldu’ dediniz ama...”

Prof. Saylan:

“Onu muhtıra olarak görmüyorum. Bu ordunun bir görevidir kardeşim.”

Soru:

“Yurt içinde ve dışında herkes muhtıra olarak değerlendirdi ama...”

Prof. Saylan:

“Bu bir uyarıydı. Siz istediğinizi söyleyin. Orduya karşı olanlar, özellikle AKP, Avrupa Birliği’ne sürekli olarak, ‘Ordudan bizi kurtarın, Genelkurmay baskı yapıyor’ diyor. Bizim ordumuz bir yandan savaşır, sınırlarımızı korur. Bir yandan cumhuriyeti ve laik düzeni korur. Bir yandan da sivil toplum örgütü gibi çalışır. Ben askerin açıklamasını muhtıra olarak değil, bir katkı olarak görüyorum.”

Soru:

“Neye katkı?..”

Prof. Türkan Saylan:

“İnsanların meydanlara toplanmalarına bir nevi katkı yapmıştır. Birçok insanın uyanmasına neden oldu.” (Star gazetesi, Fadime Özkan’ın röportajı, 15 Mayıs 07, s.11)

Demokrasiyle uzaktan yakından ilişkisi olmayan görüşler...

Olabilir.

İlginç olan bir başka nokta, bu görüşlerin sahibi Prof. Türkan Saylan’ın da İzmir mitinginde konuşturulmaması...

Neden?

Darbeye de karşı olduğunu söylediği için mi?

Organize çekirdek mi?

‘Organize çekirdek güçler’e dikkat etmeye devam edin...

Milliyet, 18 Mayıs 2007

Hasan CEMAL

19.05.2007


 

CHP 77 yıl önce de böyleydi

CHP’nin ve Baykal’ın cumhurbaşkanını halkın seçmesine karşı çıkması, iktidarı ve siyasi partileri ‘devletin kurumları’yla kavga etmemeye çağırarak ‘devletin sesi’ olmaya çalışması ve orduyu bir sivil toplum örgütü zannetmesi, demokrasi açısından yanlış olsa bile, kendi siyasi geleneği açısından tutarlıdır.

1930’da da CHP devletçi elitin partisiydi. Bu yüzden o zaman da bugünkü gibi halktan, yani dezavantajlı çoğunluktan korkuyordu. Serbest Fırka kurulduğunda da korkmuştu. Çünkü, sahip olduğu maddi ‘kazanımları’n bağlı olduğu iktidarı kaybetmek istemiyordu. Ama bunu bu açıklıkla dile getiremediğinden, bu partinin irticaya taviz verdiği propagandasını yapıyordu.

Oysa, irticaya taviz verdiğini iddia ettikleri parti bizzat Mustafa Kemal tarafından en yakınında bulunan Fethi Okyar, Nuri Conker ve kızkardeşi Makbule (Atadan) Hanım gibi kişilere kurdurulmuştu. Hatta Fethi Bey, Terakkiperver’cilerin başına gelenleri bildiğinden ve CHP’yi tanıdığından işi baştan sıkı tutarak partiye ‘mürteci’ vatandaşları kabul etmemiş, ‘Şark vilayetleri’nde örgütlenmemiş ve partiye girenlerden de milliyetçi ve laik olduklarına dair belge almıştı. Hatta çokları bilmez, partisinin resmî adı da ‘Serbest Layik Cumhuriyet Fırkası’ idi.

Fırka’nın kuruluşundan kısa bir süre sonra katıldığı yerel seçimler, sandık başlarında oy vermeye çalışan halk ile ne pahasına olursa olsun Halk Partisi’ni kazandırmaya çalışan görevliler arasındaki bitmek bilmez mücadelelere sahne olmuştu. O yıllarda ‘açık oy gizli sayım’ olduğundan, elinde Serbest Fırka pusulasıyla gelenlerin isimleri bir türlü ‘listede bulunamıyor’, CHP’lilerinki ise hemencecik bulunuyordu. Fethi Okyar konuyu Meclis’e taşıdığında cevaben söz alan CHP İzmir milletvekili Vasıf Bey Serbestçiler’in oy vermeye gelen ‘erbab-ı haysiyet’i engellemeye çalıştığını belirterek ve şöyle diyordu:

‘Karantine mıntıkasına gittim. Orada sizi temin ederim üzerinde kravat ve yakalık olmayan, ayağında kundurası bile bulunmayan bir grubun mütemadiyen bağırdığını gördüm. Tanıdığımız bir çok ailelere haber verdik, niçin reyinizi [oyunuzu] kullanmıyorsunuz dedik. İnsaf ediniz, dediler, o şahısların, grupların arasında saatlerce bekleyip rey verebilir miyiz? Şahsiyetimiz, şeref ve haysiyetimiz buna manidir’ (TBMM Tutanakları D.3 XXII: 25).

CHP’lilere göre Serbest Fırka’ya destek verenler şeriatçılar, komünistler, gayrimüslimler, ‘dönme’ler ve diğer ‘kötüler’di. Meydanları dolduranlar ise ayak takımı. 8 Eylül 1930 tarihli Milliyet’e göre, Fethi Bey’in nutkunu dinlemeye gelenlerin ‘hepsi amele, seyyar esnaf, şöför, arabacı, denizci idi. Nutku bihakkın anlayanlar azdı’. CHP Denizli milletvekili Haydar Rüştü ise, 26 Eylül 1930 tarihli Anadolu Gazetesinde, az da olsa ‘karnı tok’ olanlardan da bu partiyi destekleyenleri gördüğünde şaşırdığını itiraf ediyordu:

‘Bugün muhalefet yapan, tenkit eden, ağzına geleni ölçüsüz ve tartısız bir surette savunan insanların içinde en ziyade nazarı dikkatimi celbeden bir şey, karnı tok, sırtı pek olanlardan bazı zevatın da bu gayri memnunlar zümresine karışmış olmasıdır.’

Siyaseti sosyal, ekonomik ve tarihi ilişkilerin yapısına bakmadan anlamaya çalışanlar, sadece siyasi aktörlerin kişiliğiyle açıklamaya çalışanlar onu anlayamazlar. Sorunu Baykal veya Erdoğan sorunu zannederler.

Oysa, bugünkü siyasi aktörlerin isimlerini koyarak 1930’u yeniden okuyun. Çok az şeyin değiştiğini göreceksiniz.

Star, 18 Mayıs 2007

Berat ÖZİPEK

19.05.2007


 

‘Halk seçerse bölünürüz’

Cumhurbaşkanlığı seçiminin biçimi, Cumhuriyet’in başından beri çok fazla değişmemiştir: bunun doğrudan bir seçim olmaması, başından beri titizlikle korunan ilkedir:

Eskiden seçimlerde de bir ‘iki dereceli’lik kuralı uygulanırdı. Seçmen, doğrudan, milletvekilini değil, onun adına milletvekilini seçecek kişiyi seçerdi.

Nedir bunlar? Neye dayanıyor? ‘Ok’lardan birinin adı ‘halkçılık’ olsa da, halka güvenmeyen, halkın da kendisine derin bir sevgi duymadığını iyi bilen bir ‘siyasi seçkinler’ kadrosunun, siyasette güvenlik arayışı bunlar ve kendisiyle halk arasına daha güvenilir mekanizmalar yerleştirme kaygısına dayanıyor.

Türkiye gibi, otokratik eğilimlerin toplumun her yerinde enine boyuna kol gezdiği bir toplumda, ‘başkanlık sistemi’ gibi bir sistem bana biraz ürkütücü görünmüştür. Ama bunun yanında bir etken daha var: böylece oluşan ‘parlamenter sistem’de Başbakan önem kazandığı için, ‘Devlet’in simgesi’ olmanın ötesinde fazla işlevi olmayan cumhurbaşkanının nasıl seçileceği bana hayati bir konu gibi görünmüyordu. ‘Şimdiye kadar olduğu gibi, sayısı yeten seçer’ diyordum.

İlkin 12 Eylül ve 1982 Anayasası bu durumu değiştirdi. Cumhurbaşkanı, sorumlu olmadan bir yığın yetkiyle donandı. Kenan Evren adında biri bu yetkileri yıllarca kullandı. Şimdi, AKP’den bir cumhurbaşkanı çıkması ihtimali karşısında aslan kesilen zevat, bu ağır faşizan dönemde, Evren’in ardı arkası kesilmeyen faşizan konuşmalarına karşı bir gün ağzını açıp bir şey söylemedi.(...)

Böylece son duruma geldik. Burada AKP’ye cumhurbaşkanı seçtirmemek üzere bir araya gelen cephe, bu cephenin söyledikleri ve yaptıkları, özellikle hukuk alanında bu ülkenin demokratikleşmesine verdikleri uzun vadeli zarar, dayanılmaz boyutlara erişti. Burada, daha cumhurbaşkanının nasıl seçileceği konusuna gelmeden, halkın oyu, seçimi vb. karşısında öyle tavırlar alındı ki, böyle bir konuyu da, herhangi bir konuyu da, serinkanlılıkla tartışmak, imkân dışı bir hale geldi.

Ama bu noktada, sürecin bu aşamasında, Deniz Baykal’ın bir sözünün üstünde biraz durmak gerekiyor. Deniz Baykal, cumhurbaşkanını doğrudan halk seçerse bölüneceğimizi söyledi.

Bu bakış açısına göre, demek ki:

1) En büyük tehlike halktır.

2) Cumhuriyet, kuruluşundan neredeyse 90 yıl sonra, ancak üzerine ‘kırılacak eşya’ yazılı bir kutuda taşınabilecek kadar dayanıksız bir nesnedir. 90 yıl sonra, bu toplumun ortak paydalarını bulamamıştır.

Bunlar, Baykal’ın kendi adına da, adına konuştuğu cephe adına da, böyle uluorta itiraf edilecek şeyler olmamalı. Özellikle o cephe adına söylüyorsa biri bunları, bu itirafın ezici ağırlığını da duymalı.(...)

Radikal, 18 Mayıs 2007

Murat BELGE

19.05.2007


 

Sadece seçim iş birliği

Nihayet CHP ile DSP seçimde ittifak yapmak için anlaştıklarını açıkladılar. Bu anlaşmanın “solda birlik” gibi büyük bir adı olamaz. Çünkü sadece bu seçime ilişkin bir iş birliği yapılacaktır.

Bilindiği kadarıyla iki parti arasında herhangi bir ilkesel tartışma, görüşme de yapılmamıştır. Örneğin partilerden biri olsun sendikacı, çalışan temsilcisi adaylar ya da solun değişik renklerini kucaklayacak bir seçim programı üzerinde durmamıştır.

İki partinin seçim ertesinde belli ilkeler üzerine koalisyon amaçladıklarına ilişkin herhangi bir bilgi de verilmemiştir. Sadece iki partinin anlaştığı açıklanmıştır. Buna göre 25-30 dolayında DSP’li CHP listelerinin seçilme ihtimali yüksek sıralarında aday olacaklardır.

Bu, basit ve sandalye hesabı üzerine kurulu bir seçim ittifakıdır. İki partinin böyle bir ittifaka gitmeleri de belli bir kamuoyu baskısı, son mitinglerde yapılan çağrılar dolayısıyla olmuştur.

***

DSP’nin tek başına seçime girmesi durumunda yüzde 2, en çok yüzde 3’lük bir oy oranıyla tarihin derinliklerine gitmesi kaçınılmazdı.

CHP için ise “solda ittifakı sağlayamadı” eleştirisinin sandıkta bir karşılığı olabilirdi.

Sosyal demokrat partiler arasındaki bir ittifakın AKP’ye iktidar seçeneği oluşturabileceğine inanan seçmen kesimi, DSP ile anlaşma sağlayamayan CHP’ye ceza verebilirdi.

Geçen seçim yüzde 19 oy almış olan CHP’nin yönetimi, bu seçimde DSP ile iş birliği sayesinde yüzde 20’nin üzerinde bir oranla ikinci parti olarak Meclis’e girip tekrar ana muhalefet partisi olursa onlardan mutlusu olmayacaktır.

***

CHP’nin de DSP’nin de “sol” ya da “sosyal demokrat” partiler olduğunu uzun süredir savunan kalmamıştır. CHP, genel başkanının ağzından yapılan açıklamalarla uzun süredir radikal milliyetçi, içe kapanmacı, yabancı ve Batı karşıtı, hatta düşmanı politikalar izleyen bir parti oldu. 301’inci madde gibi konularda AKP’den bile daha sağ siyasetler izlemekte, çizgi olarak radikal milliyetçiliğin geleneksel partisi MHP ile aynı paralelde durmaktadır.

DSP’nin Ecevit’in son dönemindeki “popülist” siyasetlerinin “sol” ile ilgisi bulunmadığı da bilinmektedir.

Sonuçta sokak milliyetçiliğine yakın “ulusalcı” politikalar izleyen bir parti ile “popülist” bir parti seçim hesabıyla ittifak yapmış olmaktadır.

***

(...)CHP’nin de DSP’nin de içinde “sol” nitelikli kişilerin bulunması bu iki partinin solcu olması için yeterli değildir. Bu iki partinin yaptığı ittifakın da “solda birlik” ile bir ilişkisi olmadığı gibi böyle bir gelişmeye katkıda bulunması da zordur.

Küçük seçim hesapları üzerine kurulmuş siyasetler, o partileri her zaman biraz daha küçültmüştür. CHP ile DSP’nin bu seçim ittifakının Türkiye’nin çok özel koşullarında gerçekleşmiş olmasının sonuçları ancak sandıklar açıldığında görülecektir.

Vatan, 18 Mayıs 2007

Okay GÖNENSİN

19.05.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004