Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 11 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

Olayların gerçek boyutu

Olayların âlemimizde öneminin artması ölçüsünde kesrette boğulma ihtimali artar. Özellikle de çapının geniş olduğunu vehmettiğimiz olaylar hayatımızı ve duygularımızı çok etkiler. Devlet meseleleri, uluslar arası ilişkiler bu anlamda hayatımızın çok önemli bir yerindedir. Afakî daire daha geniş ve daha önemli gibi algılanır. Oysa ferdin en önemli meseleleri enfüsî dairededir. Yani kendi iç âlemindedir. Bu anlamda varlığı anlamak ile kendini anlamak arasında çok sıkı bir bağlantı ve karşılıklı birbirini etkileme hali hep gözlenir.

Ferdin hayat ve sosyal düzen ile irtibatını belirleyen en önemli unsur kendini ve varlığı nasıl tanımladığıdır. Bu tanım ister istemez algı alanına sınırlı kalmakta ve insanlık âleminin genel bakışı da bu alanın dışına pek çıkmamaktadır. Olaylar sadece yakın bağlantıları ile değerlendirilir ve gözlenen etki alanı dışında herhangi bir anlam yüklenmez. Aslında her fert yaşadığı toplumun bir parçası olmakla birlikte kâinattaki genel sistemin de bir parçasıdır. Yani sonsuz gibi algılanan bir uzay boşluğu içinde ahenkle hareket eden gezegen ve yıldızların oluşturduğu düzen içinde o ahenge katılan dünyanın bir parçası olarak genel yapının bir parçasıdır. Sistemin ahenginin devamı için onun varlığı da gereklidir. Bu üst kimliğinin ise, pek çok zaman ya da hiçbir zaman farkında olmaz. Ferdin âleminde benliğini tanımlama alanı çoğunlukla yaşadığı şehir, biyolojik bağları olan insanlar, meslekî anlamda sosyal hayata katkıları gibi özelliklerle sınırlıdır. Bu bağlantılarda kendi dünyasında yeterli bulduğu bir konum elde edememişse değersizlik hissine kapılır. Bu alanlardaki önemli kayıplar dünyasında hayatın anlamsızlaşması sonucunu doğurur. Bu aslında hayatın anlamının sığdırılmaya çalışıldığı alanın darlığından kaynaklanmaktadır. Oysa en büyük problemler sistemin geneli içine yerleştirildiğinde çok küçülürler. Meselâ bir deprem veya genel bir felâketin mahvettiği alanı kâinatın genel yapısı içinde ele alalım ve dünyanın dışından nasıl göründüğünü hayalen algılamaya çalışalım. Bu olayın sistemin genel işleyişi ile irtibatlarını kurarak bu zeminde anlamlandırmak için gayret edelim. Bir anda en büyük olayların bile duygu dünyamızdaki etkilerinin ne kadar azaldığını ve değerlilik kavramının ne kadar farklı bir şekil aldığını göreceğiz.

Genellikle bakışımız olayların içinde sınırlı kalır ve olaylar bizi boğar. Çoğu zaman sonsuz bir boşlukta sür’atle hareket eden bir gezegenin yolcuları olduğumuzu ve uhrevî âlemlere mânâ hasıl etmek isteyen zaman ve mekân üstü bir yapının parçaları olduğumuzu unuturuz. Bu aslında olayların içinde boğulmak zaman ve mekânın darlığına hapsolmak ve kesrette boğulmak anlamına gelmektedir. Yakın zamanda yılbaşı ve yeni yılla ilgili değerlendirmeler yapılırken sadece yaşanan olaylarla sınırlı ve sistemin genel anlamından uzaklaşmış bakışlar bütün zaman ve mekânlarda küllî mânâlar hasıl etmek için ortaya konmuş muhteşem ahengin çok uzağında kalacaktır.

Modern hayat bizi boğuyor ve aslımızdan özümüzden uzaklara atıyor. Bu hayatın önümüze sunduğu şartlar içinde mânâlara uygun şekilde yaşama halimizi maksimuma çıkarmak kaderin önümüze koyduğu bu tabloyu en verimli şekilde değerlendirmek durumundayız. Bu anlamda sadece problemleri dile getirmek yerine, mevcut şartlar içinde en iyisinin ne olduğunu aramak şeklinde de çözüm ortaya koymak ve çıkış aramak gerekiyor. Bunu anlayabilmek için her fert kendini bütün içerisinde tanımlamak ve her olayın sistemin bütünüyle irtibatlı olan anlamını algılamak durumundadır. Aksi takdirde olaylar ve kesret hep boğucu olacak en sıkıntılı anlarda bile işleyen mânâya yönelik sistemin arka planındaki güzellikler görülemeyecektir. Zerre zerre, an an muhteşem bir dantela gibi dokunan kâinat çok küçük bir alandaki siyah olarak algılanan leke sebebiyle kişinin idrak dünyasına yansımayacak ve heba olacaktır. Belki de bütün sıkıntıların ve hayatın zaman zaman boğucu olarak algılanmasının arka planındaki gerçek sebep budur. Fiillerde olayların içinde yer alırken algılar ve duygularda olabildiğince teorik kalmak ve üstten bakabilmek olayların içinde boğulma sığlığını ortadan kaldırmak için bir çözüm yolu olabilir.

Son günlerde hem biz, hem de siyasetin acımasız çarkları arasında ezilen ve manen eziyet yaşayan dostlarımız için böyle bir bakışa daha fazla ihtiyaç olduğu gözüküyor. Rabbim bizleri kendini algıladığımız bir bakış ve benlik algısı içinde yaşatsın ve O’nun varlığını hissetmediğimiz bir an bile yaşatmasın inşallah. Bu aslında hangi konumda, makamda ve mekânda olursak olalım hayatımızın en temeline yerleşmesi gereken bir bakış açısı. Bu bakış bir nebi olan Hazret-i Yunus Aleyhisselâmın da kurtuluş reçetesidir.

11.05.2007


 

Seyyid Mehmet Şefik Arvasî (1884-1970)

Mehmet Şefik 1884 tarihinde Bitlis’in Hizan ilçesine bağlı Arvas Köyünde doğdu. Bu tarihlerde Bitlis ve çevresinde önemli simaların yetiştiği ve bölgede yetişen âlimlerin daha sonra önemli bir üne sahip oldukları bilinmektedir. Mehmet Şefik de erken yaşlardan itibaren eğitim görmeye başladı.

Bediüzzaman’ın ilk talebelerinden olup Van’daki Horhor Medresesi’nde ders aldı ve burada talebelik yaptı. Ancak, bunun dışındaki eğitimi kimlerden ve ne şekilde aldığı hakkında ayrıntılı bilgi yoktur. Gerek Horhor’da gördüğü eğitim ve gerekse öncesinden aldığı ders ve eğitimle iyi bir birikime sahip olduğu, özellikle Arapça’ya vukufiyetinin çok iyi olduğu tercümelerinden anlaşılmaktadır.

Bediüzzaman’ın ilk talebelerinden olan Mehmet Şefik, Horhor Medresesi’nde ders görmekte iken, henüz Birinci Dünya Savaşı başlamamıştı. Talebelerine ders veren Bediüzzaman; “maddî ve mânevî” büyük zelzelenin yaklaştığını haber verirken; Mehmed Sadık, Sabri, Mehmed Mihri ve Hamza adlı talebeleri ile birlikte bu söylenen sözlere Mehmed Şefik de şahitlik etmiştir. “Evet, Üstadımız mükerreren Birinci Harb-i Umumîden evvel çok defa bize ulûm-ı Arabiyeyi ders verdiği zaman bize kat’î bir tarzda ‘Büyük ve umumî bir zelzele yaklaşıyor, hazırlanınız. O zaman herkes benim gibi mücerretlere gıpta edecek’ diye söylüyorlardı. Pek az zamanda, onun mükerreren verdiği haber aynen çıktı. Horhor’daki eski talebeleri namına…” (Emirdağ Lâhikası, s. 325).

Seyyid Şefik, büyük bir ihtimalle bir süre Horhor Medresesi’nde eğitim gördükten sonra İstanbul’a gitti. Çünkü, İstanbul’a geldiği dönem Osmanlı dönemidir. İstanbul’a gelip yerleşince Fatih Medresesi’nin Sahn kısmı için yapılan imtihana katıldı. Bu imtihana katılım çok yüksek olup sekiz yüz kişi müracaatta bulundu. Ancak, bunların içinde sadece sekiz kişi başarılı olabildi. Mehmed Şefik bu sekiz kişi arasına girmeyi başardı ve imtihanı kazandı.

Birinci Dünya Savaşı gibi büyük bir felâket ve sonrasında işgallere karşı verilen Kurtuluş Savaşı gibi büyük olaylar yaşandı. Yeni bir ülke kuruldu ve yeni gelişmeler birbirini takip etti. Bu arada birçok insanımız hayatını kaybedip şehitlik mertebesine yükseldi. Çoğu insanın yeri yurdu değişti. Akraba ve dostlar arasındaki irtibatlar koptu. Çok sayıda insan birbirinden habersiz hayatını devam ettirdi. Bütün bu büyük felâketlerden sonra Mehmet Şefik Bediüzzaman Hazretleri ile bağını koparmadığı gibi talebeliğini devam ettirdi.

Mehmed Şefik Arvasî de takibata uğrayan ve hapis yatanlardan birisi oldu. 1943 yılında tutuklandı. Tutuklandığı zaman İstanbul’da bulunmakta idi. Tutuklandıktan sonra, önce kırk bir gün gibi uzun bir süre İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde tutuldu. Ardından Denizli’ye nakledildi. Denizli Hapishanesi’nde Bediüzzaman Hazretleri ile birlikte (bir süre aynı koğuşta) dokuz ay tutuklu kaldı. Bu sürenin sonunda hakkında beraat kararı verildi. Soyadı Kanunu çıkınca Arvasi soyadını almak istemişti. Ancak, nüfus memuru bunu yazıya dökerken Arvasi yerine Eryuvası’nı yazmış ve bu şekilde soyadını almıştı. Denizli Hapishanesi’nden tahliye olurken de bir yanlışlık daha yapıldı. Mehmed Şefik adı yerine, kayıtlara ismi Mehmed Şerif olarak geçti (Necmeddin Şahiner; Son Şahitler, 1. C., s. 53).

Risâle-i Nurda ismi sıkça zikredilen simalardan biri olan Seyyid Şefik Arvasî, Bediüzzaman’a değişik vesilelerle mektup yazdı ve duygularını dile getirdi. Risâle-i Nurdan Otuz Üçüncü Söz eline geçince Üstadına hitaben; “ Şifahane-i kalbinizden tulû eden ‘Otuz Üçüncü Söz’ünüzle otuz üç cihetten marîz olan kalb-i mecruhumuzu tedavi buyurmanızı bilhassa istirham eylerim.” (Barla Lâhikası, s. 41) demek suretiyle samimî hislerini ifade etti.

Seyyid Şefik’e “kahraman” diye hitap eden Bediüzzaman, bu talebesinin İstanbul’daki duruşunu şöyle överek nakletmektedir: “ … Şimdi bizimle uğraşan ve Abdülbâki ve Abdülhakîm ve Hacı Süleyman’ı nefyeden ve Yeşil Şemsi’yi tahliyeden sonra burada durduran adamlar, elbette Hâfız Mehmed ve Seyyid Şefik gibi salâbet-i diniyeleri ile ve onların ölmüş reislerine ve suretine baş eğmemesiyle ve ilhad ve bid’alara taraftarlıklarını göstermemesiyle beraber, serbest bırakmamak ihtimalini de, hem Risâle-i Nur’un tesettür perdesinden çıkıp gayet büyük ve umumî bir meselede kendi kendine merkezlerinde mübarezesi zamanında şakirtlerini arkasında bulmak ve kaçmamakla sarsılmaz ve mağlûp olmaz bir hakikata bağlandıklarını mütereddit ve mütehayyir ehl-i imana göstermesi gayet lüzumlu olduğunu dahi nazarınıza…” (Şuâlar s. 289).

Talebelerine Risâle-i Nur nüshalarını gönderen Bediüzzaman, bu nüshaların çoğaltılması ve özellikle Arabi ibareler hususunda Seyyid Şefik’ten istifade etmelerini tavsiye ediyordu. Hem yazım, hem de tashih hususunda talebelerini ikaz ederek; “… Hattı güzel bir zatı bulup size, kendinize istinsah etsen çok iyi olur. Fakat tashihine dikkat edilsin. Bir iki defa, kardeşim Seyyid Şefik’in muavenetiyle mukabele edilsin... İki Risâleyi Seyyid Şefik’in taht-ı nezaretinde tashihine gayet dikkat etmek şartıyla çabuk tab ediniz…” (Barla Lâhikası, s. 131) demektedir. Bir ara irtibatın koptuğu, Bediüzzaman Hazretlerinin bir mektubundaki; “Hapishanede, Risâle-i Nur’un son kâtibi kahraman Şefik acaba sağ mıdır? Nerededir? Merak ediyorum. Halil İbrahim’den sorunuz.” (Kastamonu L. 93) ifadesinden anlaşılmaktadır.

Seyyid Mehmet Şefik İstanbul’da bulunduğu uzun zaman zarfında muhtelif görevlerde bulundu. İstanbul Müftülüğü Mushafları Tedkik Heyeti Reisliği, Sultan Ahmed Camisi Başimamlığı, Eyüp Camisi’nde vaizlik gibi hizmetleri ifa etti. Sultan Ahmed Camisi Başimamlığını vefatına kadar devam ettirdi. Kaleme aldığı, “Peygamber Efendimizden Hutbeler ve Sohbetler” adlı eseri neşredildi. Çok sayıda kişiye hocalık yaptı.

İstanbul’da bulunurken Eyüp Sultan’da ikamet etti. 13 Mart 1970 tarihinde yine İstanbul’da vefat etti. Vefatından altı ay önce doktor olan oğlunun bir trafik kazası neticesi vefat haberini alırken büyük bir metanet ve tevekkül örneği sergiledi.

11.05.2007


 

İslâm dünyasının yarını - I

20. yüzyılın ikinci yarısında dünyanın çeşitli yerlerinde ve özellikle İslâm coğrafyasının birçok bölgesindeki savaş, zulüm, çeşitli haksızlık ve antidemokratik uygulamalar Müslüman dünyasını önemli bir gerçekle karşı karşıya getirmiştir. Binlerce sivilin hayatını kaybettiği, çocukların yetim kaldığı, vahşetin ve şiddetin doruğa tırmandığı bu bölgelerde, Batı dünyası veya diğer dünya devletleri, yaşanan insanlık dramına ya hiç tepki göstermemiş, ya da çok geç tepki göstermiş ve gereken tedbirlerin alınması konusunda ağır davranmıştır.

Adeta bütün bu yapılanlara İnsanlık âleminin ekseriyeti maalesef seyirci kalmıştır. Bu sebeple, bütün dünyanın üstlenmesi gereken yeni bir sorumluluk alanı ortaya çıkmış ve yeni arayışlar başlamıştır. Başta bütün dünya Müslümanlarının olmak üzere bütün insanların haklarının korunması, ihtiyaçlarının gözetilmesi, herkesten önce Müslümanların, daha sonra da elbette insanlığın sorumluluğudur. Bu konuda İslâm dünyasının, bugün yaşadığı kısır tartışma ve çoğu yapay sorunlarını bir kenara bırakarak tarihin ve İslâmiyetin kendisine yüklediği bu sorumlulukta son derece aktif rol alması gerekmektedir. İslâmiyetin temeli olan anlayış, uzlaşma, hürriyet ve demokrasiden yana çözüm yolları insanlığın ortak yararına sunulmalıdır.

Bediüzzaman; “Evet, büsbütün ümitsiz değilim. Dünya büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sârî illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş batıl formülleriyle mi? Yoksa İslâmın ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum” ve “İnşallah, istikbaldeki İslâmiyet’in kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumiyi de temin edecek” diyerek 21. yüzyıla ışık tutmaktadır. İnsanlığın ciddî anlamda arayışlara girdiği bu son 150 yılla ilgili mevcut durum, medeniyetlerin karşılaştırılması ve İslâmiyetin yarınıyla ilgili Bediüzzaman’ın engin görüşlerini ve müjdelerini yazmaya bu çalışmanın ne muhtevasının ve ne de süresinin yeterli gelmeyeceğini de göz önüne alarak, insanlığın tekâmüle doğru gittiği günümüz ve yarınımızda, “İslâm dünyasının ve bütün dünyanın durumu nasıl olacaktır?” sorusuna cevap bulmaya çalışacağız.

I. BÖLÜM

1.1. 21. YY. DÜNYASININ DURUM ANALİZİ

1.1.1. AYDINLANMA ÇAĞINDAN

BUNALIM ÇAĞINA BATI DÜNYASI

Batılı medeniyet tarihçileri insanlık tarihini dört ana devrede incelemişlerdir:

Birinci devre: Antik Yunan uygarlığı ile başlayan, Roma İmparatorluğu ile devam eden devredir. Bu dönemde gelişen din anlayışında güçlülerin hâkimiyeti vurgulanmış, savaş “bütün iyilik ve kötülüklerin anası” olarak görülmüş, güçlünün haklı olduğu bir anlayış kabul edilmiştir. İnsanlar bu dönemde ya bir insanı tanrılaştırmışlar veya taştan, tahtadan vs. maddelerden insan şeklinde put yaparak o putlara tapmışlar; gök cisimlerini tanrı edinmişler; güneşe, aya ve yıldızlara tapmışlardır. Bundan dolayı bu dönem, pagan yani putperest bir devre olarak kabul edilmiştir.

İkinci devre: Hz. İsa ile başlayan ve 15. yüzyıla kadar süren devredir. Bu dönem Din Çağı olarak isimlendirilir. Milâdın ilk yıllarıyla birlikte Hıristiyanlığın bütün dünyada etkisini göstermesi, felsefenin ya da felsefi düşünme biçiminin de bu dinin etkisi altına girmesini kolaylaştırmıştır. Kilisenin de kurumsallaşarak gücünün farkına varmasıyla birlikte söz konusu düşünme biçimi kilisenin (dinin) bir aracı haline gelmiş; ancak aklı dinin doğrularına uyarladığını iddia eden kilise tarafından bu silâh biraz da insafsız kullanılmıştır. Bu dönemde din adamları din adına, devletten düşünceye, düşünceden bilime kadar her alanda nüfuz sahibi olmuşlardır. Ancak bu durum kendilerinin ve bu çağın sonunu hazırlamıştır.

Üçüncü devre: 15. yüzyıldan 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar süren bir devredir. Bu döneme Aydınlanma Çağı (Akıl / Bilim Çağı) denir. Rönesansla birlikte başlayan, “dinden bağımsızlaşan” bir süreç olarak algılanan ve Modernizm kavramının doğuşuna sebep olan bu dönem, Batıda modern meydan okumanın kök saldığı ve şekillendiği dönemdir. Birçok devletin yok edildiği, çoğu milletlerin köleleştirildiği ve topraklarının sömürgeleştirildiği bu dönemde; dinin doğrularıyla kilisenin doğrularının özdeşleştirilemeyeceği açık açık konuşulmaya başlanmıştır. Tanrının yerine aklın (rasyonalizm) konulduğu, bütün manevî değerlere savaş açıldığı, pozitivist ve materyalist anlayışın hakim olduğu bu modernist anlayışta, Kilisenin otoritesinin sarsılması için öncelikle bir araç olarak kullanılan felsefe, özgürlüğüne kavuşturulmuş ve ardından Kilise’nin din ve dinle ilgili bütün konulardaki anlayışı yerle bir edilmiştir. Ancak daha sonraları Modernizmin, vaad ettiği şeylerin bir türlü gerçekleşmemesi ve her şeyi çözebileceğine olan yanlış inancın somut olarak yalanlanması (sömürgecilik, kölelik, açlık, yoksulluk, çevre kirlenmesi, savaşlar, işgaller nükleer silâhlar, kimyasal atıklar vs. konularındaki çözümsüzlük), modern bilimin verilerinin kişisel politik tercihlerde kullanılması ve totaliter devletleri ayakta tutmaya yardım etmekle suçlanması, insanın var oluşunun mistik ve metafizik boyutlarıyla ilgilenmemesi, hatta görmezden gelmesi kendi sonunu getirmiş ve postmodernizmin ortaya çıkmasını sağlamıştır.

Dördüncü devre: 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayıp günümüze (21.yüzyıl) kadar süregelen devredir ki, bu devre Bunalım Çağı (Postmodernist Dönem) olarak adlandırılır. En geniş anlamıyla bunalım, belirsizlik demektir; bir başka deyişle, çağda ya da toplumda uygulanan veya uygulanmakta olan ilkelerin, akıl yürütme biçimlerinin hayatta ortaya çıkan olgular karşısında yetersiz kalması, onlardan kopması, kısaca artık işe yaramamasıdır. Bu bir tür kargaşa durumudur. Anlam yükleyemediğimiz olgu ve olaylarla karşı karşıya kalmaktır, iletişim bozukluklarıdır, şiddetin yaygınlaşmasıdır. Bunun anlamı, insanın şimdiye değin yapıp ettikleriyle, kendisini oluşturan sistemle bir tür hesaplaşmaya girmesidir. Postmodernizm terimi böylesi bir hesaplaşmada, yeni bir akılcılık biçimi olarak görülebilir. Bu, moderniteliğin akılcılığına bir tepki ve Pozitivizmin dışladığı alanları da kapsamına alacak biçimde genişletilmiş bir akılcılık biçimidir. Postmodernizm, modernizmin açmazlarına karşı bir savaşım ve hesaplaşmadır. Modern toplumun içine girmiş olduğu bunalım, postmodernizmin temelinde yer alan bir ön kabuldür.

İnsanlık, modernizm, aydınlanma çağı, postmodernizm derken Batı medeniyeti sayesinde bir “bunalım çağı” yaşamaktadır. Postmodernistlere göre Marksizm, liberalizm, hümanizm gibi insanî olgunluğun iftiharı sayılan ideolojik söylemlere karşı insanlar inançlarını kaybettiler. 1940’tan bu tarafa İkinci Dünya Harbi’nde yeni teknolojilerin devreye girmesi ve sivil hakları yok etmek için “son çözüm” olarak bu teknolojinin sistemli kullanılışı, adı geçen ideolojilere olan bağlılığı ve itimadı iyice sarstı. Artık hiç kimse, dünyanın hiçbir yerinde bu ideallere bağlı değildir; onlarla ilgilenmiyor.

Batı medeniyetinin temelini oluşturan dini bireyselleştirme ve onu hayattan soyutlama ve aklı tanrılaştırma gerçekten insanı bunaltmıştır. Bütünüyle mâneviyatı yok sayan bu anlayış, insanı kendinden koparmıştır. Çünkü insan fizikî olduğu kadar metafizik yönü de olan bir varlıktır. Bugün artık insanlık öyle bir duruma gelmiştir ki kendinden, yaptıklarından nefret eder olmuştur ve kendini büyük bir buhranın içinde bulmuştur. İnsan, artık kendini ve dünyayı sorgulamaya başlamıştır. İnsanlık arayış içindedir.

1.1.2. MAZİDEN MÜSTAKBELE İSLÂM DÜNYASI

Bediüzzaman Hazretleri ise, insanlık tarihini ve İslâm milletlerinin geçirdiği devirleri sosyolojik olarak iki ayrı sınıflandırmaya tâbî tutar.

Birincisi: İnsanlık tarihini beş devreye ayırır. Bunlar: Vahşet ve Bedeviyet Devri, Kölelik Devri, Esirlik Devri, Ecirlik Devri, Serbestiyet ve Malikiyet Devri.

Bu beş dönem ayrıntıları ile incelenmeyecektir. Ancak akıl, ilim ve fennin hükmettiği ve maddî manevî tüm değerlerin yeniden keşfedildiği, içinde bulunduğumuz 21. Yüzyılın Özgürlükler ve Mülkiyetler Dönemi olacağı ise açıktır.

İkincisi: İslâm dünyasının dönemlerini Bediüzzaman, klasik tarihçilerden farklı bir analize tâbî tutmuştur. Tarih bilimciler, insanlık tarihini, süreçler ve önemli olayları, köşe taşları olarak alıp, bir zaman çizelgesi halinde dönemlere ayırmışlardır. Oysa Bediüzzaman, bugüne kadar görülmemiş bir tarzda, İslâm dünyasının dönemlerini mazi ve müstakbel kavramları içerisinde, tarihi (zaman) açıdan değil, sosyolojik olarak, gelişmişlik ve refah düzeyini kıstas alarak belirlemiştir. Bu kıstasta, insanlığın bugüne kadar görmediği, şahit olmadığı ve yaşamadığı barış, huzur, sevgi ve mutluluğun en güzel şekilde yaşandığı Asr-ı Saadet dönemini, ulaşılması gereken İstikbal, yani Müslümanların gelecekte ulaşacakları ve zaman dilimi olarak geçmiş olsa da, aslında her zaman ulaşmayı hedeflediği bir gelecek olarak değerlendirmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, mazi teriminin kasıtlı olarak; dün, yani geçmiş zaman mânâsında değil, zamanı geçmiş, geri kalmış, insanlığın yaşamak istemeyeceği dönem (ortaçağ) olarak kullanılmasıdır. İstikbal’in ise yarın, yani gelecek zaman mânâsında değil, her zaman ulaşılması gereken, insanların kendilerine kavuşmayı hedeflediği huzur ve saadet çağı olarak değerlendirilmesidir. Bu açıdan bakıldığında, Bediüzzaman’ın zaman çizelgesinde geçmiş olmasına rağmen, Asr-ı Saadeti İstikbal ve ondan uzaklaşılan dönemleri de mazi olarak değerlendirdiği görülecektir. Nitekim bu açıklamalar ışığında İslâm tarihinin dört döneme ayrıldığı görülür.

I. Dönem (622-922): Hicretten ilk üç yüz seneye kadar olan ve Müslümanların her yönüyle maddî-manevî tamamen üstün ve örnek olduğu, Peygamber (a.s.m.)’ın güneşi ile aydınlanmış Asr-ı Saadet Dönemi.

II.Dönem (922-1122): Hicretten ilk beş yüz seneye kadar olan ve Asr-ı Saadet güneşinin batmaya yüz tuttuğu ama halen dünyayı aydınlattığı ve Müslümanların yine Asr-ı Saadet Sonrası da diyebileceğimiz dönemi.

III. Dönem (1122-1822): Hicri beşinci asırdan on ikinci asra kadar olan, Asr-ı Saadet güneşinin battığı, İslâm dünyasının gecesinin yaşandığı, Asr-ı Saadetten geriye gecenin ortasındaki ay ve yıldızların aydınlığı ile idare eden, Mazi diye kabul edilen, İslâm dünyasının en çok sıkıntı yaşadığı ve Batı medeniyetinin gerisinde kaldığı dönem.

IV. Dönem: Hicri on ikinci asırdan sonraki, İstikbal diye kabul edilen ve tekrar Asr-ı Saadet benzeri bir güneşin doğacağı ve Fecr-i Sadık ile aydınlanmaya başlayacağı Huzur Çağı olarak da isimlendirebileceğimiz dönem.

Bu dönemlerle ilgili bir değerlendirmede bulunduğumuzda, Batılı tarih bilimcilerine göre İnsanlığın I. Devreden III. Devreye kadar savaş, sıkıntı, fakirlik ve Bediüzzaman’ın ifadesiyle sosyolojik olarak maziyi yaşadığını, Aydınlık çağında refaha ve zenginliğe ulaştığını, geçici olarak bir üstünlük ve medeniyet kurduğunu; ancak bunun da çok uzun sürmediğini, kendilerine mutluluk getirmediğini, nitekim tekrar mazi derelerine yuvarlandıklarını ve bunalıma girdiklerini görmekteyiz.

İslâm milletlerinin ise I. Devrede; gelmiş geçmiş en üstün, en güzel ve huzurlu dönemi yaşadığını, bunun II. Devrede de devam ettiğini; ancak III. Devrede Müslümanların bir mazi dönemi yaşadığını görüyoruz. Bunu Bediüzzaman şöyle izah etmektedir: Zaman kavramı, düz bir hat üzerinde hareket edip başlangıç ve bitiş noktaları arasındaki mesafenin gittikçe açıldığı ve mazi ile müstakbelin birbirlerinden uzaklaştığı bir hareket olarak algılanmamalıdır. Aksine dünyanın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazen terakki içinde yaz ve bahar mevsimi; bazen tedenni içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Aynen öyle de İslâm milletleri Asr-ı Saadet ve sonrası dönemde (I. ve II. Devre) terakki ile birlikte bahar ve yazı yaşamış, mazi devresinde (III. Devre) tedenni ile beraber kış ve fırtına mevsimini yaşamıştır. Ancak her kışın mutlaka bir baharının geleceği gibi İslâm milletlerinin de son dönemde baharının geleceği ve bütün Müslümanlar ile birlikte insanlığın istikbalde tekrar Asr-ı Saadet dönemini yaşayacağı aşikârdır.

11.05.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004