|
|
|
Asker ne istediğini biliyor mu? |
Ordunun ve laik çevrelerin AKP’nin bu kez geçen seçimdeki gibi kıl payı değil, Anayasa’yı rahatlıkla değiştirecek çoğunlukla iktidara gelmesini istediğini söylesem ne dersiniz? Cevabınızı duyar gibiyim.
Peki, laiklik adına İslam dinini hedef aldığı buram buram kokan beyanların, Hz. Muhammed’in kutlu doğumu vesilesiyle düzenlenen törenleri muhtıra gerekçesi yapmanın siyaseten kime yarayacağını sorsam ne dersiniz? Vazgeçtim; bunca senedir benzer laiklik söylemlerinin siyasi pratiğe nasıl yansıdığını araştırmanın zor olmadığını, dolayısıyla neyi güçlendirip, neyi gerilettiğini ortaya çıkarmanın keşif sayılmayacağını hatırlatarak ‘Kellim kellim ya lenfa’ tutkusunun ne manaya geldiğini sorsam? (Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur, Arapça deyim)
Kurmay zekâsı, diye bir tabir vardır Türkçede. Bu, şartları değerlendirme kabiliyetinde, gerekiyorsa yeni şartları oluşturma, hedef belirleme ve hedefe götüren harekâtı tayin etme yeteneğinde kişi demek. Peki her defasına şartları değerlendirmede yanlış yapan, belirlediği hedefe hiçbir zaman varamamış, hatta tam tersi sonuç doğurmuş olana ne denir? Cevap: Ya ortada bir yanlış yoksa! Her şey hesaplı kitaplıysa.
Türk ordusunun mütemadiyen hata yapmayacağını bilirim. Öyleyse: “Demek ki AKP’nin güçlenmesini istiyorlar” diye düşünmek çok mu abes?
12 Mart döneminde Erbakan’ın genel başkanı olduğu Nizam Partisi aralarında Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Muhsin Batur’un da bulunduğu komuta heyetinin şeriatçılık suçlamasına maruz kalıp kapanmış, Hoca da İsviçre’ye gidip yerleşmişti. Şartlar kısmen normale döndüğünde Türkiye’ye gelmeyi reddetti. Rahmetli Abdi İpekçi’nin kendisini orada bulup yaptığı söyleşide yansıyan görüşleri gayet açık. Süleyman Arif Emre hatırlar herhalde, onun liderliğindeki MSP kurucuları “Hocam her şey hazır, ortam güvenli, parti kapatılmayacak, askerlerden de söz aldık” dedikleri halde Erbakan inanmadı.
Rivayet olunur ki Muhsin Batur’un ‘Gelin’ demesine kadar sürdü Hoca’nın direnişi. ‘Gelin’in teferruatı ilginçtir ama onu konuya girmenin şimdi yeri değil. Hoca geldi, MSP listesinden bağımsız aday olarak Konya’da seçime girdi, kazandı; sonra da kendisini bekleyen MSP’nin genel başkanlık koltuğuna oturdu. Batur da emekli olduktan sonra cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından kontenjan senatörü seçildi ve sonra CHP’ye girdi. Yıllar sonra 1980’de cumhurbaşkanlığı konusu gündeme geldiğinde Batur CHP’nin Çankaya adayı olarak sahneye çıktı. CHP’nin TBMM’de sahip olduğu sandalyenin sonuç almaya yetmeyeceği biliniyordu. Bilinmeyen, Batur’un elinde kendisini kritik oy sınırına taşıyacak bir ‘joker’in olduğuydu. Erbakan, Batur’a MSP grubunun desteğini vaat etti ve el’hak verdiği söze sonuna kadar sadık kaldı. Öyle ki Batur’un seçilemeyeceğini anlayan CHP grubu dağıldığı halde, MSP Muhsin Batur adaylıktan çekildiğini açıklayana kadar onu destekledi.
Bu hatırayı nakletmekten maksadım, şeriatçılık suçlaması gibi laiklik savunusunun da kamuoyuna yansıyan söylemlerin ve oluşan gerilim tablolarının aksine kimi zaman siyasi hesapların kalemlerinden biri olabildiğidir. Rahmetli Ali Fuat Başgil’in hatıralarını okuyanlar anayasa hukuku alanında otorite olan hocanın 27 Mayıs’ın lideri Org. Cemal Gürsel’le buluşmasını naklettiği bölümde, paşanın kendisine ‘Laiklik meselesi hep yanlış anlaşılıyor, bu tabiri yeni anayasa hazırlanırken koymaktan yana değilim’ dediğini görürler. Keza 12 Eylül döneminde, ihtilal günü TRT’de yayımlanacak açıklamanın çekimine namaz kıldıktan sonra giren Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Nurettin Ersin’le Jandarma Genel Komutanı Org. Sedat Celasun’un sayesinde Süleymancılar diye bilinen dini gruba yakın kişilerce kurulmuş ama sıkıyönetim komutanlarının irticai faaliyette bulundukları gerekçesiyle kapattıkları yurtların açılmasına izin verildiğini de unutmamak lazım. Ve tabii, İskenderpaşa Cemaati olarak bilinen Nakşi topluluğunun lideri M. Zahid Kotku’nun vefatında cenazesinin türbeye defin izninin komutanların imzasıyla gerçekleştiğini de.
Diyeceğim o ki, Türkiye’de yaşıyoruz. Hiçbir şey için olmaz olmaz dememek lazım; bu ülkede olmaz, olmaz!
Radikal, 9.5.2007
|
Avni ÖZGÜREL
10.05.2007
|
|
|
Seçimler yapılabilecek mi?... |
Açıkçası, ne “Cumhurbaşkanı’nı halk mı seçsin, Meclis mi” tartışmasına kafamı verebiliyorum şu anda, ne 25 yaş değişikliğine, ne de seçim tarihi pazarlıklarına...
Çünkü ne seçimin yapılabileceğinden eminim, ne de yapılsa bile, sayımlar bitmeden kötü bir şeyler olmayacağına...
İki ay sonra yapılması planlanan seçimlerin bile sağ salim gerçekleşeceğinden emin değilseniz “seçimler dört yılda bir mi olsun, beş yılda bir mi” diye düşünecek hal kalır mı insanda? Hayır hiç rahat değilim; büyük bir tedirginlik içinde “kötü bir şeyler” bekliyorum. Düşünün ki, daha 27 Nisan Muhtırası’nın ne olduğunu tam olarak öğrenebilmiş değiliz. Bazıları Muhtıra’nın Genelkurmay Başkanı’na da emrivakiyle kabul ettirildiğini iddia ediyor günlerdir; Genelkurrmay’dan öyle ya da böyle bir açıklama yok. 27 Nisan’dan bu yana sadece susuyor ordu; “sözün bittiği yer”e gelmiş edasıyla susuyor. Eğer bu muhtıra, bir “gaz alma” operasyonu değilse ve ordu üst yönetiminin ortak kanaatini yansıtıyorsa, o zaman şu soruya tatmin edici bir cevap bulmadan rahatlamamız pek mümkün değil: Muhtırayı verenler seçim sonuçlarından memnun olmayacaklarını anladıklarında ne olacak?
Ki bunu anlamaları hiç de zor olmasa gerek! Muhtıra, kısa vadede AK Parti iktidarının hem hükümeti hem de cumhurbaşkanlığını elinde tutmasını önlemek için verildiyse ve fakat yapılacak seçimlerden AK Parti’nin yine hem hükümeti kurabilecek hem de cumhurbaşkanlığını alabilecek bir sonuçla çıkacağı anlaşılırsa, sonuçtan hoşnut olmayanların “oyunbozanlık” yapmaları beklenmez mi?
Böyle oyun bozanlıklar durduk yerde, ortalık sulh sükunken yapılmaz. Sıkı bir psikolojik harekatla uygun zeminin yaratılması gerekir. Son günlerde, AK Parti hakkında kapatılma davası açılmak üzere hazırlıklara başlandığını, savcıların delil toplamakta olduğunu duyuyoruz örneğin... Kimbilir ne demeçler, ne yabancı basın açıklamaları bulmuşlardır kenarda köşede kalmış, hiçbirimizin duymadığı, bilmediği, böyle zamanlar için bir kenarda beklettikleri... Dosyanın oldukça “tekamül etmiş durumda” olduğu, istenildiği anda devreye sokulabilecek kıvama geldiği söyleniyor. Ama, dosyanın kıvama gelmesi yetmez, asıl ortamın kıvama gelmesini beklemek gerekir böyle iddianameler için.
Peki nasıl yaratılır böyle bir ortam? Yeni bir “kasetler furyası”yla mı yapılır, eski haberlerin ısıtılıp ısıtılıp yeniden servis edilmesi düzeyinde mi kalır işler; yoksa daha büyük boyutlara mı ulaşır? Daha büyük, daha sarsıcı provokasyonlar mı girer devreye? Ne var ki, artık provokasyonların da suyunun çıktığı, bir işe yaramadığı meydanda. Her provokatif eylemden sonra cümle alem koro halinde “provokatöre bakın’ diye bağırınca, provokasyon yapmanın pek bir manası da kalmıyor doğal olarak. Öyleyse başka ne?
Türkiye’nin bütün kronik sorunları, potansiyel kriz noktalarını oluşturur böyle zamanlarda. Benim aklıma ilk etapta Kuzey Irak’a karşı girişilecek bir askeri harekatın yan etkilerinden medet umma geliyor. Böyle bir harekatın ardından gelebilecek uluslararası tecrit, operasyonun içerde bizim Kürtlerimiz arasında yaratacağı hoşnutsuzluk, bütün bunların üstüne binecek bir OHAL ilanı belki de... Ya da en tehlikeli ihtimal: Toplumsal kutuplaşmayı daha da körükleme ve “kardeşi kardeşe kırdırma” teşebbüsleri... Kaos ortamı ve demokrasinin tatili...
Ne bileyim ben; böyle kötü kötü kabuslar işte... Bütün bu ihtimalleri ciddiye alıp diken üstünde yaşamaktansa muhtıranın laf ola beri gele yazıldığını; pratik bir karşılığı olmadığını düşünerek içinizi rahatlatmak da var tabii. Bakmayın, ben beceremiyorum, ama eğer elinizden geliyorsa bunu deneyin.
Bugün, 9.5.2007
|
Gülay GÖKTÜRK
10.05.2007
|
|
|
AB sağlam durdu, ilkeli davrandı |
Son birkaç haftadır yaşadıklarımız, uzun vadeli politikalara da ışık tutacak nitelikte.
En çok hayal kırıklığı yaratan, ABD’nin “tarafsız” tutumuydu. Genelkurmay muhtırasına, ilke olarak dahi hiçbir tepki göstermemesi, Washington’un nasıl fırsatçı olduğunu ortaya koydu. Demokrasi, insan hakları, temel özgürlükler söz konusu olduğunda, Bush yönetimi mangalda kül bırakmazdı. Hatta bir ara, Ortadoğu’ya demokrasiyi getirdiklerini iddia ettiler. Büyük Ortadoğu Projesi’ni uygulamaya soktular.
Sonra birde baktık ki, söylenenler göz boyamaymış. Türkiye’yi bir demokrasi kalesi gibi gördükleri de yalanmış. Büyük hayal kırıklığı yarattılar.
Demek ki, Washington stratejik çıkarları için Ankara’da askeri bir yönetimin kurulmasına da göz yumacak. Her şeyi unutabilecek. Bu tutum, Bush yönetiminden biran önce kurtulmak gereğini tekrar hatırlattı.
Avrupa Birliği Komisyonu için aynı şeyler söylenemez. Hele, Olli Rehn’in 27 Mayıs’tan bu yana yaptığı açıklamaları okursak, bir yandan AB Komisyonu’nun, öte yandan da Rehn’in ne kadar duyarlı, dengeli, stratejik çıkarlarla değil, ilkelerle hareket ettiğini görebiliriz.
Açıklamalarından abartı yok, takiye izi yok ve en önemlisi, Türkiye’yi çok iyi anladıklarının somut örnekleri var.
Anaya Mahkemesi kararına uyulması gerektiği, laik bir Türkiye’nin önemi vurgulandı. Askeri muhtıraya da karşı çıkıldı. Dengeli bir tutum sergilendi.
Sadece Kopenhag Kriterleri açısından değil, Sarkozy’nin olası girişimlerine karşı ilk uyarı da Barosso’nun. “Müzakereler durdurulmaz” uyarısını hepimiz not ettik.
AB Komisyonu, bu zor dönemlerde Türkiye’nin laik ve demokratik rejimini kollamaya kararlı olduğunu açıkça gösterdi. Ankara’yı, Avrupa’daki kurtlara yedirmeyeceğinin işaretini verdi.
Umarım, AKP de artık uyanır.
Avrupa projesine sırtını döndüğü zaman neler olduğunu görür. 2005’ten bu yana, AB’yi seçimde oy kaybetme kaygısıyla kenara iten AKP, kendi kazdığı kuyuya düştü.
İşte örnekleri ortada.
Demokrasi konusunda tek desteğin nereden geldiği besbelli.
Şimdi benim en çok merak ettiğim konu, seçimlerden sonra ortaya çıkacak olan siyasi manzarada, AB projesinin nasıl bir yön alacağı...
Sarkozy gerekçesini gösterip, Türkiye projeyi askıya mı alacak? Yoksa tam tersine Avrupa Birliğine doğru yürüyüş hızlanacak mı?
Emin olun, bunun iktidar olacak partilerin tutumlarıyla pek ilgisi yok. CHP de, AKP de iktidar olsalar bu soru ile karşı karşıya kalacaklar. Verecekleri yanıt da, Türkiye’nin yönünü tayin edecek.
Posta, 9.5.2007
|
Mehmet Ali BİRAND
10.05.2007
|
|
|
Vesayet rejimine hoş geldiniz |
Bu arada, iktidar partisinin, iktidarını bir süredir yitirmiş olduğunu da gözden kaçırmamalıyız. İki hafta önce cumhurbaşkanı seçebilecek konumda olan AK Parti, şimdi hiçbir dediği ve istediğini uygulatamaz durumda.
“Muhtıra”ya karşı sağlam durdu görüntüsü, iktidar güvencesi olmadı. O gün bugündür hiçbir kararını uygulatamadığı bir yana, hiçbirinin ardında sağlam biçimde de durmuyor. 25 yaşa seçilme hakkından başlayın, cumhurbaşkanlığını halka seçtirme konusuna kadar uzanın. Neredeyiz? AK Parti nerede duruyor? Net mi? Değil.
AK Parti de adım adım “vesayet rejimi” içine sıkışmaya, sıkıştırılmaya başladı.
Herhangi bir siyasi organizmada can bulamayacak birkaç köşe yazısı ile “vesayet rejimi”nin üstesinden gelinir, “demokrasi kökleşir” sanma yanılgısına; yazarların da okurların da düşmemesinde yarar var.
Sürece yayılan darbe dönemlerinden çıkış da uzun sürüyor. Ve nasıl, ne şekilde, ne yönde ilerleyeceği şimdiden kestirilemeyecek uzun süreler gerektiriyor...
Referans, 9.5.2007
|
Cengiz ÇANDAR
10.05.2007
|
|
|
Siyasetin özü yok olmamalı |
Türkiye’de siyasetin kendini dışa vurma araçları çok kısıtlı.
Toplumsal talep üzerinden hareket etmesi gereken siyasetçiye sadece rant dağıtımı hakkı tanınmak isteniyor.
Başörtülü kızların üniversitede eğitim hakkından, toplumsal yaşama aktif katılımına, eğitimle ilgili genel düzenlemelere kadar birçok sorun siyaset ve siyasetçinin ilgi alanı dışında tutuluyor.
Siyasetin alanının bu kadar sınırlı olduğu bir toplumun sağlıklı işlemesi ise mümkün olmuyor.
Her toplumun temel ilkeleri, kırmızı çizgileri vardır.
Bunlar anayasasında, yasalarında yer alır.
Siyasetçi seçim öncesi toplumsal talepleri cevaplandırmaya çalışırken elbette bu kırmızı çizgileri dikkate alır.
Ancak Türkiye’de bu çizgiler o kadar kalın ki, siyasetçiye toplumla iletişim kurma olanağı tanımıyor.
Eğer siyaset varsa, toplumdaki farklı kesimlerin sesine cevap veren partiler de olacak.
Eğer her parti benzer görüşleri savunacaksa siyasetin anlamı kalmaz.
Kimi insanlar muhafazakâr, kimileri liberal, kimileri solcu olduğu için bunlara denk düşen siyasi partilerin varlığı bir zorunluluk olacaktır.
Bu partilerin bir kısmı kent içindeki içkili mekânlar, eğlence yerleri için ayrı düzenleme istediğinde mutlaka “irtica geliyor” feryadı koparmak gerekmeyecektir.
Çünkü sokağında, apartmanının altında meyhane olmasını istemeyen çok sayıda insan varsa, bu insanların isteklerini de göz önüne almak gerekecektir.
Toplumsal her talep rejim sorunu biçiminde tartışıldığında, halkın sandık başına gitmesinin bir sonuç getirmesi mümkün değildir.
Evet Türkiye laik bir ülkedir ama aynı zamanda demokratik bir ülke olacaksa, demokratik yollarla dile getirilen ve rejimin temel ilkeleriyle çelişmeyen taleplere de kulak vermesi gerekecektir.
Elbette bu kararların bir kısmı toplumun bir bölümünü rahatsız edebilir, kızdırabilir.
Ancak unutmamak gerekir ki, siyasi iktidarlar geçicidir.
Toplumlar kimi zaman daha muhafazakâr taleplerde bulunurken, bir dönem sonra liberal dalga ağır basar.
Onun için bir anlık fotoğrafla ne coşalım, ne karalar bağlayalım.
Demokrasi oyununun temel kuralını kabul edip saygı duymak yeter.
Sabah, 9.5.2007
|
Ergun BABAHAN
10.05.2007
|
|
|
AKP’de “tasfiye” yakın |
Genelkurmay Başkanlığı’nın 27 Nisan bildirisinin ardından gelişen olaylar hiç kuşku yok ki AKP kurmaylarınca ciddiyetle değerlendiriliyor. Seçimlere giderken gerek liste oluşumlarında, gerek söylemlerde, gerekse parti politikalarında laiklik vurgusunun öne çıkacağını ve bu anlamda “ikna çabalarının” artacağını öngörebiliriz. Genel merkezden yansıyan hava doğruysa, aşırı uçların tasfiyesi yakın...
Akşam, 9.5.2007
|
İsmail KÜÇÜKKAYA
10.05.2007
|
|
|
|