|
|
|
Darbeyle devrim! |
Ankara’daki 14 Nisan mitingini dün öğle vakti televizyondan göz ucuyla izlerken, bir yandan da bilgisayarın başında yazımı yazıyorum.
Biri bağırıyor kürsüden:
“Darbeci değil, devrimciyiz!”
Bende yıllar öncesini çağrıştıran bir söz... 1971’de askerin 12 Mart darbesi gelirken, bizim de böyle bir alınganlığımız vardı.
O zamanlar Devrim dergisinde çalışıyordum. Askeri kışkırtıp bir darbeyle parlamentonun, siyasal partilerin kapısına kilit vurmaktı öncelikli hedefimiz.
Bu yüzden demokrasi düşmanlığıyla, darbecilikle suçlanırdık. Özellikle CHP’de Ecevit ve Turan Güneş, Deniz Baykal, Haluk Ülman gibi Ortanın Solu hareketini oluşturanlar üzerimize gelir, bizi cuntacılıkla, darbecilikle eleştirirlerdi.
Biz de kendimizi savunurduk:
“Darbeci değil, devrimciyiz!”
Ancak askerin darbesiyle ‘devrime giden yol’un açılacağına inanıyorduk. Bunun için her yol mübahtı! Hatta bir keresinde, Atatürk’ün Nutuk’unu ellerimizde sallayarak Anıtkabir’e yürüyüş yapmak bile aklımızdan geçmişti.
Televizyona bakıyorum.
Çok büyük bir kalabalık var. Tandoğan Meydanı ve Anıtkabir’e açılan yollar dolmuş, Türk bayraklarıyla dalgalanıyor.
Meydanda bir slogan:
“Kemalist ordu elbette konuşacak!”
Anons yapılıyor:
“CHP lideri Baykal aramızda!”
Mitingin dili müthiş savaşkan, olağanüstü milliyetçi... Türkiye sanki işgal altında bir ülke, sanki İstiklal Savaşı’na hazırlanan bir ülkede yaşıyoruz.
Avrupa Birliği’ne, Amerika’ya, IMF’ye lanet yağdırılıyor. ‘Küreselleşme’ye, ‘emperyalizm’e karşı “Tam bağımsız Türkiye!” sloganları atılıyor.
1960’lar gibi...
O zamanlar meydanlarda “Tam bağımsız, gerçekten demokratik Türkiye!” sloganlarıyla koşturulurdu. Tam bağımsız değildik, çünkü Amerika’ya bağımlıydık; gerçekten demokratik değildik, çünkü seçim sandığından hep Süleyman Demirel gibi Amerikan işbirlikçileri çıkıyordu.
Bu nedenle biz kendimizi devrimci demokrat diye niteler, Atatürk’ün kalpaklı fotoğraflarını sever, askerin darbesiyle gerçek demokrasi ve devrim yolunda bir yandan meydanlara çıkar, bir yandan da ordu içinde cuntalar kurmaya çalışırdık.
Tabii o meydanlarda koşturan, slogan atan gençlerin büyük çoğunluğu, kapalı kapılar arkasında neyin olup bittiğinden, cuntalık oyunlarından habersizdiler. Acılı zamanlar böyle gelip geçmiş, 1972’de Deniz Gezmiş’ler böyle darağacına gitmişti.
Bir konuşma çalınıyor kulağıma:
“Savunması ABD’ye, bütçesi IMF’ye, idaresi Brüksel’e, yani AB’ye bırakılan, böylece parçalanmak istenen bir ülkedir Türkiye...”
Mitingin havasında öylesine bir Türkiye görüntüsü çiziliyor ki, Amerika’yla dostluk ve ittifak ilişkilerini savunan, AB üyeliğinden yana olan, pazar ekonomisiyle, özelleştirmesiyle, yabancı sermayesiyle dışa açılmayı benimsemiş herkes sanki işbirlikçi ve vatan haini...
Ne yazık!
Sivri, savaşkan, aşırı milliyetçi, yer yer faşizan bir dil, bir hava ağır basıyor 14 Nisan gösterisinde.
Her şey bir yana...
Böyle bir dilin, estirilen böyle bir havanın barış, huzur ve istikrar açısından bu ülkeye herhangi bir hayrı dokunacağını sanmıyorum.
Bu yol tehlikeli.
Bu yol, yakın geçmişinde Türkiye’yi cepheleştirmiş, kutuplara ayırmıştı. 1960’larda, özellikle 1970’lerde Türkiye neler yaşadı, ne kadar çok kan ve gözyaşı döktü. Kalkınmaya, aş ve iş sorunlarına ayıracak enerjisini nasıl boşa harcadı.
Unuttunuz mu?..
Slogan atılıyor:
“Türkiye laiktir, laik kalacak!”
Elbette öyle kalacak.
Türkiye, laik cumhuriyetini demokrasi içinde koruyacak güç ve deneyime sahiptir. Ne rejim tehdit altında ne de cumhuriyet elden gidiyor.
Bu konuda Cumhurbaşkanı Sezer’e de katılmıyorum.
Siz asıl ortalığı toza dumana katarak, perde arkasında demokrasiye tuzak kurmak isteyenlere dikkat edin. Nokta dergisi gibi darbe tertiplerine ilişkin iddiaları su yüzüne çıkaranların değil, asıl onların üzerine yürüyün, önce onları sorgulayın.
Asıl budur, demokrasi ve hukuk devleti adına yapılması gereken...
Hedef şaşmasın.
Milliyet, 15.4.2007
|
Hasan CEMAL
16.04.2007
|
|
|
Darbecilerden daha jakoben profesörler |
TARİH: 27 Mayıs 1960. Saat: 07.00. Yer: İstanbul. İstanbul Üniversitesi Rektörü Ordinaryüs Profesör Sıddık Sami Onar’ın evinin kapı zili çaldı. 62 yaşındaki Ord. Prof. Onar, yataktan güçlükle kalktı. Hastaydı.
Bir ay önce üniversitede, Demokrat Parti’yi protesto eden öğrenciler ile polisler arasında çıkan çatışmayı sona erdirmek için, polislerin yanına gidip üniversiteyi terk etmelerini istemiş, bunun üzerine, polis şefleri Bumin Yamanoğlu ve Zeki Şahin tarafından dövülmüş, yerlerde sürüklenmişti. O, seçimle rektör olmuş Türkiye’nin ilk öğretim görevlisiydi. Aldığı darbelerin üzerinden bir ay geçmesine rağmen hálá güçlükle yürüyordu. Kapıyı açınca şaşırdı. Kapıda bir subay ve yanında üç asker vardı.
Binbaşı Şefik Soyuyüce, “Günaydın” dedi. Ülke yönetimine el koyduklarını açıkladı. Ord. Prof. Onar, “Biliyorum” dedi. Gece 01.00’den itibaren İstanbul sokaklarında dolaşan askeri ciplerin, sokağa çıkma yasağı ilan edildiği anonslarını duyduğunda anlamıştı.
Ord. Prof. Onar çok acil Ankara’ya çağrılıyordu. “İzninizle giyineyim” dedi. Aynı saatlerde İstanbul’da, İstanbul Üniversitesi’nin dört öğretim görevlisinin daha benzer nedenle kapılarının zilleri çaldı. Ord. Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Prof. Ragıp Sarıca, Prof. Naci Şensoy ve Prof. Hüseyin Nail Kubalı.
Prof. Kubalı, askerleri karşısında görünce biraz çekinmişti. Çünkü, DP’ye muhalifliğiyle tanınıyordu. Başbakan Adnan Menderes ile polemiklere girmiş, bu nedenle dekanlıktan alınmış, üniversitede ders vermeme cezası almış, DP’nin kurduğu Tahkikat Komisyonu’nca sorgulanmıştı. Başına yine benzer bir olayın geldiğini düşündü. Yanılmıştı...
ANKARA’YA GÖTÜRÜLÜYORLAR
Neden Ankara’dan çağrılıyorlardı? Yüzbaşı Numan Esin, öğretim üyelerini merakta bırakmadı:
“Bize bir anayasa taslağı hazırlayacaksınız!”
Öğretim üyeleri Ankara’ya gitmek üzere beklerken, aynı üniversiteden hukukçu arkadaşları Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya ve Doç. Dr. İsmet Giritli de ekibe gönüllü olarak katıldı.
İlk toplantılarını ayaküstü yaptılar. Başkanları Sıddık Sami Onar bir káğıda çeşitli notlar aldı. Ankara’ya giderken uçakta, askeri hareketin lideri Cemal Gürsel’e ne diyeceklerini ve nasıl bir anayasa hazırlayacaklarını konuştular.
(...)
JAKOBEN HOCALAR
Öğretim üyelerini taşıyan uçak Ankara’ya ulaştı.
Burada kendilerine Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Prof. İlhan Arsel, Prof. Bahri Savcı ve Prof. Muammer Aksoy katıldı. Hareketin lideri Cemal Gürsel, müdahalenin yapıldığı o ilk sıcak günde öğretim üyelerini kabul etti. Çünkü müdahalenin anayasaya “ihtiyacı” vardı. Ord. Prof. Sıddık Sami Onar, heyet adına konuştu:
“Bugün içinde bulunduğunuz durumu adi ve siyasi bir hükümet darbesi saymak doğru değildir.”
Askerler derin bir soluk aldı. Bu arada, öğretim üyeleri konuştukça askerler şaşırdı. Çünkü öğretim üyeleri, askerlerden daha jakobendi!.. Heyet, yeni bir anayasa taslağı hazırlamakla resmen görevlendirildi.
Ve Türkiye’nin en özgürlükçü anayasası böyle bir olağanüstü günde doğdu. Tüm bu çalışmalar sırasında hocalarına yardım eden İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi asistanı kimdi dersiniz; YÖK Başkanı Prof. Erdoğan Teziç...
Prof. Teziç’in uzmanlık alanı nedir: Anayasa hukuku!..
Şimdi en başa dönüp yazıyı bir daha okuyunuz!..
Hürriyet, 15.4.2007
|
Soner YALÇIN
16.04.2007
|
|
|
Tarihten yapraklar |
Konumuz yakın tarih. Tek parti döneminde hangi yıl genel seçim, hangi yıl cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldığını ha deyince söyleyebilecek babayiğit var mı aranızda, diye sormuştuk...
Varmış: Nail Güreli.
Sayın cemiyet başkanım oturdu bir dizi yazdı, peyderpey yayınlanıyor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ayrıntılarını şöyle bir hatırlatıyor. Daha da incesini isteyenler Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in kitabını okusunlar.
Biz de Güreli’nin kaleminden, milletvekili seçimlerinin 1923, 1927, 1931 ve 1935 yıllarında yapıldığını hatırladık... İnönü devrinde de seçimler 1939 ve 1943 yıllarında yapılmıştı... 1946 ve sonrasını az buçuk mürekkep yalamış herkes bilir, çünkü “gerçek” seçimler bunlardır.
Evet, tek parti seçimleri, seçim meçim değildi. “Şeklen” öyle oluyordu yalnızca.
O zamanlar cumhurbaşkanının görev süresi meclisin süresini aşmaz, her meclis yenilendiğinde cumhurbaşkanı da yeniden seçilirdi.
Evet ama bunlar “tek adaylı” seçimlerdi, yani aslında bunlar da seçim sayılamazlar. Önümüzdeki günlerde de öyle olacak, tek aday gösterilecek ve tek turda iş bitecek. Birileri arasından birisini seçmiyorsun, adayı onaylayıp onaylamadığını gösteriyorsun, adına seçim diyorlar.
Fakat Sayın Güreli’nin yazısından, öğrenmenin yaşı da yok sonu da çok şükür, benim de bilmediğim müthiş gerçekler öğrendim:
1923 yılında mecliste yapılan cumhurbaşkanı seçimine 158 milletvekili katılmış ve hepsi de Atatürk’e oy vermiş ama, meclis genel kurulu üye tam sayısı 287...
Yani tam 129 kişi, neredeyse meclisin yarısı, şu ya da bu nedenlerle (o nedenleri bilen bilir tabii), oylamaya katılmamış, Atatürk’ü seçmemiş!
1927 seçimlerinde bu kez koltuk tam sayısı 316 (eskiden bu sayı da değişkendi), fakat oy kullanan 288... Oturuma katılan herkes Atatürk’e oy vermiş ama katılmayan da 28 kişi var!
1931 seçimlerinde koltuk sayısı 317, oy veren 289... Gene 28 kaçak var...
1935 seçimlerinde koltuk sayısı 399, fakat oy veren 386... O zaman bile 13 kişi ortadan kaybolmuş.
Elbette meclis başkanını bu hesaba dahil etmemek lazım, birer sayı düşünüz.
Acaba bu adamlar sağlık nedenleriyle mi oy kullanmadılar?
1938’de İnönü’ye 348 kişi oy veriyor, 51 kişi ortalıkta görünmüyor... 1939’da yepyeni bir mecliste bile 16 kişi oy vermemiş... 1943 yılında, anlı şanlı Milli Şef’in en koyu dikta döneminde bile 455 mebustan 435’i oy veriyor, 20 kişi gene yok... 1946’da kaçaklar 14 kişi.
Herhangi bir “spekülasyon” yapmıyorum, yalnızca bilgilerinize sunuyorum. Fakat bir de soru soruyorum: Acaba ikinci, üçüncü adaylar da çıksaydı daha iyi olmaz mıydı bu seçimlerde?
Diyelim Atatürk’e karşı Fethi Bey de, İsmet Paşa da adaylıklarını koyuyorlar da gene Atatürk seçiliyor... Ya da Milli Şef, görüntüyü kurtarmak için kendi dikta döneminde kendisine karşı şeklen de olsa başka bir adaya, sözgelimi Peker’e ya da Saraçoğlu’na izin veriyor...
Sonuç değişmezdi, diyeceksiniz.
İşte sonucun değişmemesi de bu yönetimin bir demokrasi olmadığını gösterir. Demokrasi olsaydı ayrı bir partiden Hüseyin Avni Bey de aday olurdu, hiç olmazsa mecliste bulunurdu, Rauf Bey de, Kâzım Karabekir de, hatta belki TKP üyesi Doktor Şefik Hüsnü de... Kazanırlardı, kazanamazlardı, o ayrı konu. Hiç olmazsa sesleri duyulurdu.
Yazımızı Nail Güreli’nin bir cümlesiyle bitirelim de, en azından İnönü konusunda başka söze gerek kalmasın: “Atatürk, cumhurbaşkanlığı için kendisinden sonra Mareşal Fevzi Çakmak’ı düşünüyordu!”
Hani şu CHP mahfillerinin ısrarla “tutucu, gerici, gericilerin adayı, karşıdevrimci” dedikleri kişi canım... Meğerse Atatürk’ün adayıymış! Bu haksızlığın ayıbı günümüzün hangi “sözde solcusuna” yetecek?
Akşam, 15.4.2007
|
Engin ARDIÇ
16.04.2007
|
|
|
Hükümet orada mı ? |
Nokta dergisinin basılması Hrant Dink cinayetinden sonraki en vahim gelişme olmaya aday.. Bir haber dergisinin polis baskınına uğraması gelişmiş birinin ya da bir toplumun anlıyacağı ya da kabul edeceği bir durum değil..
Ancak.. Yabancılar için ‘yanlış tercüme’ sanılacak daha da beter bir durum var..
Bu ne?
Baskının hukuksal meşruiyeti..
Derginin basılmasını isteyen kim?
Askeri savcılık..
Bu talebi kabul eden kim?
Askeri mahkeme..
***
Böyle bir hukuksal garabet nasıl oluyor?
Çünkü bizde çift başlı yargı var..
Ne demek?
Hem doğal mahkeme, hem de askeri mahkeme..
Bir sivil yargıtay var... Bir de askeri yargıtay...
Bir sivil danıştay var.. Bir de askeri danıştay..
Bunun çağdaş bir ülkede bir başka örneği yok..
***
Kimi ülkelerde askeri mahkeme bile yok..
Olanlar ise sadece askeri disiplin suçlarına bakıyor...
Bizde ise maşallah..
Dergi bile bastırıyor..
***
Gelişmiş ülkede olmayan bizde niye var..
Siyaset kurumunun hukukdan yana taraf olmamasından..
Siyaset kurumunun çıkarına göre eyyamcılık yapmasından..
Siyaset kurumunun günü birlik çıkarının peşinden koşmasından..
Siyaset kurumunun ‘ilkeye’ değil, kısa vadeli çıkarını düşünmesinden..
Yoksa dünyada örneği olmıyan bizde olur muydu?
***
Çift başlı yargı ayıpı eskiden çok daha fazla gündemdeydi..
Sırf ben defalarca yazdığımı hatırlıyorum...
Bunlardan birine kitaplarımı karıştırrıken rastladım..
O yazıyı 11 Eylül 1988 tarihinde yazmışım..
Dönemin Yargıtay Başkanı Ahmet Coşar yargı yılını açarken ‘askeri’ ve ‘sivil’ olmak üzere çift başlı yargının çağdaş anlayışla bağdaşmadığını belirtmiş...
Askerlikle yargıçlığın bağdaşmayan iki meslek olduğunu vurgulamış...
Askerlikte ‘bağımlılığın’, yargıçlıkta ‘bağımsızlığın’ esas olduğunu anlatmış...
Bu gerçeğe ilk karşı çıkan kim, biliyor musunuz?
O dönemin savunma bakanı...
Ardından da adalet bakanı sökün etmiş..
***
1988 nere, 2007 nere..
O tarihte Yargıtay başkanının ‘olmaması gerektiğini’ söylediği askeri yargı şimdi dergi bastırtıyor..
Neden?
Siyasetin aldırmazlığından..
Evrensel hukuktan yana tavır almayı.. Bunun gereğini yapmayı çok anlamlı bulmamasından.. İktidar olmayı yeterli görmesinden..
AK Parti hükümeti oturup yeniden düşünmeli.. Şemdinli’den sonraki gelişmeleri topluca değerlendirmeli.. Gittikçe artan bu iktidar boşluğunu iyice sorgulamalaı..
***
2007 yılında askeri mahkeme kararıyla dergi basan bir ülkeyiz..
AB sürecini bıçaklayanlar duruma iyice bakmalı.. Bu görüntüsüden rahatsız olmak yerine AB’yi eleştirmek bir terapi olabilir ama..
Dünyanın mezrası olmayı değiştirmez..
Vaktiyle çift başlı yargı konusunda kulağı üstüne yatan siyaset kurumu, şimdi yönetemez duruma doğru yuvarlanmakta..
***
Orada hükümet var mı?
Var ise bu Nokta baskın ne?
‘AB ile müzakereye başlamış bir ülkeyiz’ tekerlemesini katleden bundan daha vahim bir gelişme olabilir miydi?
Evrensel hukuktan yana tavır alamamak, ilkesiz davranmak,duruma göre tavır değiştirmek siyaseti ve siyaset kurumunu sonunda iktidarsızlığa götürüyor..
Eğer hala oraya gelinmediyse, muhakkak ki çok yaklaşıldı..
Star, 15.4.2007
|
Mehmet ALTAN
16.04.2007
|
|
|
|