DTP’nın 28 Şubat 2007 tarihinde yaptığı olağanüstü kongresinde seçimlere bağımsız adaylarla girme eğiliminin öne çıkması sonrası bir anda toplumsal gerilim arttı. Önce Öcalan’ın avukatları tarafından Öcalan’ın zehirlendiğine ilişkin iddianın ortaya atılması tansiyonların birden yükselmesine yol açtı. Diğer taraftan Nevroz öncesinde DTP Genel Başkanı Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’a “sayın” cezası verilmesi, DTP yöneticilerine yönelik gözaltı, tutuklama furyası başlaması gerilimi doruk noktaya taşıdı. Sayın tartışması o derece ileriye taşındı ki, Başbakan R.Tayyip Erdoğan hakkında dahi bu konuda soruşturma başlatılacak kadar komik duruma düşüldü.
Büyük bir gerilim ile girilen Nevroz’da kaygılanıldığı gibi olaylar, provokasyonlar yaşanmadı. Ama ciddi bir toplumsal gerilime yol açan bir süreç yaşandı. Demokratik siyasal zeminde siyaset yapan DTP, demokratik kanallarının dışına doğru itildi. Bugün artık oldukça abartılı bir iddia olduğu anlaşılan zehirlenme iddiası ortamı kışkırtıcı işlev gördü.
Ancak bu iki konu yani zehirlenme iddiası ve sayın cezalarının vesile olduğu gerilim 1 Ekim 2006 tarihinde PKK’nın uygulamaya koyduğu “silahlı eylemsizlik kararının” kaldırılması için zemin olmaya başladı. Her ne kadar resmen PKK tarafından kararın ortadan kaldırıldığına ilişkin herhangi bir resmi açıklama yapılmadıysa da sürecin sonuna gelindiğinin güçlü emareleri orta çıkmış durumdadır. Kısa bir süre önce Diyarbakır kırsalında patlatılan mayın sonucu yeni ölümler ve hafta sonu 2 gün içinde 10 güvenlik gücünün yaşamını yitirmesi bunu göstermektedir.
EYLEMLERİN VAHİM SONUÇLARI
Bu süreçte devletin izlediği çözümsüzlük ve süreci geren siyasetine ilişkin eleştirileri bir an bir kenara bırakarak, 1 Ekim 2006 tarihinde silahlı eylemsizlik uygulamaya başladığında ileri sürülen bazı tezlere kısaca göz atmakta yarar var.
Her şeyden önce Cumhurbaşkanı ve genel seçimler süreci olan 2007 yılı içinde AK Parti hükümetinden Kürt sorununun demokratik çözümü doğrultusunda ciddi ve radikal adımlar atmasını beklemenin yanlışlığı birçok kere çok açık olarak ifade edildi. Ama buna rağmen işin başında Kürt hareketi tarafından izaha muhtaç bir biçimde hükümetin, Mayıs ayına kadar bir adım atması istendi. Böyle bir adım atılmadı. Aksine ortam daha da gerildi. Bu gerginliğin tırmandırılabileceği beklenmeyen bir şey değildi. Sürecin kışkırtılması için bazı şeylerin olabileceği öngörülüyordu. Bu nedenle doğal olarak şimdi bu eylemler nereden, niçin çıktı sorularının akıllara takılmasına neden olmaktadır.
Keza bunlar savaştan, çatışmadan ve çözümsüzlükten medet umanların iddiası olan “kış geldi örgüt bu kararı aldı, baharda yine eylemler başlayacak” iddialarını hangi gerekçeyi ileri sürerseniz sürün haklı çıkarmaktadır. Mayıs ayına kadar bir tür süre tanıma yaklaşımı Cumhurbaşkanlığı geriliminin doruk noktaya çıktığı bir döneme denk geldiği düşünülürse, bunun ne derece akıllı bir taktik ya da gerçekçi bir beklenti olduğu tartışmaya muhtaçtır.
Bütün bunlar “kontrolü” güçleşmiş Kürt hareketinin varlığını gösteren gelişmeler ise şayet, Kürtlerin kimlik, kültürel ve sosyal hakları için yürütülen mücadeleyi büyük bir zaafa sürüklemekte olduğunun işaretidir ki; bu da çok vahim bir sonuç doğurabilir.
Kürt sorunu her yönüyle kabuk değiştirmiştir. 1999 yılı, silahlı mücadele döneminin kapandığı, Kürt sorununun toprağa bağlı olmayan, siyasal mücadeleyle demokratik zeminlerde çözüm sürecinin başladığı yıl olmuştur. Bundan sonraki süreçte yapılan her zorlama aynı zamanda sorunun daha karmaşık hal almasına ve çözüm-süzlüğün derinleşmesine yol açmaktadır. Kürt sorununda silahlı mücadele yöntemi döneminin kapandığının ilan edilmesi sorunun demokratik zeminlerde çözümü mücadelesine önemli bir katkı sunacaktır. İzahı zor ve neye hizmet ettiği çok tartışmalı bir eylem süreci Kürt hareketinin yalıtılması, Kürtlerle arasına mesafe oluşmasına yol açmaktadır.
AK Parti hükümetinin, çözümsüzlük ve siyasi irade göstermeme siyaseti sürecin kaotik hal almasına yol açmaktadır. Son iki gündür Kerkük dolayısıyla Mesut Barzani’nin hangi gerekçeyle olursa olsun yapmış olduğu açıklamalar, Kürt sorununun nasıl bir hal aldığını göstermektedir. Barzani’nin bu açıklaması üzerine D. Baykal, M. Yazıcıoğlu gibi bazı “milliyetçi” siyasetçilerimiz ellerini ovuşturup, büyük bir sevinç içinde “bakın neler oluyor, bir şey yapamıyorlar” nidaları atmaya başladılar. Hâlbuki bu girdabı yaratan, bu zatların sahip olduğu zihniyetle yapılan siyasetin kendisidir. Ayrımcılık, başkalarını hakir görme, pespayeleşmiş siyaset dilinin sonuçları bu gibi şeyleri üretiyor. Tahrike ses çıkarmamak, başkalarının kapılmasına yol vermek anlamına geldiğini Kürt siyasetçileri anlamak zorundadır. Her gün Kerkük ile yatıp kalkan bir devlet yönetimi de bunun sonunu düşünmek zorundadır. Kerkük’te yaşanacak etnik çatışma ya da çıkacak kargaşa Türkiye insanına hiçbir şey kazandırmayacaktır. Türkiye, sürüklenmek istenen bu bataklıktan kaçınmak zorundadır.
Kürt sorununun demokratik zeminlerde halledilmesi için 2007 yılı sonuna her hangi bir beklenti içinde olmak boş bir beklenti olur. Silahın bir tehdit unsuru olmaktan çıkması artık kaçınılmaz. Bunun becerilemediği koşullarda çözümün yolu tıkalı demektir.
TAKSİM’E BOMBA ÇARESİZLİKTİR
20 yılı aşan çatışma sürecinden beslenen “savaş” lobileri harekete geçerek mayın patlatıyorlar, siyasal iradeye rağmen operasyonlara hız veriyorlar, demokratik zeminlerde yapılan Kürt siyasetini provoke ediyorlar, yeni canlar alıyorlar. Silahların susmasına ne zaman çok fazla ihtiyaç duyulsa silahlar o zaman daha şiddetli ve acımasız oluyor. Bunda tuhaf bir durum yok mu?
Taksim’de patlayan bir bombanın şovenizmi, ırkçılığı, ayrımcılığı, ötekileştirmeyi artırıcı bir bahane olduğunu, linç kültürünü geliştirmek için kullanıldığını bilmeyen var mı? Her asker cenazesinin Kürt karşıtlığını körüklediğini görmeyen olabilir mi? Cenazesi kalkan ya da mezarı bilinmeyen her Kürt gencinin bu topraklarda yaşayanları birbirinden bir adım daha fazla uzaklaştırdığı 20 yıldır öğrenilmedi mi? O zaman bu tehlikeli oyun niçin oynanıyor?
Yolun sonuna yaklaşıldığının görülmesi artık bir zorunluluk olmuştur. Toplumsal gerilimi artıran her adım birarada yaşamın olanaklarını yok etmektedir. Birarada yaşamın olanaklarını artırmak, Kürt siyasetinin demokratik zeminlerde güçlenmesine hizmet eden bir zihniyetle olabilir. Bunun ilk adımı silahlı çözüm diye bir çözümün olmadığının ilan edilmesi, Kürt siyasal güçlerinin demokratik zeminlerden sürülmesi sonucunu doğurmakta olan başta seçilmiş belediye başkanlarına ve DTP yöneticilere yönelik soruşturma furyasının durdurulması olabilir. Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir ya da DTP Genel Başkanı Ahmet Türk gibi demokratik siyasal zeminlerdeki siyasal aktörleri devre dışı bırakma hesabını kim yapıyorsa veya bu hesapla herhangi bir adım atmaya çalışıyorsa bağımsız Kürt sorununu kaosa sürüklemeye hizmet etmektedir. Bugünkü koşullarda kaostan yalnızca statükocular güçlenerek çıkar. Ölen asker “operasyonlar bir tek terörist kalmayana kadar devam edecek” diyenlere, birkaç Kürt gencinin canını daha alma fırsat yaratmaktadır. Her cenaze töreni, toplumun tahammül sınırlarını zorlamakta, sinir uçlarına basılmış gibi sonuçlara yol açmaktadır.
Yeni Şafak, 11.4.2007
|