Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Nisan 2007
Mehmet Fırıncı ve Mehmet Kutlular ; Mehmet Emin Birinci'yi anlattı...indirmek ve dinlemek için tıklayınız

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Terör neden şimdi kıpırdıyor?

DTP’nın 28 Şubat 2007 tarihinde yaptığı olağanüstü kongresinde seçimlere bağımsız adaylarla girme eğiliminin öne çıkması sonrası bir anda toplumsal gerilim arttı. Önce Öcalan’ın avukatları tarafından Öcalan’ın zehirlendiğine ilişkin iddianın ortaya atılması tansiyonların birden yükselmesine yol açtı. Diğer taraftan Nevroz öncesinde DTP Genel Başkanı Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’a “sayın” cezası verilmesi, DTP yöneticilerine yönelik gözaltı, tutuklama furyası başlaması gerilimi doruk noktaya taşıdı. Sayın tartışması o derece ileriye taşındı ki, Başbakan R.Tayyip Erdoğan hakkında dahi bu konuda soruşturma başlatılacak kadar komik duruma düşüldü.

Büyük bir gerilim ile girilen Nevroz’da kaygılanıldığı gibi olaylar, provokasyonlar yaşanmadı. Ama ciddi bir toplumsal gerilime yol açan bir süreç yaşandı. Demokratik siyasal zeminde siyaset yapan DTP, demokratik kanallarının dışına doğru itildi. Bugün artık oldukça abartılı bir iddia olduğu anlaşılan zehirlenme iddiası ortamı kışkırtıcı işlev gördü.

Ancak bu iki konu yani zehirlenme iddiası ve sayın cezalarının vesile olduğu gerilim 1 Ekim 2006 tarihinde PKK’nın uygulamaya koyduğu “silahlı eylemsizlik kararının” kaldırılması için zemin olmaya başladı. Her ne kadar resmen PKK tarafından kararın ortadan kaldırıldığına ilişkin herhangi bir resmi açıklama yapılmadıysa da sürecin sonuna gelindiğinin güçlü emareleri orta çıkmış durumdadır. Kısa bir süre önce Diyarbakır kırsalında patlatılan mayın sonucu yeni ölümler ve hafta sonu 2 gün içinde 10 güvenlik gücünün yaşamını yitirmesi bunu göstermektedir.

EYLEMLERİN VAHİM SONUÇLARI

Bu süreçte devletin izlediği çözümsüzlük ve süreci geren siyasetine ilişkin eleştirileri bir an bir kenara bırakarak, 1 Ekim 2006 tarihinde silahlı eylemsizlik uygulamaya başladığında ileri sürülen bazı tezlere kısaca göz atmakta yarar var.

Her şeyden önce Cumhurbaşkanı ve genel seçimler süreci olan 2007 yılı içinde AK Parti hükümetinden Kürt sorununun demokratik çözümü doğrultusunda ciddi ve radikal adımlar atmasını beklemenin yanlışlığı birçok kere çok açık olarak ifade edildi. Ama buna rağmen işin başında Kürt hareketi tarafından izaha muhtaç bir biçimde hükümetin, Mayıs ayına kadar bir adım atması istendi. Böyle bir adım atılmadı. Aksine ortam daha da gerildi. Bu gerginliğin tırmandırılabileceği beklenmeyen bir şey değildi. Sürecin kışkırtılması için bazı şeylerin olabileceği öngörülüyordu. Bu nedenle doğal olarak şimdi bu eylemler nereden, niçin çıktı sorularının akıllara takılmasına neden olmaktadır.

Keza bunlar savaştan, çatışmadan ve çözümsüzlükten medet umanların iddiası olan “kış geldi örgüt bu kararı aldı, baharda yine eylemler başlayacak” iddialarını hangi gerekçeyi ileri sürerseniz sürün haklı çıkarmaktadır. Mayıs ayına kadar bir tür süre tanıma yaklaşımı Cumhurbaşkanlığı geriliminin doruk noktaya çıktığı bir döneme denk geldiği düşünülürse, bunun ne derece akıllı bir taktik ya da gerçekçi bir beklenti olduğu tartışmaya muhtaçtır.

Bütün bunlar “kontrolü” güçleşmiş Kürt hareketinin varlığını gösteren gelişmeler ise şayet, Kürtlerin kimlik, kültürel ve sosyal hakları için yürütülen mücadeleyi büyük bir zaafa sürüklemekte olduğunun işaretidir ki; bu da çok vahim bir sonuç doğurabilir.

Kürt sorunu her yönüyle kabuk değiştirmiştir. 1999 yılı, silahlı mücadele döneminin kapandığı, Kürt sorununun toprağa bağlı olmayan, siyasal mücadeleyle demokratik zeminlerde çözüm sürecinin başladığı yıl olmuştur. Bundan sonraki süreçte yapılan her zorlama aynı zamanda sorunun daha karmaşık hal almasına ve çözüm-süzlüğün derinleşmesine yol açmaktadır. Kürt sorununda silahlı mücadele yöntemi döneminin kapandığının ilan edilmesi sorunun demokratik zeminlerde çözümü mücadelesine önemli bir katkı sunacaktır. İzahı zor ve neye hizmet ettiği çok tartışmalı bir eylem süreci Kürt hareketinin yalıtılması, Kürtlerle arasına mesafe oluşmasına yol açmaktadır.

AK Parti hükümetinin, çözümsüzlük ve siyasi irade göstermeme siyaseti sürecin kaotik hal almasına yol açmaktadır. Son iki gündür Kerkük dolayısıyla Mesut Barzani’nin hangi gerekçeyle olursa olsun yapmış olduğu açıklamalar, Kürt sorununun nasıl bir hal aldığını göstermektedir. Barzani’nin bu açıklaması üzerine D. Baykal, M. Yazıcıoğlu gibi bazı “milliyetçi” siyasetçilerimiz ellerini ovuşturup, büyük bir sevinç içinde “bakın neler oluyor, bir şey yapamıyorlar” nidaları atmaya başladılar. Hâlbuki bu girdabı yaratan, bu zatların sahip olduğu zihniyetle yapılan siyasetin kendisidir. Ayrımcılık, başkalarını hakir görme, pespayeleşmiş siyaset dilinin sonuçları bu gibi şeyleri üretiyor. Tahrike ses çıkarmamak, başkalarının kapılmasına yol vermek anlamına geldiğini Kürt siyasetçileri anlamak zorundadır. Her gün Kerkük ile yatıp kalkan bir devlet yönetimi de bunun sonunu düşünmek zorundadır. Kerkük’te yaşanacak etnik çatışma ya da çıkacak kargaşa Türkiye insanına hiçbir şey kazandırmayacaktır. Türkiye, sürüklenmek istenen bu bataklıktan kaçınmak zorundadır.

Kürt sorununun demokratik zeminlerde halledilmesi için 2007 yılı sonuna her hangi bir beklenti içinde olmak boş bir beklenti olur. Silahın bir tehdit unsuru olmaktan çıkması artık kaçınılmaz. Bunun becerilemediği koşullarda çözümün yolu tıkalı demektir.

TAKSİM’E BOMBA ÇARESİZLİKTİR

20 yılı aşan çatışma sürecinden beslenen “savaş” lobileri harekete geçerek mayın patlatıyorlar, siyasal iradeye rağmen operasyonlara hız veriyorlar, demokratik zeminlerde yapılan Kürt siyasetini provoke ediyorlar, yeni canlar alıyorlar. Silahların susmasına ne zaman çok fazla ihtiyaç duyulsa silahlar o zaman daha şiddetli ve acımasız oluyor. Bunda tuhaf bir durum yok mu?

Taksim’de patlayan bir bombanın şovenizmi, ırkçılığı, ayrımcılığı, ötekileştirmeyi artırıcı bir bahane olduğunu, linç kültürünü geliştirmek için kullanıldığını bilmeyen var mı? Her asker cenazesinin Kürt karşıtlığını körüklediğini görmeyen olabilir mi? Cenazesi kalkan ya da mezarı bilinmeyen her Kürt gencinin bu topraklarda yaşayanları birbirinden bir adım daha fazla uzaklaştırdığı 20 yıldır öğrenilmedi mi? O zaman bu tehlikeli oyun niçin oynanıyor?

Yolun sonuna yaklaşıldığının görülmesi artık bir zorunluluk olmuştur. Toplumsal gerilimi artıran her adım birarada yaşamın olanaklarını yok etmektedir. Birarada yaşamın olanaklarını artırmak, Kürt siyasetinin demokratik zeminlerde güçlenmesine hizmet eden bir zihniyetle olabilir. Bunun ilk adımı silahlı çözüm diye bir çözümün olmadığının ilan edilmesi, Kürt siyasal güçlerinin demokratik zeminlerden sürülmesi sonucunu doğurmakta olan başta seçilmiş belediye başkanlarına ve DTP yöneticilere yönelik soruşturma furyasının durdurulması olabilir. Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir ya da DTP Genel Başkanı Ahmet Türk gibi demokratik siyasal zeminlerdeki siyasal aktörleri devre dışı bırakma hesabını kim yapıyorsa veya bu hesapla herhangi bir adım atmaya çalışıyorsa bağımsız Kürt sorununu kaosa sürüklemeye hizmet etmektedir. Bugünkü koşullarda kaostan yalnızca statükocular güçlenerek çıkar. Ölen asker “operasyonlar bir tek terörist kalmayana kadar devam edecek” diyenlere, birkaç Kürt gencinin canını daha alma fırsat yaratmaktadır. Her cenaze töreni, toplumun tahammül sınırlarını zorlamakta, sinir uçlarına basılmış gibi sonuçlara yol açmaktadır.

Yeni Şafak, 11.4.2007

Hakan TAHMAZ

12.04.2007


 

Üniversiteler cuntacılığa direnebilecek mi?

YÖK ve üniversitelerle ilgili her hafta skandal niteliğinde haberler çıkıyor. Lord Acton’un genellikle siyasi iktidar için kullanılan “İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır” hükmünün üniversiteler için de geçerli olduğu anlaşılıyor.

Bugün üniversiteler, rektörler ve YÖK etrafında teşekkül eden mutlak iktidarın yarattığı mutlak bir yozlaşma içindedir. Bu yozlaşma, evvela taşrada başlamıştı. Rektör ve etrafındaki bir hizbe üniversiteyi kurmak, “korumak ve kollamak” misyonları verilince, dışarıda kalan herkesin hukukunu elinden alan “olağanüstü hal” uygulamasıyla mutlak bir iktidar ve mutlak bir yozlaşma yaşandı. Bu anlayış, zamanla YÖK marifetiyle merkezdeki köklü üniversitelere da taşınmaya başladı. Artık bir takım gelenekleri ve üniversiter kimlikleri olduğu varsayılan üniversitelerde de, otoriter rektörler ve keyfilikler olağan hale geldi.

Durumun vahametini ifade etmek için sizlere yaşanmış birkaç hadiseyi anlatayım. İlkinde birkaç sene önce bir dostumla, Ankara’daki bir devlet üniversitesinin rektörünü ziyarete gittik. Söz, rektörle dostumun müşterek eski arkadaşlarına geldi. Rektör, “Bana muhalefet ediyorlarmış, benim yetkilerimi iyi okusunlar, iki dudağımın arasındalar, onları her an sürebilirim” dedi. Çıkınca rektörün yetkilerini araştırdım, rektör haklıydı. Her şey iki dudağının arasındaydı. Fakat bunun böyle ulu orta söylenebilmesi, mevzuatın ötesinde bir zihniyet meselesine işaret ediyor.

İkinci hadise, üniversiteler üzerine yapılan bir anket sunumunda yaşandı. Ankette bir çok soru olmasına rağmen, akademik özgürlüklerle ilgili hiç soru olmaması dikkatimi çekti. Sebebini sordum ve beni hayrete düşüren şu cevabı aldım. “Üniversitelerde akademik özgürlüklerle ilgili bir problem yok.” Bunu söyleyebilen akademisyenlerin, otoriterlikten ve yozlaşmadan rektörler kadar sorumlu olduğu açıktır.

Bu konuşmadan sonra akademik özgürlüklerle ilgili bir çok hak ihlaline şahit olduk. Öyle ki, o gün böyle bir problemi inkar edenler, bugün kendilerine yönelik ihlaller karşısında, akademik özgürlüklerden bahseden yazılar yazmaya başladılar. Çünkü mensubu oldukları üniversitenin rektörü değişti. Son günlerde ise, önce Gazi Üniversitesi’nde Atilla Yayla’ya, sonra Ankara Üniversitesi’nde Baskın Oran’a ders yasağı getirildi. Gazi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi bu kararını hemen uygularken, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi rektörlük kararına uymadı ve Oran derslerine girmeye devam etti. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin rektörlük kararına direnişi, bize iktidar ve mutlak iktidar karşısında da akademik özgürlüğün savunulabileceğini gösterdiği için bilhassa takdire şayandır.

Üniversiteler iç yapılarında giderek otoriterleşir, farklı görüşten hocalara baskı uygularken, dışarıda da araştırma ve eğitim misyonundan koparak siyasi faaliyetler yönelmekteler. Otoriter ve hatta cuntacı gruplarla işbirliği halinde, siyasi partivar” tavır takınan bazı üniversiteler, şimdi de 14 Nisan’da AK Parti ve Tayyip Erdoğan aleyhtarı bir yürüyüşe katılma kararları alıyorlar. Üniversiteleri mono blok demokrasi düşmanı göstermeye çalışan bu tavırlar karşısında, üniversiteler sessiz kalmaya devam mı edecekler, yoksa sahiden reşit kimliklerini ilan ederek özgürlüğü mü savunacaklar? Hurşit Tolon gibi anti-demokratik zihniyetli bir emekli generalin Gaziantep Üniversitesi’nde öğrenciler tarafından “darbe istemiyoruz” diye protesto edilmesi, SBF’nin Baskın Oran’a sahip çıkması, üniversitelerden ümitvâr olmamıza yol açıyor.

Bugün, 11.4.2007

Murat YILMAZ

12.04.2007


 

Köşk’teki tasarrufun sebebi ortaya çıktı

Cumhurbaşkanı Sezer’in, bazı Köşk masraflarından tasarruf etmesini hiç anlamadım. Mesela benzinden ( ithal ediyoruz ) ya da sudan ( özellikle bu yıl sıkıntı var ) tasarruf etmek normal... Ama örneğin kültür sanat harcamalarından niye tasarruf ediliyor?

Bütçeden Köşk’e para ayrılmış. Diyelim ki bir tablo ya da bir heykel satın alarak, sanatçılar kanalıyla bu paranın bir kısmını topluma geri döndürsenize!

Çankaya bir ‘ ev’, bir ‘ aile’ değil ki... Tasarruf ederek tarla satın almayacak, kooperatifin taksidini ödemeyeceksiniz.

Bu tasarruf titizliğini ben Sezer’in memur kökenine bağlamıştım. Meğer başka kaygılar da varmış:

Köşk’e ayrılan paranın bir kısmını Sezer, Atatürkçü Düşünce Derneği’ne (ADD) veriyormuş. Toplam 220 bin liranın (eski parayla 220 milyar) bu derneğe aktarıldığı Yeni Şafak ve Bugün gazetesinde yayınlanan belgelerle kanıtlandı.

Cumhurbaşkanlığı Basın Sözcüsü Metin Yalman da bu para transferini doğruladı.

Biz de böylece tasarrufun ardındaki niyeti öğrenmiş olduk: Jandarma Komutanlığı döneminde (2002-2004) darbe yapmak için uğraşan, hatta ‘ Ayışığı’ adını verdiği bir operasyon için planlar kuran emekli orgeneral Şener Eruygur’un başkanlığını yaptığı ADD’ye para aktarmak...

Yani iktidar partisinin Cumhurbaşkanı seçmesini engellemek için miting düzenleyen dernek, Çankaya’dan finanse ediliyor.

‘Tarafsız’ diye göklere çıkarılan Sezer, gayet ‘ taraflı’ bir biçimde davranıyor.

İşin garip tarafı ne biliyor musunuz?

Bu dernek 1993’te, dönemin Bakanlar Kurulu kararıyla ‘ Kamu Yararına Çalışan Dernekler’ arasına alınmış. Bence hemen o statüden çıkarılmalı.

Sabah, 11.4.2007

Emre AKÖZ

12.04.2007


 

İhtilâl hevesine kapılmayın

‘Çağa uydurulmuş darbe’ denilen 28 Şubat’ta, 2001 krizinde Washington’ın Irak’ı ‘ilk vurulacak’ hedef olarak belirleyip harekete geçmiş olmasının ne denli etkin rol oynadığını bilen biliyor.

Tabii şimdilerde emekli bir orgeneralin günlüklerinin basına sızdırılmasının düşündürdüğü aynı çarkın tersine işleyebileceğini de... Türkiye kendince bu hırsızlığın suçlusunu ‘İrtica’ muhitlerinde arayadursun, bilgisayar teknolojisinin kilidi olan ve ABD’nin kontrolündeki ana belleklerdeki silinmezliği hesaba katmadan ‘Ben not tuttum ama sonra sildim’ diyen komutanın içine düştüğü trajikomik durumun tercümesi bana göre şu: “İhtilal hevesine falan kapılmayın... Attığınız her adımdan, yazdığınız her yazıdan haberdarız.”

Radikal, 11.4.2007

Avni ÖZGÜREL

12.04.2007


 

Atatürk yeniden seçilmiş miydi?

Atatürk, serbest seçimlerle oluşan bir meclis kararıyla ve çeşitli tercihler arasından mı kazanarak cumhurbaşkanı olmuştu?

İkinci bir aday var mıydı? Aday olabilecek herhangi bir babayiğit var mıydı peki?

Laf aramızda, Atatürk’ün cumhurbaşkanlığına yeniden seçildiği bir tek tarihi, bir tek yılı bilen var mı aranızda? Yok. Acaba 1929’da mı cumhurbaşkanlığı yenilenmişti yoksa 1935’te mi, biliyor musunuz? Bilmiyorsunuz. Meclis seçimleri 1928 yılında mı yapılmıştı yoksa 1936 yılında mı? Onu da bilmiyorsunuz. Peki 1941’de mi seçim olmuştu 1942’de mi? Yanıt veremezsiniz.

Çünkü bütün bunların hiçbir “belirleyici” yanı yoktu da ondan. Sonucu belli olan seçim, seçim miydi?

Akşam, 11.4.2007

Engin ARDIÇ

12.04.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004