Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 31 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Darbe nasıl pişirilir?

Bugün hararetli bir biçimde cumhurbaşkanlığını tartışıyoruz. Ama tarih bize şunu öğretiyor: Köşk hesapları ve oyunları yıllar önce başlıyor. Bir yanda siyasetçiler planlar kuruyor, diğer yanda askerler.

2003-2005 Ağustos tarihleri arasında görev yapan emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek’e ait olduğu söylenen anılar, önce internet sitelerinde yayınlandı.

Son olarak da, 2 bin sayfa tutan anıların, ‘ kamuoyunu ilgilendiren’ bölümlerini Nokta dergisi yayınladı.

Gazeteciler arasında başka bir yayını tavsiye etmek sık rastlanan bir durum değildir. Ama bu kez durum farklı: Bir buçuk lira verip mutlaka Nokta’yı alın ve günlüklerin tamamını okuyun. Garanti veriyorum: Küçük dilinizi yutacaksınız!

Böylece 11’inci cumhurbaşkanının seçilme öyküsünün yarısını da bu günlüklerde bulacaksınız.

Neler neler var günlüklerde:

Başta dönemin Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur olmak üzere bazı komutanların planladığı 28 Şubat (1997) ile 12 Mart (1971) karışımı darbe... ‘ Sarıkız’ adı verilen operasyonla medyayı, rektörleri, sendikaları, bazı dernekleri etkileme çabaları... Öğrencileri sokağa dökme hayalleri... Basit toplantıları, konferansları, panelleri büyük gösterilere dönüştürme tezgâhları...

Bazı komutanların, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ile ‘ darbe yanlısı olmadığı’ için dalaşmaları ve ona ‘ dinci’ demeleri... Hatta çabalar sonuç vermeyince ‘ şahin’ Şener Eruygur’un kendi başına darbe planları yapması, buna da ‘ Ayışığı’ adını vermesi.

***

Anıları okurken birkaç noktaya özellikle dikkat etmek gerek:

1) Komutanın göreve başladıktan bir iki gün sonra, 2 Eylül 2003 tarihinde defterine düştüğü şu not:

“ Anlaşılan bundan sonra bahriye işlerine daha az zaman ayırıp siyasi gelişmeleri takip etmek zorundayız. “

Hakikaten de öyle oluyor... Birinci vazifeleri askeri meseleleri düşünmek, ülke savunması için gereken tedbirleri alıp düzenlemeleri yapmak olan komutanlardan bazıları... İşi gücü bırakıp siyasetle uğraşıyor. Sık sık bir araya gelip “ öyle bir darbe yapalım, böyle bir darbe yapalım “ diye tartışıyorlar.

2) Bu komutanlar emekli oldu ama hayattalar. Peki mesela Eruygur ne yapıyor dersiniz? Şu anda Atatürkçü Düşünce Derneği’nin başkanı. Yardımcılarından biri de İstanbul Üniversitesi profesörlerinden, “ ordu göreve “ pankartları altında yürüyen Nur Serter .

Nokta’nın Yayın Yönetmeni Alper Görmüş, “Günlükleri okuduktan sonra günümüzdeki kitlesel eylemlerin ‘ sivil’liğine inanmak çok zor” diyor. “ Ölme ve öldürme “ üzerine yemin ettirilen ‘ Kuvvacı’ dernekleri de tam bu noktada tekrar hatırlayalım.

***

Hani yap-boz oyunları vardır. Farklı parçalar bir araya gelerek büyük resmi oluşturur.

Bu olay da öyle... Eski komutan Özden Örnek “ günlük bana ait değil “ diyor ama... Günlükte yer alan bilgiler, o dönemdeki olaylarla gayet güzel uyuşuyor, birbirini tamamlıyor.

Günlükler Örnek’e ait olmasa dahi ‘ bir bilen’ tarafından yazıldığı belli. Kimse böyle ayrıntıları ‘dışarıdan’ uyduramaz.

Sabah, 30 Mart 2007

Emre AKÖZ

31.03.2007


 

“Skandal Hukukçu”

Türkiye’de şimdiye kadar çok hukuk skandalı yaşandı. Nice anlı şanlı hukukçu, bu hukuk skandallarının baş aktörü oldu; binlercesi yanında yöresinde yer aldı.

Hangi birini analım? Susurluk... Şemdinli... Her biri sonuçta birer hukuk skandalına dönüşmüş bu dosyaların hangisinin kapağını açalım... Sonuçta; bütün yüksek yargı mensuplarının ordunun neferleri gibi hizaya sokulup “brifing” aldığı bir ülke burası. İddianamesinde somut suç delilleri yerine alçaklar, hainler, habis tümörler diye suçlamalar sıralayan savcıların saygıdeğer hukukçular olarak ortada dolaşabildiği bir ülke...

Hukukun katledildiği, siyasî infaz aracı haline getirildiği her olayda, bu operasyonun liderliğini yapan, bu operasyona katılan ya da en azından hukukun katline seyirci kalan hukukçular vardı. Hiçbirine “skandal hukukçu” denmedi şimdiye kadar. Ama bakıyoruz, hayatı bu tür hukuk skandallarına karşı mücadeleyle geçmiş, Türkiye’nin en iyi Anayasa hukukçularından biri olmakla kalmamış, kalitesini uluslararası platformda da kanıtlamış bir hukukçumuz; Prof. Dr. Mustafa Erdoğan şu günlerde bazı çevreler tarafından boy hedefi haline getiriliyor. Hakkında “skandal hukukçu” diye manşetler atılıyor.

Sebep, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde görev süresi dolan Türk hakim Rıza Türmen’in yerine hükümetin aday gösterdiği isimler arasında onun da yer alması. Peki neymiş onun adaylığını “skandal” haline getiren şey?

Mesela, Anayasa Mahkemesini ideolojik bekçilik yapmakla ve üyelerini hukuk” formasyon açısından yetersiz olmakla eleştirmiş. Cumhuriyetimizin halktan kopukluğunu eleştirmek için “cumhursuz cumhuriyet” deyimini kullanmış; 12 Eylül Anayasası’nın başlangıç kısmının ve 2. maddedeki “Atatürk milliyetçiliğine bağlılık” ibaresinin kaldırılmasını istemiş.

Genel Kurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanmasını; MGK’nın kaldırılmasını istemiş. Eğitimin ideolojik endoktrinasyondan arındırılmasını, din eğitiminin özgürleştirilmesini, Anayasa’nın demokratik ve sivil ilkeler doğrultusunda yenilenmesini savunmuş. Hukuktan şaşmamasının, doğru bildiğini cesaretle savunmasının bedelini de ödemiş her seferinde; defalarca yargılanmış, yüksek tazminatlara mahkum edilmiş. İşte bütün bunlar skandalmış...

Hükümet “böyle birini” nasıl aday gösterirmiş! Suçlama kampanyasını yürütenler belli ki farkında değil, ama istemeden Erdoğan’a olumlu referans veriyorlar. Zira bütün bu söylenenler aslında onun Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi üyeliği için olumlu referans olabilecek şeylerdir. Kararı verecek olan Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi üyesi parlamenterlerin Erdoğan’ın bütün bu “vukuatını” öğrendiğinde “işte tam adamımız” diye düşüneceğine hiç kuşkum yok.

Zira, Avrupalı bir hukukçunun gözünde, Genel Kurmay Başkanlığının Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanmasını istemek değil, istememek skandaldır. Yine, “Atatürk milliyetçiliğine bağlılık” gibi bir koşulun bir ülkenin anayasasında yer almasını; yani ülkenin bütün yurttaşlarına belli bir tür milliyetçiliğin anayasal zorunluluk olarak dayatılmasını hiçbir Avrupalı hukukçunun aklı almaz. Prof. Erdoğan’ın adaylığına “skandal” deyenler ancak bir durumda haklı olabilirlerdi. Eğer Erdoğan AİHM’ye Türkiyeli hukukçuları temsilen gidecek olsaydı... Gerçekten de böyle bir durumda onun önerilmesi yanlış olurdu.

Çünkü ne yazık ki, Türkiye’de hukukçuların büyük çoğunluğu Erdoğan’ın bu çizgisinin çok uzağında. Dolayısıyla onun Türkiyeli hukukçuları temsil kabiliyeti olmadığını kabul etmek zorundayız. Ama o oraya Türkiye’yi ya da Türkiyeli hukukçuları temsil etmek için değil, hukuku temsil etmek için gidiyor. Bu açıdan bakıldığında da hükümetin seçimi tam isabet.

Ben, Türkler de dahil Avrupa vatandaşlarının hak ve hukukunu ondan daha iyi koruyacak bir isim tanımıyorum. Abdullah Gül’ü de bu seçiminden dolayı kutluyorum. Takdir, Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi üyesi parlamenterlerin...

Bugün, 30 Mart 2007

Gülay GÖKTÜRK

31.03.2007


 

İç Hizmet Kanunu yürürlükte oldukça...

Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek’e ait olduğu öne sürülen günlük, “darbe” yi yeniden gündemimizin ilk sıralarına oturttu. Örnek’in yalanladığı bu günlüğe göre eski kuvvet komutanları 2004 yılında iki kez darbe yapmayı planlamış...

Bu “sözde” girişimlerin muhatabı, iktidardaki AKP’ymiş...

Arkadaşlarımız dün bu partinin yetkililerine, “Ne düşünüyorsunuz” diye sormuş:

Genel Başkan Yardımcısı Necati Çetinkaya, “Darbeler, ülkemizin gündeminden çoktan çıktı” demiş... Meclis Adalet Komisyonu Başkanı Köksal Toptan ise darbenin çağ dışı kaldığını iddia etmiş...

Ben kronik bir “darbe karşıtı” olarak, bu sözleri gerçekçi bulmuyorum.

Evet; darbe olmamalı, aklımıza bile getirmemeliyiz...

Ama Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun 35’inci maddesi yürürlükte olduğu sürece, ben de asker olsam durumdan kendime vazife çıkarır ve gerektiğinde “darbe yapmanın bir görev olduğunu” düşünürüm...

Çünkü madde çok açık:

Silahlı Kuvvetleri’nin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır.”

***

Bu madde askerlerimize sadece, ülkenin iç ve dış güvenliğini sağlama görevini değil; “yıkıcı, bölücü ve irticai faaliyetlere karşı Türkiye Cumhuriyetini, onun anayasasını kollama ve koruma görevi”ni de veriyor.

Üstelik hangi eylemlerin bu kapsama girdiğini belirtmiyor... Yani bir kriter vermiyor!

Bu yetkiyle ve görevle donatılan bir kurum, “gerekli gördüğünde” darbe yapmazsa “görevi ihmal” suçu işlemiş olur!

Bu yüzden siyasetçiler artık her “darbe” söylentisinden sonra, “Bunlar geride kaldı. Bu ülkede artık darbe olmaz” diye kendilerini ve bizi kandırmayı bıraksınlar da güçleri yetiyorsa 35’inci maddeyi yeniden düzenlesinler...

Yasayla askerimize verdiğimiz “Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumak görevi”ni daha somut bir şekilde tanımlasınlar, kriterler getirsinler.

Peki; bunu yapacak güç AKP’de var mı?

Yok!

O zaman hiç değilse, “darbe olmaz” diye ahkâm kesmeyi bıraksınlar...

Çünkü bu madde yürürlükte olduğu sürece, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin darbe yapma hakkı ve yetkisi vardır!

Vatan, 30 Mart 2007

Mustafa MUTLU

31.03.2007


 

Umarız, Başbakan 301’i anlamıştır...

Hükümetin 301 konusundaki yaklaşımı “bırakın, uygulamaları görelim, ondan sonra karar verelim. Adalet, kendi içinde ince ayar yapar ve sakıncalar kendiliğinden yok olur” şeklindeydi. İlk başlarda, bu yaklaşım gayet mantıklıydı. Her yasa değişikliğinden sonra, uygulama için bir sürenin geçmesi ve içtihatlarla rayına oturmasını beklemek doğru bir yaklaşımdı.

Ancak bu mantık 301 konusunda yürümedi. Tam aksine sonuçlandı. Savcıların bir bölümü en olmadık davaları açtılar. “Ne olur, ne olmaz. Benden gitsin de, yargıç karar versin” diye, 301’in ruhuyla uyuşmayacak şikayetleri kabul ettiler veya kendileri, kamuoyundaki aşırı milliyetçi rüzgârlara kapılıp, garip dâvâlara öncülük ettiler. Kamuoyundan eleştiri alan her şeyi “Türklüğe hakaret” diye yorumladılar. Yargıçlarımız da, yine kamuoyunun nabzı nasıl atıyorsa, ona göre kararlar aldılar. Bazıları 301’i doğru okudu, bazıları ise tam aksine tutum aldı.

Özellikle Cemil Çiçek (Adalet Bakanı) 301 konusunda inatla direndi. Avrupa’yı örnek gösterdi. “Onlarda da var” dedi. Ancak, onlardaki uygulamanın farklı olduğunu söylemedi.

Gül, bu konuda en sıkıntılı olanların başında geliyordu. Değiştirilmesi gerektiğini biliyor, söylüyor ancak patron (Başbakan) seçimler öncesinde bir şey yapmak istemediği için, seyirci kalıyordu.

Başbakan, sürekli zigzag yaptı.

Bir gün “değişiklik olur” dedi, öbür gün “ne gerek var” diye konuştu. Aslında Erdoğan 301’in değiştirilmesi gerektiğini biliyordu, ancak seçimler elini kolunu bağlamıştı.

CHP’nin sert eleştirisinden çekindi.

MHP’nin, milliyetçilik bayrağını kullanıp birkaç puan daha kapıp Meclis’e girmesinden korktu.

Sonunda, yaratıp büyüttüğü 301 onu da ısırıverdi.

Öcalan’a “Sayın” dediği için, Türklüğe hakaret ettiği varsayımından hakaretle dava açıldı.

Bence çok iyi oldu.

Başbakan, belki gerçeklerle karşı karşıya kalınca, Türk halkının 301 ile yaşamasının ne kadar güç olduğunu anlar ve bu çarpıklığın düzeltilmesi için –seçim sonrasında- temelden bir önlem alınmasını kararlaştırır...

Bazı hatalardan dönülmesi veya atılan adımların ne kadar yanlış olduğunun anlaşılabilmesi için, bu tip gelişmeler yaşanmalı.

Başbakan suçlu bulunursa, 301’in hayatı kısalır.

Başbakan suçlu bulunmazsa, doğru bir içtihat doğmuş olur.

Benim anlayamadığım, bazı yanlışları görüp düzeltmek için, bunca acı çekmeye ne gerek var acaba?

Posta, 30 Mart 2007

M. Ali BİRAND

31.03.2007


 

DYP’ye dikkat!

Sizlerle hep paylaştığım “bir analizim” var: “AKP ile DYP’nin kaderleri birbirine endeksli.

Biri ne kadar düşerse, diğeri o kadar yükselir. Çünkü tabanları aynı...” Açıkçası başta Başbakan Erdoğan AKP’lilerin de benzer şekilde düşündüğünü, DYP’yi ayrı bir önem vererek gizlice izlediklerini düşünüyorum. Telefonla “hatırlaştığımız” DYP lideri Ağar da aynı yorumu yaptı: “AKP’yi sadece DYP’nin yükselişi iktidardan düşürebilir.” Off the record bir sohbet olduğu için ayrıntılarına girmeyeceğim ama ana düşüncem şu: “Oranı hayli düşük Milli Görüşçü tabanını saymazsak AKP’de ağırlığı merkez sağ seçmen oluşturuyor. Bunlar da AKP’ye küserlerse, gidip oy verecekleri parti laikliği çok öne çıkaran CHP, ya da sert milliyetçi MHP değil.

AKP’ye oy verenler fazlasıyla DYP’ye oy verenlere benziyor.” Hatta bir “ileri” daha götüreyim. Herkes, “Düz ovada siyaset, DYP’lileri partiden koparttı” diyor ya, bu görüşe katılmıyorum. Kaba bir milliyetçilik, kaba bir AB karşıtlığı ve kaba bir Amerikan karşıtlığı sergilemeyen Ağar’ın duruşu, DYP’nin geleneksel çizgisine uyuyor. Aynı havayı AKP’nin seçmen tabanında görmek de mümkün. Yani AKP’den soğuyacak bir seçmenin, kendisini en yakın göreceği parti her şeye rağmen DYP gibi görünüyor. Bu yüzden hep tekrarlıyorum. Eğer önümüzdeki aylarda olur da AKP’de sürpriz bir erime görülürse, önümüzdeki seçimlerin “sürpriz atı” DYP’dir. Ağar’ın benimle paylaştığı analizini bu yüzden fazlasıyla önemsiyorum: “AKP’yi yıkarsa DYP yıkar...”

Bugün, 30 Mart 2007

Hakan AYGÜN

31.03.2007


 

Avrupa treni yeniden yürürken

Madem bu tren benzetmesini herkes kullanıyor, ben de kullanayım, bakalım siz bir şey anlayacak mısınız?

Avrupa Birliği, Türkiye’ye ‘sonu üyelik’ olan aday adayı statüsünü 1999 Aralık ayında Helsinki’de verdi. Tren peronda duruyordu, bilet kuyruğundaydık. Bileti almak için Kopenhag Kriterleri adı verilen siyasi kriterleri yerine getirmeliydik.

Bunları yapmak beş yılımızı aldı, Aralık 2004’te trene binebileceğimiz saati, yani müzakere tarihini verdi AB: 3 Ekim 2005.

Trenin kapısından içeri adım atmak epey bir zahmetli oldu ama 3 Ekim’de müzakere çerçeve belgesinde anlaşılmasıyla kapıdan içeri girdik.

Yalnız içinde bulunduğumuz vagonun tekerleklerinin az da olsa dönmesi için Haziran 2006’yı bekledik. Bu tarihte toplamı 35 tane olan müzakere başlıklarından ilki açıldı ve geçici olarak kapatıldı. Yani tekerlek belki bir tam tur bile dönmeden yeniden durdu.

Şimdi aradan tam 9 ay 17 gün (dün itibarıyla) geçtikten sonra tekerleğin ray üzerinde yeniden hareketlenmesi söz konusu. Türkiye, dün Brüksel’deki Avrupa Konseyi binasında düzenlenen mütevazı bir seremoniyle ‘İşletmeler ve Sanayi Politikaları’ başlıklı yeni bir fasılı daha açtı. Umudumuz bu faslın geçici kapamasının 2008 ortalarında, yani yaklaşık 15 ay sonra olması.

Tren için ne büsbütün duruyor ne de tamamen hareket ediyor diyebiliriz. Biz Türklerin pek alışık olduğu bir durum doğrusu.

***

Sakın alınan mesafeyi ve girilen yolu küçümsediğim sanılmasın. Tam tersine, üstünde yürünen yolun en az varılacak hedef kadar önemli olduğuna, hatta belki hedefin kendisi olan tam üyelikten bile önemli olduğuna inananlardanım.

Bakın, dün açtığımız ‘İşletmeler ve Sanayi Politikaları’ başlığının kapanış kriteri, uzun yıllardır ülkemizde kafası çalışan ve makul düşünen herkesin önerdiği ama nedense bir türlü yapılamayan bir şey: Özellikle alt sektörlerde stratejik önceliklerin belirlendiği, Türkiye’nin göreli rekabet avantajının ölçümlendiği bir stratejiyi yürürlüğe sokmak.

Daha dün Başmüzakereci ve Devlet Bakanı Ali Babacan bu kapanış kriteri için, “Bizim uzun yıllar önce kendi kendimize yapmış olmamız gereken bir şey” dedi.

AB sürecinin, sürecin sadece kendisinin işte böyle faydaları var: Önde tutulan havuç sayesinde sopaya gerek olmadan bazı şeyleri kendi kendimize yapacağız.

Ali Babacan ve Türkiye’nin AB müzakere ekibinin verdiği bilgiye göre çok kısa zaman içinde en az bir, en çok üç başlıkta daha müzakere başlayabilir.

Dün müzakere treninin tekerleklerinin yeniden hareketlenmesinin siyasi önemi, son haftaya damgasını vuran Türkiye AB’nin 50. yılına davet edildi-edilmedi tartışmasını kesmesi. Çünkü AB açısından bir başlığın daha açılması sadece teknik bir karar değil, 27 üye ülkenin bir araya gelip aldığı bir siyasi karar bu aynı zamanda.

Sürecin devamı için bazı temel bilgilerin farkında olmakta fayda var:

Bundan böyle, geri kalan 33 (dün açılanla birlikte 34) başlık için temel bir kapanış kriteri var, Kıbrıs’a liman ve havaalanlarını açmak.

Yine geri kalan 33 başlıktan 8 tanesi için müzakereye temel açılış kriteri yine Kıbrıs meselesi.

Geri kalan 25 başlıktan bir bölümünde bazı teknik veya uygulamaya dayalı açılış kriterleri olacak. Bu kriterler yerine getirildiğinde müzakere açılabilecek.

Ve son olarak da, hiçbir açılış kriteri bulunmayan başlıklar var.

Müzakereleri ilgili başlıkta kapatmak için de, zaman zaman o başlığa özgü bir kapanış kriteri olabilecek. Mesela dün açılan başlığın kapanış kriterini söyledim bile.

Kısacası şu: İçinde bulunduğumuz vagon çok az veya çok ağır hareket ediyor olsa bile, bu hafif hareketin kendisi bile Türkiye için çok önemli, çok yapıcı. Vagonun hızını belirlemek artık tamamen Türkiye’nin elinde de değil ama yine de Türkiye’nin bu arada elinden geleni yapması, vagonu yavaşlatan taraf olmaması kendi lehine.

Dün bir başlığın daha açılması, sadece vagonun yeniden hareket etmesi bakımından değil, siyasi anlamları itibarıyla da çok önemli, çok simgesel bir olay oldu.

Radikal, 30 Mart 2007

İsmet BERKAN

31.03.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004