|
|
|
Tunus halletti, darısı başımıza... |
Tunus’ta başörtüsü mutabakatı sağlanmış. Tunuslu Müslümanlar ve laikler arasında yapılan görüşmeler sonunda başörtüsü takmak da dahil, laik devlette kadın haklarının ana hatlarını düzenleyen bir belge üzerinde anlaşmışlar.
Müslümanların, laiklerin ve komünistlerin oluşturduğu “Tunus Haklar ve Özgürlükler için 18 Ekim Forumu” adlı platformun üzerinde uzlaştığı belge 9 Mart’ta, yani Dünya Kadınlar Günü’nden bir gün sonra kabul edilmiş. Belgede, “Başörtü bireysel özgürlük meselesidir ve Tunuslu kadınlar başörtülerini çıkarmaları için zorlanmamalıdır veya bu yüzden cezalandırılmamalıdır” deniyor.
Başörtüsü takan kadınları baskı altına alan ve haklarından mahrum eden 108 no’lu “keyfi” kanunun kaldırılması için çağrı yapılıyor. Uzlaşmanın sağlanması üzerine Forum’un ileri gelenlerinden birçok kişi çeşitli açıklamalar yapmışlar. Örneğin, Ekim 18 Forumu’nun kurucusu olan Ahmed Najeb Al-Shabi, belgenin hayatın her kesiminden Tunuslu’yu birleştiren gerçek bir demokratik toplum için “ilk adım” olduğunu belirtmiş. Ama bana, Laik İş ve Özgürlük Birliği Partisi lideri Mustafa Bin Cafer ‘in sözleri özellikle önemli geldi. Bu uzlaşmanın Tunus için bir kilometre taşı olduğunu ifade eden Cafer şöyle diyor: “Laik-İslamcı konsensusu yirmi yıl boyunca her iki kesimi birbirine düşüren devletin planlarını bozacaktır”
***
Tunus’ta başörtüsü yasağı Burgiba döneminden beri var. Cumhurbaşkanı Burgiba 1981 yılında kadınların devlet dairelerinde başını örtmesini yasaklamıştı. Daha sonra gelen Fransa etkisindeki “laikçi” hükümetler döneminde yasak daha da ağırlaştırıldı. Ve son yıllarda o kadar azgınlaştı ki, sokakları da kapsadı. Sokakta başı örtülü kadınlar karakola götürülüyor, ancak “bir daha başımı bağlamayacağım” diye imza alındıktan sonra serbest bırakılıyordu. Eminim, bizim kimi 28 Şubatçılar’ın da gönlünde yatıyordu bu uygulama, ama bu kadarına kalkışmaya cesaret edemediler.
Bir zamanlar Financial Times gazetesi, Tunus’ta sokaklardaki başörtüsü yasağı haberini “Tunus’ta Türk usulü” başlığıyla vermişti. Aslına bakarsanız, bizim yasakçılar sokakta yasağa kadar gidemediler hiç. Tek parti dönemindeki bazı uygulamalar hariç.. O zamanlar jandarmanın sokaktaki çarşaflı kadınların çarşaflarını yırttığı, şalvarlarını kestiği olmuştu ama 50’den sonra rastlanmadı böyle şeylere. Ama yine de dünya basını, Tunus’taki başörtüsü yasağını verirken, yasağın “anası” olarak Türkiye’yi gördü. Kim bilir, belki bizdeki yasak uluslararası planda daha çok tartışıldığı, daha çok konuşulduğu içindir... Her neyse...
Gördüğünüz gibi Tunus şu anda öne geçmiş durumda. Biz ise ne yazık ki, önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimini “first lady’mizin başörtülü olup olamayacağı” bağlamında tartışmaya devam ediyoruz. En uzlaşmacılar bile, işin özü olan yasağın kaldırılmasını bir yana bırakmış, Ak Parti’li olup da karısının başı örtülü olmayan aday isimleri üzerinde beyin jimnastiği yapıyor. Aylar var ki, Türkiye başörtülüleri unuttu, bu yasağın Türkiye’nin görüp göreceği en yaygın, en acımasız yasak olduğu hiç konuşulmuyor bile. Kısacası, daha uzun bir demokrasi geçmişine, daha köklü birçok kültürlülük deneyimine rağmen, Tunus kadar olamadık.
Çünkü Tunus’ta söz konusu olan laik kesim-İslami kesim ittifakına hâlâ çok uzak noktadayız. Tam tersine bizde parlamentodaki “laik muhalefet,” kraldan daha kralcı. Varlığını sürdürebilmek için her iki kesimi birbirine düşüren derin devlet planlarından medet umuyor. Çünkü başkaca dayanabileceği bir şey yok...
Bugün, 23 Mart 2007
|
Gülay GÖKTÜRK
24.03.2007
|
|
|
KKTC’yi önce Türkiye tanımalı |
Biz askerlerin siyasi konularda ulu orta konuşabildiği, Hükümetle, hatta siyasi partilerle polemiğe girebildiği tuhaf bir ‘demokrasi’de yaşamaya alıştırıldık. Dahası son cumhurbaşkanlığı seçiminde olduğu gibi, onlar müdahalede gecikince, davet eden siyasetçilerimiz bile var. Ama bari Kıbrıs’taki siyaset ve siyasetçiler rahat bırakılsın.
Kıbrıs’ta bizden daha özgür bir toplum ve daha demokratik seçimlerle iş başına gelmiş bir hükümet var. KKTC’nin bağımsız bir devlet olduğu, Türkiye Cumhuriyeti’nin de resmi tezi. Yıllardır dünyanın da bunu kabul etmesini istiyor.
Ama acaba kendisi gerçekten tanıyor mu? Ona bağımsız bir devlet muamelesi yapıyor mu?
Haberlere göre, Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanı Hayri Kıvrıkoğlu, görev yaptığı ülkenin başbakanını, parti kongresinde istiklal marşı okunmadığı ve saygı duruşu yapılmadığı gerekçesiyle paylıyor, elini sıkmayı reddediyor ve onlardan ‘Türklüklerini kanıtlamalarını’ bekliyor. Neresinden baksanız skandal.
Barış ve Demokrasi Hareketi Başkanı Mustafa Akıncı, bu olayda Başbakan Ferdi Sabit Soyer nezdinde Kıbrıs Türk Halkının hakarete uğradığını ifade ederken haklıdır.
Hangi bağımsız ülkede, başka bir ülkenin memuru, o ülkenin başbakanını azarlayabilir? O ülkedeki bir siyasi partinin kongresine karışabilir? Bu yetkiyi kendisinde nasıl bulabilir? Asker veya sivil, eğer Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir bürokratı, KKTC’nin Başbakanını paylayabiliyorsa, bunun sonuçları hakkında düşünen var mı? Eminim bu olaya Türkiye’deki bazı milliyetçilerle birlikte, ‘Kuzey Kıbrıs Türkiye’nin işgali altındadır’ diyenler de epeyce sevinmiş olmalıdır.
Neyse ki Kıbrıs halkının seçilmiş temsilcileri, bu olayda da demokrat bir duruş sergileyebildiler. KKTC Başbakanı Soyer, kimsenin uluslararası alanda oluşturulmak istenen imaja katkıda bulunmaması gerektiğini vurguladı ve ‘bizim demokrasimizi icazetli bir demokrasi, sınırlandırılmış bir demokrasi, egemenliği bir anlamda kullanamayan, kendi kendini yönetemeyen bir halk gibi göstermelerine bu halk asla fırsat vermeyecektir’ dedi.
Türkiye’de devletin içinde ve dışında yer alan bazı güçler ve çevreler, Kıbrıs halkının demokratik tercihleriyle şekillenen bugünkü yönetimini bir türlü içlerine sindiremediler. Tıpkı Türkiye’dekini sindiremedikleri gibi. Şimdi de bu ülkenin meşru Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’la, Başbakanı Soyer’le uğraşıyorlar.
Aslında sorunun, Türkiye’deki siyasi mücadelenin Kıbrıs’a taşınması gibi bir boyutu da var. Kıbrıs’taki bazı çevrelerin Türkiye’de yapılacak seçimlerde taraf olduğunu vurgulayan Cumhuriyetçi Türk Partisi Genel Sekreteri Ömer Kalyoncu da ‘kimsenin Türk olup olmadığımızı sorgulama hakkı yoktur’ diyor.
Türkiye, Kıbrıs’ın bağımsız bir devlet olarak tanınmasını istiyorsa, önce kendisi tanımalı. ‘Yavru Vatan’ın büyüdüğünü kabul etmeli. Onun demokratik kurumlarına saygı göstermeli ve Kıbrıs halkının meşru temsilcilerini aşağılamaya kalkışmamalı, yani onun bağımsız bir devlet olduğunu pratikte de tanımalı.
Tanımalı ki, öteki ülkelerden de bunu bekleyebilsin.
Star, 23 Mart 2007
|
Berat ÖZİPEK
24.03.2007
|
|
|
Hukuku zorlamak |
Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi hukuku zorlama çabaları devam ediyor maalesef. Son olarak hiç de ummadığım bir kişiden, eski Meclis Başkanı Hüsamettin Cindoruk’tan yeni bir ‘fikir’ çıktı. Anlatmaya çalışayım:
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, zamanında Siirt’te yaptığı bir konuşmadan ötürü Türk Ceza Kanununun meşhur 312. maddesinden yargılandı ve hüküm giydi, bu yüzden hapis yattı.
Siciline ‘terör suçu’ olarak işlenen bu ceza yüzünden Erdoğan 2002 Kasım’ındaki seçime milletvekili adayı olarak katılamadı, çünkü anayasaya ve Seçim Kanununa göre milletvekili seçilme yeterliğine sahip değildi.
Ama seçimden sonra hem 312. maddede, hem Adli Sicil Kanununda hem de anayasada Erdoğan için değişiklikler yapıldı. Bu değişikliklere ana muhalefet partisi CHP oy verdi, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer onay. Böylece Türkiye bir demokratik ayıbını temizledi, Erdoğan’ın yeniden milletvekili seçilme yeterliğine sahip olmasını sağladı. Bu arada tesadüf bu ya Siirt’te boşalan bir milletvekilliği için seçim yapıldı, Erdoğan siyasi hayatının bittiği şehirden yeniden siyasi hayatına geri döndü.
Erdoğan o gün bugün milletvekili olarak ve Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı olarak görev yapıyor.
Şimdi, bir zamanlar askeri yönetime karşı verdiği demokrasi mücadelesiyle tanınan Hüsamettin Cindoruk, Erdoğan’ın zamanında aldığı bu cezanın onun Cumhurbaşkanı olmasına engel teşkil ettiğini öne sürüyor.
Eğer o ceza Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasına engelse milletvekilliğine de engel olmalı. Ana muhalefet lideri, bu iddiayı ‘ciddiyetle değerlendireceklerini’ söylüyor. Bu değerlendirmenin kolay bir yolu var, hemen Yüksek Seçim Kurulu’na Erdoğan’ın milletvekili seçilme yeterliğine sahip olmadığına dair bir başvuru yapsınlar ve sonuç öğrenilsin.
Tabii bunun anlamı, ana muhalefet partisinin zamanında kendisinin de katkıda bulunduğu yasa ve Anayasa değişikliklerini inkâr etmek olacak, varsın olsun!(...)
Bence, seçilmesinde milletvekili seçilme yeterliğine sahip olmak koşulu aranan ve Meclis tarafından seçilen bir kişinin görevi dışında işlediği suçlarda milletvekilleriyle aynı dokunulmazlığa sahip olması makul olmalı.
Radikal, 23 Mart 2007
|
İsmet BERKAN
24.03.2007
|
|
|
Asker-Sezer buluşmasının düşündürdükleri |
Çankaya Köşkü önceki akşam aralarında Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının da bulunduğu 8 orgenerali misafir etti.
Türkiye’de yaşıyorsanız, ülke gergin bir cumhurbaşkanlığı seçimine gidiyorsa, devlet alarm vermiş haldeyse böyle bir buluşmayı hafife almak mümkün değildir. Benzer bir yemeğin geçen yıl da verilmiş olması bu gerçeği değiştirmez.
Değil mi ki bir süredir kumpaslar, tezgâhlar, dolaylı dolaysız uyarılar devri açıldı...
Değil mi ki Baykal askeri, hatta cumhurbaşkanını gidip Tayyip Erdoğan’ı bizzat uyarmaları, yani cumhurbaşkanı olmamasını telkin etmeleri için elinden geleni yapıyor.
Kaldı ki Mayıs ayında görevi sona erecek Sezer’in Tayyip Erdoğan’ın köşke çıkmasına son derece olumsuz baktığı ve bu konuda imalı beyanatlar verdiği ortada. Askerin bu konudaki tavrı da henüz vurgulu bir şekilde telaffuz edilmemiş olsa da son derece açık. Bırakın Tayyip Erdoğan’ı, AK Partili herhangi güçlü bir ismin cumhurbaşkanlığına bile karşı ordu.
Bu koşullarda cumhurbaşkanı-asker buluşmasının varlığı bile bir “gövde gösterisi” olarak yorumlanabilir.
Bu koşullarda önceki akşam Çankaya’da cumhurbaşkanlığı seçiminin konuşulmadığını varsaymak saflık olur.
Elbette bu konuşmanın düzeyi ve niteliği nedir, bunu bilmiyoruz...
Umalım ki Çankaya ile komuta heyetinin birlikte hareket etme gibi niyeti olmasın... Meclis iradesinin ve demokrasinin sınırlarını zorlayacak herhangi bir adım hazırlığı bulunmasın...
Yine de şunu akıldan çıkarmamak gerek:
Türkiye’de cumhurbaşkanlığı seçimlerini etkileme imkânına sahip olan tek güç TSK’dır. Sezer’in ve Baykal’ın tutum ve politikaları bu konuda lojistik oluşturmaktan öteye geçemez... TSK’nın açık bir tavrı ya da seçim sonrasına yönelik açık bir mesajı, güç oyununu istesek de istemesek de etkiler.
Ancak bu noktada bile iş sonuçta siyasi iktidara kalır.
Ordunun mesajını alıp almamak, boyun eğip eğmemek, riskleri göze alıp demokrasi mücadelesi yapmak ya da meydan okumak onun işidir.
Umarız böyle bir girişim olmaz. Olursa da umarız siyasi iktidar demokrasi açısından üzerine düşeni yapar ve siyaseten ve toplum adına meydan okur...
Ancak bir an için gidişatın ters istikamette olduğunu varsayalım...
Ordunun şu ya da bu aşamada, cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde veya sonrasında siyasi oyuna ağırlığını koymaya hazırlandığını bir ihtimal olarak bile düşünürsek, demokrasi adına ve demokrasi için şimdiden tedbir almak gerektiği ortadadır.
Nasıl?
Şu açık:
Türk Silahlı Kuvvetlerinin yasalcı ve meşruiyetçi bir yapısı vardır. “Adamı döver ama attığı dayağın yasalara uygun olmasını ister ya da etraf tarafından haklı görülmek ve desteklenme...” ister. Dolayısıyla “dayak atmaya hazırlanıyorsa” bunun yasal zeminini düşünür, meşruiyet kanallarını zorlar...
Kanımız odur ki şu aşamada Türkiye’de demokrasi yandaşlarına, özellikle siyasi iktidara düşen, olanı izlemek yerine aktif karşı çıkışlarla bu uygun zeminin oluşmasının önünü almaktır. Aksi halde askeri vesayet dozu artacak, bu sadece AK Parti açısından değil, Kürt meselesinden demokratikleşmeye her konuda olumsuz ve tehlikeli sonuçlar verecektir.
Son söz basına...
Olup biteni takip etmek, askeri vesayet hazırlıklarını haber haline getirmek ötesinde bir gazetecilik gerekir bu koşullarda... Müdahalelere uygun zeminler oluşmasına katkıda bulunmamak, zemin oluşturma çabalarına itiraz etmek gibi...
Bu ülkede kolay iş değildir bu...
Malum 28 Şubat’ta toplumsal yapıyı kutuplaştırarak, toplumu seferber ederek, askeri müdahaleyi destekleyip, doğrulayarak mümkün kılan basın olmuştur...
Yeni Şafak, 23 Mart 2007
|
Ali BAYRAMOĞLU
24.03.2007
|
|
|
Yeni Asya dalgasını geçiyordu |
Mart 1973’te Yeni Asya gazetesi yayıncılık tekelini elinde bulunduran TRT’nin radyo programları ile şöyle maytap geçiyordu: Bugün Radyoda Neler Var?
7.30 Kontenjan Senatörü Faruk Gürler’in dünkü temaslarından özetler.
10.00 Faruk Gürler’in bugünkü programı.
12.00 Faruk Gürler’in sabahki temasları.
13.00 Faruk Gürler’den haberler.
15.00 Faruk Gürler’in ziyaretleri.
17.00 Faruk Gürler’in temasları.
19.00 Faruk Gürler’den haberler.
21.00 Faruk Gürler’in 24 saati.
22.45 Faruk Gürler’den haberler.
Kimdi bu “kontenjan senatörü” Faruk Gürler? Nasıl oluyordu da adı, devlet radyosunda, basının dalga geçeceği kadar çok geçiyordu?
Bunu anlamak için birkaç yıl öncesine uzanmamız gerekiyor. 1969 yılında yeni seçimler yapılmıştı. Adalet Partisi’nin oyları düşmüştü ama yüzde 46.5 ile 256 milletvekili çıkarmıştı. Onu yüzde 27.4 ile 143 milletvekili çıkaran CHP takip ediyordu. Ülkede gerilim tekrar artmaya başlamıştı. Özellikle sol siyaset güçleniyordu. Ordu içinde de tekrar cuntalar oluşmaya başlamıştı. Bu oluşumların Ağustos 1970’te Kara Kuvvetleri olacak Org. Faruk Gürler ile Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Muhsin Batur ile temasları vardı. Ancak cuntalar toplumdan kopuk değildi. Doğan Avcıoğlu başta olmak üzere bazı aydınlar, Mısır ve Cezayir’deki gibi bir sol darbe için subayları kışkırtıyordu.
Hedef askerlerin yönlendirdiği bir sosyalist rejim kurmaktı. Halk rahatsızdı: 15-16 Haziran 1970’te işçiler büyük gösteriler gerçekleştirdi. Gerilla grupları silahlı eylemler yapıyordu. Parlamentoda da işler yolunda gitmiyordu. Adalet Partisi’nden ayrılan 41 mebus Demokratik Parti’yi kurmuştu.
Lider Ferruh Bozbeyli’ydi. CHP de rahat değildi. Orada da bir kopuş olmuş, CHP’den ayrılanlar Turhan Feyzioğlu’nun liderliğinde Güven Partisi’ni kurmuş ve 1969 seçimlerinde 15 milletvekili kazanmışlardı. Cuntacılar 9 Mart 1971’de bir sol darbe planlamışlardı. Ancak liderleri olarak gördükleri Gürler ve Batur son anda caydı ve Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın ile DenizKuvvetleri Komutanı Celal Eyiceoğlu’nun safına geçti.
12 Mart günü ise ordu hükümete bir muhtıra verdi. Muhtırada özetle şöyle deniyordu: “Bu işi doğru dürüst yapın, yoksa idareye el koyacağız.” Başbakan Demirel bunun üzerine istifa etti. Tutuklamalar, işkenceler, yasaklamalar başlayınca işin rengi belli oldu: Bu bir ‘sağ’ darbeydi.
Partiler kapatılmamıştı ama hükümeti asker belirliyordu. CHP’den ayrılan Nihat Erim bir hükümet kurdu. Kabinede AP’li ve CHP’li üyeler de vardı. 14 bakan ise Meclis dışındandı. CHP içinde ‘Ortanın Solu’ hareketini sürükleyen Bülent Ecevit tepki olarak genel sekreterlik görevinden istifa etti. Ecevit daha sonra Mayıs 1972’de toplanan Olağanüstü Kurultay’da İsmet İnönü’ye devirerek genel başkanlığı kazanacaktı.
17 Mayısta İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom’un, Mahir Çayan’ın önderlik ettiği Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi tarafından kaçırılması ve sonra da öldürülmesi gerilimin üstüne tuz biber ekti. Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan’ın arkadaşlarıyla birlikte davaları sürerken I. Erim hükümeti son buldu. II. Erim hükümetinde de AP’den ve CHP’den üyeler vardı. Hapisten kaçan Mahir Çayan ve arkadaşları ise 30 Mart 1972’de kıstırıldıkları evde öldürüldüler (Ertuğrul Kürkçü yaralı olarak yakalandı.) Solcu gençliğin liderlerinden Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, kimseyi öldürmemelerine rağmen 6 Mayıs 1972’de idam edildi. Yıllar akıp gidiyor, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın görevi bırakma tarihi (28 Mart 1973) yaklaşıyordu. Yeni cumhurbaşkanı kim olacaktı?
(...)Ağustos 1972’de Genelkurmay Başkanı olan Org. Faruk Gürler, epeydir “Sunay formülü niye bana da uygulanmasın” diye düşünüyordu. Bu yolda AP hariç diğer partilerle görüştü. Hava olumluydu. Sunay formülü işletildi: 5 Mart günü Faruk Gürler görevinden istifa etti. Aynı gün Mayıs 1972’de kurulmuş olan Ferit Melen hükümetinde Milli Savunma Bakanlığı yapan Mehmet İzmen de kontenjan senatörlüğünden ayrıldı. 6 Mart 1973 günü yeni Genelkurmay Başkanı Org. Semih Sancar oldu. Bir gün sonra da Gürler, kontenjan senatörlüğüne getirdi. Gürler parlamentoya girerek Köşk’e bir adım daha yaklaşmıştı. Dışarıdan bakıldığında plan işliyordu. Bu arada sıkıyönetim komutanlığı Köşk seçimini etkileyebilecek her türlü yayını yasaklamıştı. Ancak toplumun üstündeki baskı, Meclis’teki baskının yanında devede kulak kalırdı! Mesela komutanlar CHP, Demokratik Parti ve Milli Güven Partisi yöneticileriyle Gürler’in durumunu konuşmuşlardı. Ama Demirel görüşmeyi kabul etmemişti. Bunun üzerine Genelkurmay Başkanlığı, esas olarak Demirel’i hedef alan bir bildiri yayınlamıştı. Bu telaş boşuna değildi. Çünkü AP’nin parlamentoda Meclis artı Senato toplam 312 oyu vardı. Cumhurbaşkanını seçmek için en az 318 oy gerekiyordu. Demirel’in Gürler’i istemiyordu. Peki Demirel, silahların gölgesi altındayken bu cesareti nereden buluyordu?
Çünkü onca propagandaya rağmen ordu üst yönetiminin tek vücut halinde Gürler’i desteklemediğini görmüştü: Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’dan başka, Faik Türün ve Hamza Görgüç gibi ordu komutanlarının Gürler’e karşı olduğunu biliyordu. Ancak parlamento üyeleri ve TRT adeta kuşatma altındaydı. Bazı komutanlar TRT’ye emirle Gürler lehine programlar yaptırıyor, başka komutanlar da parlamenterlerden Gürler’i destekleyeceklerine dair imza topluyorlardı. Basının bir kısmı da hararetli bir biçimde Gürler’i destekliyordu: “Gürler ve eşi, evliliklerinin 40’ıncı yıldönümünü Çankaya’da kutlayacaklar” diye haberler çıkıyordu. İşte yukarıdaki yazı bu sebeple kaleme alınmıştı ve esprisi bir yana gerçeğin ifadesiydi.
Sabah, 23 Mart 2007
|
Emre AKÖZ
24.03.2007
|
|
|
|