|
|
|
Günlüğün kodları |
İki yıl önce Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndan emekli Oramiral Özden Örnek Paşa’ya ait olduğu öne sürülen günlükle ilgili tartışmalar sürüyor. Özden Paşa, günlükle ilgili çok önemli ipuçları verdi ama hala karanlıkta kalan bazı noktalar var. Bu yazımda günlüğün kodlarını çözmeye çalışacağız.
Önce şu tespiti yapalım. Özden Paşa diyor ki: ‘Notlar bana ait değil ama gerçeklik payı var.’ Paşa ilave ediyor: ‘Canımın yanacağını bildiğim için bu notları sildim.’ Ortada garip bir durum var. Şu sorunun yanıtı çok önemli: ‘Özden Paşa emekli olduktan sonra makamındaki bilgisayar kayıtlarına ma girildi? Teknik olarak mümkün mü?’
Teknoloji editörümüz Ersin Akman’ın tespiti şöyle: ‘Bilgisayarların sabit disklerine kaydedilen her türlü bilgi, uygun programlarca silinmediği sürece geri kurtarılabilir.’ Bu çerçevede, Özden Paşa’nın ‘Birileri faaliyet raporunu ele geçirerek eklemelerle bir senaryo yazmış olabilir’ sözünün altı çizilmeli.
Peki, günlüğün saf hali nedir? Çünkü, adına ne derseniz deyin, kim yazmış olursa olsun, internet sitesi Utah’tan yayınını sürdürüyor olsun, sözkonusu metindeki bazı notlar doğru. Günlükte asker, gazeteci ve medya patronu olmak üzere 15 kişinin ismi geçiyor. Özden Paşa dahil bu isimlerden 6’sıyla görüştüm. Günlükteki bazı notların doğrulunu tespit ettim.
Ateş olmayan yerden duman çıkmamış...
Gerçek olan notlar
Özden Paşa’nın ‘gerçeklik payı var’ dediği notları, araştırmalarım sonrasında sıralamam gerekirse; Jandarma’nın Anıttepe’deki tesislerinde yenen akşam yemeğinden başlayabiliriz. Yemekte Özden Paşa’nın yanısıra bazı üst rütbeli subaylar ile Aydın Doğan, Mehmet Yakup Yılmaz ve Fikret Bila da var. Günlükte Hürriyet yazarı için ‘Mehmet Ali’ diye yazılmış ama yanlış. Aslında rutin bir yemek. Ancak, medyadaki genel habercilik yaklaşımı da yemek masasında gündeme gelmiş. Örnek’in Sarıyer gazinosunda Ferit Şahenk’le görüştüğü bilgisine de ulaştım. Ne var ki, görüşmenin içeriğine ait bilgi sahibi değilim.
Paşanın Radikal Yazarı Murat Yetkin’le de iki kez yüz yüze görüştüğü bilgisi ulaştı bana. İlk görüşmede Yetkin, Abdullah Öcalan’la ilgili piyasaya yeni çıkan kitabını protokol listesine göre dağıtırken, Özden Paşa’ya da uğruyor. Kitabını takdim ediyor. Günlüğe yansıyan, ‘1999 şubatında Amerikalılar Abdullah Öcalan’ı Türkiye’ye teslim ederken Mesut Yılmaz’ın bilgi sızdırma ihtimalini dikkate alıp doğrudan Bülent Ecevit’i aramaları’ bilgisi, kitaptan bir alıntı. İkinci görüşmeye atfen yazılan ‘Elimde bir haber var, bu hükümeti sıkıntıya düşürmek için baş haber yapacağım’ iddiası, nota ekleme gözüküyor.
Tuncay Özkan’la görüşme de teyitli. Zaten Özden Paşa, star’a dün yaptığı açıklamada, bunu açıkça ortaya koydu. Milliyet yazarı Fikret Bila’nın, Genelkurmay Başkanı’na yazdığı iddia edilen bir mektupla ilgili Özden Paşa’yı aradığı not da doğru. O tarihlerde İlhami Erdil davasıyla ilgili Vatan Gazetesi’nde bazı belgeler yayınlanmaya başladığı dönemde, böyle bir mektup da Milliyet’e ulaşıyor. Bila, mektubun doğru olup olmadığı teyit için Paşa’yı arıyor. ‘Hayır’ yanıtını alınca, Bila bu mektubu yayınlamıyor.
Kıvrıkoğlu-Özkök gerginliği
Günlükte yer alan eski Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun Kara Kuvvetleri Komutanlığı yaptığı dönemde Hilmi Özkök’ü azarlayarak konuştuğu iddialarını doğrulatamadım. Ancak iki paşanın aralarının çok sıcak olmadığı biliniyor. Özellikle, 57. Hükümet döneminde MHP’li TBMM Başkanı Ömer İzgi’nin girişimiyle gündeme gelen, Kıvrıkoğlu’nun görev süresinin uzatılarak Özkök’ün emekliye sevk edilmesine ilişkin projenin, halef-selef arasında gerginliği tırmandırdığı yolundaki yorumlar ağırlıklı olarak konuşuluyor.
Günlüğün, Sarıkız operasyonu, Büyükanıt Paşa’yı zehirleme senaryoları gibi çok vahim iddiaların yer aldığı bölümleri sırrını koruyor. Şener Eruygur, Milliyet’e yaptığı açıklamada, ‘Bunlar mesnetsiz iddialar’ demiş. Aksi ispat edilene kadar doğru kabul ederim. Bu örnekleri daha da çoğaltmak mümkün.
Kritik iki soru
Bu mini çalışmayı özetlersek, ortada yanıt bekleyen iki kritik soru var: 1. Bu günlük (veya neyse), tamamen hayali değil. Özden Paşa’nın ‘Beni kurban seçtiler. Birilerinin ayağına bastım bilmeden’ sözünü de dikkate alarak, sorarsak, bu senaryo nasıl yazıldı? Günlükteki bazı görüşmeler sadece taraflarca bilindiğine göre, yayınlanan notlar, Özden Paşa’nın günlüğünden alıntı olabilir mi? Öyle ya, Özden Paşa ile Murat Yetkin’in veya Fikret Bila’nın görüşmesini, başka kim biliyordu?
Diğer soru daha can alıcı: Sadece Deniz Kuvvetleri Komutanı’nın kullandığı ve şifreli bilgisayara kimler ulaşıp notları aşırmış olabilir? Paşa’nın, ‘Faaliyet notlarımı birileri ele geçirmiş olabilir’ sözü anlamlı değil mi?
Meslektaşlarıma da küçük bir uyarım var: Hiç kimse bu yayınlarla TSK hedef alınıyor diyerek öküz altında buzağı aramasın. Başta göz bebeğimiz TSK olmak üzere, devletin tüm kurumları, iç yapıyı zamanla çürüten virüsler ve bakterilerden temizlenmedikçe sağlıklı bir yapıya kavuşamaz.
Yeni Şafak, 15.3.2007
|
Şamil TAYYAR
16.03.2007
|
|
|
ABD bu cehalet ve bu kibirle kaybetmeye mahkûm |
ABD ne zaman açık bir yenilgi tatsa, hatta hezimete uğrasa muhakkak birileri çıkar ve “Herşey ABD’nin kontrolü altında. Bütün bu olup bitenler önceden biliniyordu, tezgahlanmıştı. Amerikalılar mahsus kaybediyormuş görüntüsü yaratıyorlar” der. İşin ilginci ABD’ye toz kondurmayanların hemen hepsi Amerikan karşıtı olma iddiasındadırlar. İtiraz edip ABD’nin yenilmez olmadığını söylediğinizdeyse size “Amerikancı” damgası yapıştırırlar.
Uzaklara gitmeye gerek yok. El Kaide diye bir şebeke olmadığına ve 11 Eylül’ü bizzat Amerikalıların yaptıklarına inananların sayısı hayli yüksek. Bugün de Irak’ta ABD’nin zor durumda olduğu tespitlerini, yine Amerikalıların bir aldatmacısı olarak görenler ısrarla şunu iddia ediyorlar: “Bush demokrasi filan derken yalan söylüyordu. Asıl derdi petrol ve bunun için Ortadoğu’ya yerleşmek. Bu amacına ulaşmak için de Müslümanları bölmesi gerekiyordu. Irak’ta işte bunun provası yapılıyor.”
Yenilen kim?
Garip olan benzer değerlendirmeler ABD’de, üstelik Bush yönetimiyle araları hiç de kötü olmayan bazı isimler tarafından da yapılıyor. Bunların en meşhuru strateji uzmanı Edward Luttwak. Wall Street Journal’da 10 Ocak günü çıkan “İki İttifak” başlıklı makalesinde Luttwak, Bush’un demokrasi götürmek için yola çıktığını ama başarısız olduğunu kabul ediyor. Buna karşılık, Şii uyanışından telaşa kapılan Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün gibi ülkelerin Washington’a daha sıkı sarıldıklarını; öte yandan Irak Şiilerinin de ABD’yi kendilerine müttefik gördüklerini söylüyor. Luttwak’a göre bu iki ayrı ittifak ve Şii-Sünni çatışmasının yeniden canlanması Bush yönetiminin “kazara” da olsa başarılı olduğunu kanıtlamaktadır.
Yalan. En iyimser ifadeyle “wishful thinking” yani “temenni beyanı” . Böyle bir şey yok, olacağı da yok. Örneğin Luttwak, Irak İslam Devrimi Yüksek Konseyi (IİDYK) lideri Ayetullah Abdülaziz el Hakim’in Beyaz Saray ziyaretini, yıllarca İran’da sürgün yaşamış ve “Kahrolsun Amerika” diye bağırmış bu İslamcı liderin tükürdüğünü yalaması olarak tarif ediyor. Halbuki bunu tersten okuyup denize düşmüş Bush’un yılana sarılması olarak da değerlendirebiliriz. Benzer bir şekilde ABD’nin İran ve Suriye ile doğrudan görüşmelere başlaması durumunda ne diyeceğiz? “ABD o kadar bastırdı ki, bu iki ülke ’radikalizm’den geri adım attı” mı? Yoksa “Bush o kadar zor durumda kaldı ki mecburen masaya oturdu” mu?
Vahim hesap hataları
Geçenlerde Yeni Amerika Vakfı’nda Luttwak’ı dinledim. Irak’ın aslında hallolduğunu, sıranın İran’a geldiğini anlattı. Ona göre Azeriler, Kürtler, Beluciler ve diğer azınlıklar rejimden çok rahatsız. Yani Tahran’la masaya oturmanın hiçbir alemi yok. Washington içerdeki muhalefeti desteklerse molla rejiminin ömrü uzun değil.
Luttwak gibiler ABD’nin gücünü alabildiğine abartıyor, Müslümanlarıysa acayip küçümsüyorlar. İslam dünyasındaki farklılara aşırı önem atfediyor, bunları kışkırtarak herşeyi kontrol edebileceklerini sanıyorlar.
Yani hem çok cahil, hem çok kibirliler. Bu yüzden genellikle yanıldılar, yanılmaya da devam ediyorlar. Dün Afganistan’da El Kaide’nin doğumuna sebep oldular, bugün Irak’ta hangi tohumları atmış olduklarını çok geçmeden öğreneceğiz. Hele yarın İran’a da müdahale etmeye kalkarlarsa, bunun faturası görülmedik ölçüde vahim olacaktır.
Özetle, ABD kaybediyor, hem de çok kötü. Bu gidişle, yani bu cehalet ve bu kibirle daha da kaybedeceğe benziyor.
Vatan, 15.3.2007
|
Ruşen ÇAKIR
16.03.2007
|
|
|
Unutmayalım/ unutturmayalım |
17 Mart, savaşa ve işgale karşı küresel eylem günü. Dört yıla yaklaştı, her savaşa karşı eylem günü için benzer şeyler yazıyorum. Sanki bu bir gerekçe olabilirmiş gibi, benim bile aklımdan bir an için bile olsa, ‘aynı şeyleri tekrarlayacağız, acaba sadece duyuru yapsam, gündemdeki başka bir konuyu yazsam’ şeklinde utanç verici bir düşünce geçti.
Evet, çok utanç verici bir düşünce. Dünyada, yanı başımızda, savaş ve işgal var, yüz binlerce insan öldü, ölmeye devam ediyor, bir ülke yerle bir oldu, milyonlarca insan evlerinden, işlerinden, okullarından, hastanelerinden oldu, olmaya devam ediyor. Ve benim bile aklımdan, ‘aynı şeyleri tekrarlayacağız’ türünden bir düşünce geçiyor. İnsan, kötülüğü kanıksama açısından ne kadar zayıf bir varlık. Oysa, yazan için de, okuyan için de, aynı şeyleri tekrarlamakta ne beis var? İşgalciler, binlerce insanın katilleri aynı şeyleri tekrarlarken, onlara karşı çıkmak isteyen biz neden aynı şeyleri tekrarlamaktan kaçınmak durumunda olalım ki? Üstelik, tüm kötülükler, bu zaafımız üzerinden yürümeye devam ediyor. Kanıksamak, insanlığın en zayıf yanlarından biri. ‘Tekrar tekrar aynı şeyleri söylüyoruz, ne faydası oluyor?’ hissine, düşüncesine kapılmak son derece tehlikeli. İşgale, savaşa karşı çıkan bizlerin, sesimizi olabildiğince yüksek ve en önemlisi ‘sürekli’ çıkarmak dışında gücümüz yok, ama bu güç küçümsenecek bir güç olmamalı.
Oysa, başta kendimiz bu gücümüzü küçümsüyoruz. Dünyada, hiçbir şeyin gücü, insan iradesinin gücünün önüne geçemez, geçmemeli, yeter ki bu gücün farkında olalım. Bakın, dünyanın en zengin, en yüksek teknoloji sahibi, en güçlü ülkesi ve etrafındaki koalisyon, Irak’ta batağa saplandı. İşgalin başında, ‘Irak ikinci Vietnam olabilir’ dediğimiz zaman dalga geçen, işgal yanlıları rezil oldular. Gelinen noktada, işgalciler, Irak’ı ikinci Vietnam olarak tanımlamaya başladılar. Bilemiyorum, işgal yanlısı kalemlerin yüzleri kızarmıyor mu, oysa kırmızı onlara çok yakışıyor.
Irak’ta, direnişin kendisi de sorunlu, iş etnik ve mezhep kavgasına döndü, insanlar birbirinin boğazını sıkacak noktaya geldi. Tam da bu nedenle, işler bu bataklara savrulmadan, topyekûn insanlık adına yola çıkan direniş hatlarına, itiraz eksenlerine her zamankinden daha çok ihtiyaç var. Tam da bu nedenle, biz, ABD Irak’da batağa saplanmasa da, karşı çıkmaya devam edecektik, çünkü çıkış noktamız reel siyaset hesapları değil, insani ilkeler. Reel siyaseti kutsayanların hesaplarının bu kadar boşa çıktığı, tükürdüklerini yalamaya başladıkları bir dönemde, işgal ve savaş karşıtlarının seslerinin daha da gür çıkması beklenir. Bu koşullar altında, bugün, önümüzdeki en büyük engel ‘kanıksama’, kanıksatma. Buna karşı aynı şeyleri tekrarlamaktan asla yüksünmeden, biz de unutmamalı, unutturulmasına izin vermemeliyiz. Irak işgali, yakın tarihin en utanç verici olaylarından biridir, bizden sonra tarihte olanları okuyanlar, ‘Bunlar olurken insanlar nasıl seyirci kalabilmiş?’ diye soracaklar. İnanın, sessiz kalmak bir nevi savaş suçu olarak görülecek. Bu suça ortak olmayalım. Barış ve Adalet Koalisyonu, 17 Mart Cumartesi günü (saat 13.00’te) Kadıköy İskele Meydanı’nda, savaşa karşı küresel eylem mitingi düzenliyor. Çocuklarının, torunlarının gözünde savaş suçlusu olmak istemeyen herkesi, meydanda buluşmaya bekliyoruz.
Radikal, 15.3.2007
|
Nuray MERT
16.03.2007
|
|
|
Atatürkçü Apo |
Önümde bir Amerikan dergisinin 1 Mart 2007 tarihli nüshası duruyor.
Derginin adı “The New York Review of Books”.
Dergi üç sayfasını Türkiye’nin Kürtlerine ayırmış.
Christopher de Bellaigue adlı bir yazarı kaleme almış.
(...)
Gözlemlerinin asıl ilgi çekici yanı, Öcalan’ın son yıllarda “Türkiye Devleti’nden yana bir tutum izlediğini” söylemesi.
Öcalan’ın, Başbakan Erdoğan’a karşı “Atatürk ve Cumhuriyet ilkelerini” savunduğunu anlatıyor.
Bu arada bağımsızlık tezlerinden, hatta federal taleplerden bile vazgeçtiklerini vurguluyor.
Hatta Öcalan’ın “derin devletle” ilişkileri bulunduğu bile ima ediliyor.
Hürriyet, 15.3.2007
|
Ertuğrul ÖZKÖK
16.03.2007
|
|
|
‘Fotoğraf çekmek yasaktır’ |
Dün Halıcıoğlu’ndan taksiye bindim. Kasımpaşa üzerinden Taksim’e gittim. Yol üstünde, Haliç kıyısında, Deniz Kuvvetleri’nin çeşitli tesisleri vardı. Tesislerin iki kapısında yer alan “Fotoğraf çekmek yasaktır” ibaresi dikkatimi çekti.
Kendi kendime gülümsedim: Bu uyarılar acaba kaçıncı yüzyıldan kalma?
Geçen gün, başka bir vesileyle ‘bizim ordunun afrası tafrası kendi halkınadır’ dedim diye bazı okurlarımız kızdı.
Niye kızıyorsunuz? İşte size örnek: Fotoğraf çekmek yasakmış! Yahu, bırakın ileri askeri teknolojileri, yahoo.com adresindeki internet sitesine girerseniz, yeryüzünü baştan sona tarayan uyduların çektiği görüntüleri görürsünüz.
Girin kendi evinizi bulun.
Kimden neyi saklıyorsunuz?
Fotoğraf çekmek yasak mı? Geç Haliç’in karşı kıyısına, al eline bazuka gibi teleobjektifleri, çek Allah çek.
(...)
İleri askeri teknolojiler derseniz... Ohooo, onlar iyice uçup gitmiş durumda. Tepeden her şeyi görüyorlar!
Fotoğraf çekmek yasakmış. İyi.
Sabah, 15.3.2007
|
Emre AKÖZ
16.03.2007
|
|
|
|