|
|
|
Yazık değil mi? |
Sene 1961. Ord. Profesör Ali Fuad Başgil, bir yazı kaleme almıştır. Anayasa ile ilgili bir yazı olduğu için Başgil Hoca, teknik detaya inmiş ve hükmünü objektif kriterler kullanarak vermiştir.
Bir dostu, “Yazını okudum. Güzel ve çok doğru. Fakat bu yazıyı görmezlikten geleceklerini tahmin etmem. Mutlaka sana bir ihtarda bulunacaklardır. Hazırlan.” der. Ve iki gün sonra telefon edilir Hoca’ya. “Sizi örfî idareden çağırıyorlar” denir. İlk örfî idareden çağrılış değildir bu. Ancak olağanüstü bir dönemde, bir bilim adamını incitmek, bir düşünce insanını rencide etmek çok ama çok kolaydır. Uzun bir bekleyişin ardından Albay Emin Aytekin, Hoca’ya ders vermeye(!) başlar “Efkarı tahrik edici” yazısı yüzünden demediğini bırakmaz. Ardından Cemal Tural Paşa azarlar Başgil’i. “Memleketin içinde bulunduğu zor günler”den bahseder, bir profesörün “bunu idrak edemeyişini” dile getirir ve son noktayı koyar: “Sizi susturmasını pekala biliriz; fakat matbuata müdahale etmek istemiyoruz.”
Azarlama faslı bitince Ali Fuad Bey, her zamanki beyefendiliği ile memleketin “müşkül durumda olduğunu” arz etmek ister. Ve bir benzetme yapar: “Bugün Türkiye’miz, açık denizde fırtınaya tutulmuş bir gemi vaziyetindedir. Biz hepimiz, millet olarak, bu geminin yolcularıyız. Gemi batarsa hep beraber batacağız. Gemi selamet sahiline ulaşırsa birlikte kurtulacağız. Fakat bütün mesele, selamet sahilini bulabilmekte ve hayırlı bir iskeleye yanaşabilmekte. İşte ben bu iskeleyi arıyorum.”Onca nasihate (!) kulak vermeden düşünmeye devam eden Ord. Profesör, nâsihlerin (!) sabrını taşırmıştır bu cümlelerle. “... Fakat bu gemi Beşiktaş ya da Köprü iskelesine değil, bizim istediğimiz, mesela, Üsküdar iskelesine yanaşacaktır. Biz böyle istiyoruz.” cevabını alır, Başgil. Müsaade edilir ve, “Bu konuştuklarımızı da yaz gazeteye” istihzasıyla serbest bırakılır.
Buraya kadarki kısım, yakın siyaset tarihimizde örneği bol bir hadisenin küçük bir tezahürüdür. Hatıralar adlı kitabında (Boğaziçi Yayınevi) teferruatıyla anlatılır yaşananlar. Yürek burkan çok çarpıcı sahneler okursunuz bu kitapta. Başgil’in keyfî bir şekilde tutuklanması, aşağılanması, hücreye atılması, korkutulup sindirilmesi... Öyle ki Ankara’dan tahliye kararı gelir; ancak Cemal Tural buna öfkelenir ve tahliyeyi engellemek için yeni bir dava açtırır. Oysa gözaltında geçen günlerin sebebi 159. maddedir; ancak o maddenin ilgili fıkrası önceden ilga edilmiştir. Ne var ki durumdan örfî idarenin haberi yoktur. O yüzden sâkıt olacak davanın son anda önüne geçilir, Cemal Tural’ın “Bu adam çıkacak ha!” demesi üzerine tutukluluğun devamına yeni bir bahane bulunur...
Her şey bir yana; yaşlı bir fikir adamının uğradığı kötü muamele karşısında söylediği şu sözler yürekleri sızlatmaya kâfidir: “Ya Rabbi! Biz niçin birbirimize bu kadar hor bakıyor, vatandaş sevgisiyle muamele edemiyoruz? Niçin karşımızdakinin de hürmete layık insan olduğunu kabul etmiyoruz? Kendimizden başkasına niçin yabancı devlet casusu gözü ve şüphesi ile bakıyoruz?..”
Uzayıp giden sorular modern Türkiye tarihinin hazin manzarasını yeterince ortaya çıkarıyor. Maalesef her olağanüstü dönem, bir neslin kolunu kanadını kırmıştır. Aslında kolu kanadı kırılan millettir, milleti ayakta tutan değerlerdir. Bir dönem sağcı deyip solcuyla kapıştırılan nesiller boşu boşuna zayi edilmiştir. Onlardaki iç dinamizm, okuma heyecanı, kurtarma psikolojisi, yüceltme ideolojisi başka mecralara çekilmiş; hatta hiddet ve şiddetle beslenmiş ve iç düşman korkusu ülkeyi bir felaketin eşiğine getirmiştir. Laik-antilaik kavgasının ne işe yaradığını hatırlayan var mı? Kışkırtılan kitleler, ajitasyonlar, provokasyonlar, düzmece oyunlar... Ya Alevi-Sünni kavgası! Yüzlerce yıldır kardeşçe yaşayan insanları birbirine düşürenler kimlerdi, sokağa çıkanlar, belki de farkına varmadan, kimlerin amacına hizmet etmişlerdi?
Merhum Ali Fuad Bey doğru söylüyor: Hepimiz aynı gemideyiz. Asker de bu gemide, sivil de. Hiç kimse kendini geminin aslî sahibi sayamaz ve hiç kimse bir başkasının düşünmesini, okumasını, yazmasını engelleyemez. Farklı olmanın zenginliği, sahil-i selamete çıkmak için en önemli hazinedir. Yoksa gelecek nesiller de bugüne dair hatıraları hüzünle, acıyla okuyacak. Sevgiden, saygıdan, hoşgörüden, tahammülden bu kadar ayrı düşmeye gerek var mı? Farklı düşünmenin kimseye zarar vermediği, üstelik bu kadar açık ve misali bol bir gerçeğe dönüşmüşken, işgüzarlık edip nesillerin idealizme kanatlanmış ruhlarını öldürmenin ülkeye ne faydası olabilir ki!
Zaman, 13.3.2007
|
Ekrem DUMANLI
14.03.2007
|
|
|
Aman yangın sönmesin! |
Gazi Üniversitesi’nden siyaset bilimci Mümtaz’er Türköne ilginç saptamalar yapıyor. Mesela şöyle diyor: “ Şemdinli olayı, ‘ Eğer PKK yapmıyorsa, PKK terörünü de biz yaparız, PKK terörünü bile biz yaratırız’ şeklinde bir mantığın eseriydi. Türkiye’nin Kürt politikası iflas etti. Askerlerin eseri olan Kuzey Irak politikası da iflas etti. Bu politikalarla hiçbir yere gidilmiyor. Bu iflası da belgeleyen aslında PKK’nın kendisi oldu. Ateşkes ve ardından silah bırakma tartışmaları, herkesin mevcut durumu, statükoyu sorgulamasına yol açtı. Eğer siz Kürt sorunu için ‘askeri çözüm’ diye direniyorsanız, PKK’nın silahlı kalkışmaya devam etmesi lazım.” ( Radikal, 12 Mart )
Burada bir noktayı daha hatırlatmak gerekiyor. Ama önce olayı geçmişiyle birlikte ele alalım:
Ankara’nın Kürt politikası, eğer amaç ‘ şiddetin bitmesi’ ise bir işe yaramamıştır. 20 yılı aşkındır süren çatışmalar sonucunda Türkiye kazanamamıştır.
Darbe yaptığı, başbakanı astığı, muhalifleri işkenceden geçirdiği için ordu, Türk halkı üzerinde korku ve tedirginlik yaratır.
Ancak aynı korku ve tedirginliği başka güçler üzerinde yaratamamıştır. Apo uzun yıllar Suriye’de yaşayarak örgütünü yönetmiş, Ankara’nın gücü onu oradan çıkarmaya yetmemiştir. (Gerçekten istendi mi; o da ayrı bir tartışma konusu.)
Ne zaman ki ABD ‘ OK’ vermiştir, işte ancak o zaman Suriye üzerinde bir baskı oluşturulmuştur. “ Şöyle takip ettik, böyle yakaladık “ diye anlatılan Apo hikayelerinin de uydurma olduğu ortaya çıkmıştır. ABD ve İsrail, Apo’yu, “ idam etmeme şartıyla “ paketleyip Türkiye’ye teslim etmiştir. Kalanı ayrıntıdır.
Gelelim bugüne... Bu PKK meselesinin bitmesi gerçekten isteniyor mu? Valla benim kuşkularım var.
İki yönlü bir durum bu:
Bir yandan bu işin bitmesi, “ bölündük, bölüneceğiz “ korkuları çevresinde inşa edilmiş olan politikalara son verir ki bunu asla istemeyecek kesimler var ülkemizde.
Çünkü şiddetin bitmesi, silahlanmadan maaşlara, güvenlik için harcanan paraların gözden geçirilmesi anlamına gelir.
İşte bir örnek: Doğu ve Güneydoğu sınırında gözetleme yapmak için Türkiye zeplin satın alıyor. Radarından lazerine çeşitli izleme araçlarıyla donatılacak bu özel balonların tanesi 50 milyon dolar. İşletme gideri ise saatte 300 dolar ( Vatan, 12 Mart ).
Düşünsenize... Birileri bundan komisyon alacak... Birileri kullanacak... Birileri lojistiğini sağlayacak... Balonun çevresinde bir ‘ ekonomik alan’ oluşacak.
Amaç ne? PKK’lıları izlemek. Peki PKK olmazsa ne olur? Eyvah, gitti bizim ‘ekonomi’! PKK olmalı ki o ‘ekonomi’ çalışsın.
Gelelim olayın bir başka boyutuna... Ankara tedirgin. Niye? Çünkü Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kuruldu. Bu devlet acaba Türkiye Kürtleri için bir cazibe merkezi olabilir mi? Elbette olabilir. Yarın öbür gün birileri o devletle birleşmeye kalkışabilir mi? Kalkışabilir.
O halde PKK’nın varlığını sürdürmesi gerekir. PKK olmalı ki icabında “ Vay siz terör örgütünü koruyorsunuz “ diye sınır ötesi müdahale yapılabilsin. PKK biterse bu imkan da biter.
Özetle: Önümüzde bir müsamere oynanıyor. Demeçler havada uçuşuyor. Tehditler savruluyor. Böylece şiddet gerçekten bitirilmek isteniyormuş, meselelerin çözülmesi için uğraşılıyormuş gibi bir izlenim yaratılıyor.
Halbuki olaylara başka bir gözle bakarsanız, “ sorunun kontrollü bir biçimde devamı “ için uğraşıldığını görürsünüz.
Yani: Yangın ne bitsin, ne çevreye sıçrasın! İtfaiyeciler çalışsın, sular köpükler sıkılsın, itfaiye araçları gidip gelsin, sirenler çalsın, çevre denetim altına alınsın, evler boşaltılsın filan ama yangın asla tam olarak sönmesin.
Sabah, 13.3.2007
|
Emre AKÖZ
14.03.2007
|
|
|
Akıllanmayacak bunlar... |
Bugün, o ‘anlamlı’ günlerden birini daha idrak ediyoruz. İlhan abi ve şürekası bayılır bu tür anlamlı günlere... Tarihe ‘12 Mart muhtırası’ olarak geçen, ‘sol’ beklentili ‘sağ’ darbeden söz ediyorum.
Ufunetli günler...
Kitleler henüz tehlikenin farkında olmadıkları için, Doğan Avcıoğlu’nun çıkardığı ‘Devrim’ dergisinde şu tür bildiriler yayımlanıyordu:
‘Şu günlerde yeniden 1919 karanlığına gömüldüğümüzü söylemek fazla mübalağalı değildir. Yaygın bir kötümserlik ve umutsuzluk, yeni bir düzen özlemiyle birlikte bütün ülkeyi kaplamıştır. Türk ulusunun geleceği için Devrimci Ordu Gücü pırıl pırıl parlamaktadır.’
Evet, Avcıoğlu ve arkadaşları (İlhan abi de aralarındaydı) darbe bekliyordu. Bu darbe, ‘sol’ bir darbe olmalıydı. Türkiye’nin NATO’yla, CENTO’yla ve bilumum uluslararası kuruluşlarla bağını koparmalıydı.
İntelligentsia darbe beklerken, ülkede peşpeşe bombalar patlıyordu.
Devrimci bombaları...
Kim getiriyordu bu bombaları?
Kim olacak, 27 Mayıs’çı, Milli Birlik Komitesi üyesi İrfan Solmazer.
Daha çok terör, daha çok tedhiş olmalı, ordu ‘çaresiz kalıp’ yönetime el koymalı ve böylece ‘devrime giden yolun önü’ açılmalıydı.
İşte İlhan abi’giller takımından Erol Bilbilik’in anlattıkları:
‘Bir gün Orhan Kabibay’ın evinde toplandık. Hidayet Ilgar, Talat Turhan, İrfan Solmazer ve daha birçok kişi vardı. Bir ara İrfan Solmazer bana, ‘Erol, sen Denizcileri ihmal etmişsin’ dedi. Kimi ihmal ettiğimi sorunca, ‘Sarp Kuray’ı, Deniz Gezmiş’i ihmal etmişsin. Hiç temas kurmamışsın. Ama ben onlara İstanbul’da, Ankara’da mısır patlatır gibi bomba patlattırıyorum’ dedi...’
Solmazer, Deniz Gezmiş ve Sarp Kuray’ı karşısına alıp konuşuyormuş, ‘Deniz, ABD Büyükelçiliği’ni tara ve yok ol’ diyormuş. Sarp Kuray’a da ‘Git şurayı bombala’ emrini veriyormuş.
Bilbilik, ‘Bu işlerden mutlaka Orhan Kabibay’ın haberi vardı’ diyor, ‘Dolayısıyla Deniz Gezmiş’i, Sarp Kuray’ı, herkesi kullandılar. İrfan Solmazer, 12 Mart’a 24 saat kala Almanya’ya uçuruldu.’
Solmazer kaçtı ama, Deniz Gezmiş darağacına gitti, Sarp Kuray da işkenceye... Sol darbe bekleyen aydınlar da mahbeslere tıkıldı. İlhan abi Ziverbey’e gönderildi mesela...
Bu süreci gazeteci Ahmet Kahraman şöyle özetliyor: ‘Eski generallerden Cemal Madanoğlu’nun başını çektiği, İlhan Selçuk ve Doğan Avcıoğlu gibi isimlerin de yer aldığı bir cunta, Başbakan Süleyman Demirel’i ‘yeterince Kemalist’ bulmadıkları için, darbeye hazırlanmışlardı. Ve bunlar, yayın organları ve basındaki uzantıları aracılığıyla her gün ‘devrim şafağının yakın olduğunu’ işliyor, üniversite gençliğini provoke ediyorlardı. Zaten baskı çemberinde olan gençler bunlara inanıyorlardı. 12 Mart darbesinden sonra tek tek tutuklandılar, birkaç yıl sonra da salıverildiler. Ama tek başına kalan gençler asıldılar, işkence gördüler, kurşunlanıp öldürüldüler. Bunların sorumlusu, kurşunlayanlardan çok, ‘devrim’ adına gençleri yollara, sokaklara dökenlerdi.’
Niçin hatırlattım bütün bunları?
Hani Cumhuriyet’in İlhan abisi, ‘Darbe ortamını kim hazırlıyor? Asker mi? Yoksa AKP iktidarı mı?’ diye güya feveran edip, olası bir askerî müdahalenin sorumluluğunu ‘şimdiden’ siyasi iradeye yıkmaya çalışıyordu ya, oradan aklıma geldi.
Şu garip tecelliye bakın ki, 1970’lerde Demirel’e karşı cunta kuran ‘sivil aydınlar’, 28 Şubat sürecinde ona teslim oldular.
Hem köşelerinde bol bol Demirel övgüsü yapıyorlar, hem de ‘yaklaşan tehlikeye’ (!) karşı orduya davetiye çıkarıyorlar.
İşkence de akıllandırmamış bunları!
Star, 13.3.2007
|
Ahmet KEKEÇ
14.03.2007
|
|
|
Dördüncü kuvveti fişleyen 1, 2, 3. kuvvetleri de fişlemiş olmasın! |
Güvenlik politikalarını “iç düşman” esasına gore düzenleyen devletler için bir tanım gerekirse, bu tarz devletler için en uygun tanım “Ensest devlet” olmalıdır.
Bir anlamda kendi kurumlarının esareti altında olan bir milletin devleti... Türkiye’nin sorunu, askeri vesayet altında bir sistemle yönetiliyor olmasından başka bir şey değil. Halkını “fişleyen” bir düzenden söz ediyoruz burada.
En son demokrasilerde dördüncü kuvvet olarak kabul edilen basının akreditasyon adı altında nasıl da kategorize edildiğini, gazetecilerin ve yayın organlarının üzerine nasılda nasıl da siyah-beyaz işaretler konulduğuna şahit olduk. Dördüncü kuvvet fişleniyorsa, birinci, ikinci üçüncü kuvvet de fişleniyor olmalı. Bu davranışın temeli elbette yine sistemle ve sistemin tarihiyle ilişkili.
Çoğu kez sivil yönetime darbe vurmuş, çoğu kez Meclis’in kapılarını kapatmış, halkın temsilcilerini cezaevlerine tıkmış, hatta ve hatta halkın büyük çoğunlukla seçtiği bir başbakanı ve bakanlarını darağacında sallandırmış bir tarih var bu davranışın temelinde. Böyle bir yönetimde yaşamak zorunda olmak biz vatandaşlar için bir nevi ceza olmalı. Aksi takdirde olup bitenlerden mutlu olmamız gerekirdi, bazı “embeded” (Eklemlenmiş) gazeteciler gibi...
Öyleyse Türkiye’yi nasıl tanımlamalıyız? Deve mi, kuş mu? Bazen deve bazen kuş. Kaldırımda demokrat, meclis koridorlarında totaliter. Kamu alanında totaliter, özel alanda daha az totaliter.
Kamusal alanın faşist tanımı hayatımıza girdiğinden beri bu durum kriz çıkarmak için kullanılıyor. Türkiye demokratik, laik, hukukun üstünlüğüne dayanan sosyal bir hukuk devleti... Yalan! Öyle olduğuna elle tutulur emareler yok. Bu konudaki işaretlerin hepsi flu... Dünya’daki demokratik hukuk devletlerinde olmayan bütün sorunlar bizim ülkemizde var!
Ve biz normal demokrasilerde olmayan bu problemlerin çözümünü aramak yerine onları mevcut düzeni sürdürmek için kullanıp duruyoruz! Bu anlamda ülkemizi demokratik hukuk devleti diye tanımlamak yerine “sorunlarını bilerek ve isteyerek çözmeyen ülke” veya “faşist bir yapı”diye tanımlayabiliriz belki de. Ve her faşist devlet bir anlamda da “Ensest bir devlet”tir; yani gözünü dışarı yerine içeriye dikmiş, “birincil” olarak başkalarını değil, öz evlatlarını belirlemiş, bellemiş... Kim inanır bizim Avrupa Birliği’ne girmeye istekli olduğumuza? Kim inanır bizim Türkiye’yi çağdaş medeniyetler düzeyinde bir ülke olarak görme arzumuza? Artık kendi evlatlarımızı taciz etmekten vazgeçmeli değil miyiz?
Bu kadar baskı yeter yahu!
Bugün, 13.3.2007
|
Nuh GÖNÜLTAŞ
14.03.2007
|
|
|
Askerden yana olanlar, olmayanlar |
Genelkurmay’ın basınla ilgili yaptığı değerlendirmelerin ortaya çıkması birçok tepkiye yol açtı.
Genelkurmay’ın, şimdi, bunun nasıl kurum dışına sızdığını anlamak üzere soruşturma başlattığı da gene gazetelerde yer alan bir haber oldu. Böyle bir değerlendirmenin (‘askerden yana ve askere karşı yazarlar’ vb.) yapılmasının değil de, kurum dışına sızdırılmasının soruşturma konusu olmasını -bence haklı olarak- eleştirenler de oldu. Genelkurmay’ın bu gibi ‘sızma’lar konusunda bugünlerde aldığı kararlar ilginç: kısa bir süre önce de katille resim çektiren güvenlik görevlilerinin bandını yayımlayan TV kanalını ‘akreditasyon’ listelerinden çizdiklerini açıklamışlardı. Katille resim çektirenin değil de, bunu yayımlayanın ‘cezalandırma’ konusu olması gene çok ilginç ve düşündürücü bir uygulamaydı.
Bu ‘değerlendirme’ haberi için de aynı şeyler geçerli. Böyle bir olay, yazılı çizili bir şekilde önümüze gelince, şaşırtıcı, çarpıcı, sarsıcı vb. oluyor.
Oysa aslında bilmeyeceğimiz, tahmin etmediğimiz bir olay ya da bir durum
değil. Belirli bir yapılanmanın içinde olan bir şey. Bir süre önce de, basın değil, doğrudan doğruya toplumun nasıl fişlendiğinin bir örneği bulunmuş, yayımlanmış, o da epey tepki çekmişti.
‘Belirli bir yapılanma’ diyorum; nedir bu? Türkiye’de TSK’nın iç hizmete ilişkin metninde yer aldığını bildiğimiz, ülkeyi ‘koruma ve kollama’ maddesinden başlayan bir şey bu. Bununla TSK bu toplumda var olan başka hiçbir kurumun sahip olmadığı türden bir ‘görev’le donatıyor kendini. Böyle bir ‘koruma ve kollama’ görevinin devletin hemen hemen bütün organları için geçerli olacağını düşünebilirsiniz. Öyledir de. Ama ordunun fiili ve fiziki donanımı onu farklı kılıyor. Hayatımızın herhangi bir sabahında radyodan Yargıtay’ın veya Anayasa Mahkemesi’nin kötü gidişe ‘dur’ demek üzere idareye el koyduğu haberini duymadık.
Bu farklılıklar Silahlı Kuvvetler’i toplumun geri kalanından, ama aynı zamanda devlet organlarının da geri kalanından, farklılaştırıyor.
‘Askerden yana/askere karşı’ gibi sınıflandırmalar yapılabilmesi de doğrudan doğruya bu ‘farklılaşma’nın sonucu.
Kendine ve yalnız kendine böyle bir ‘yükümlülük’ biçen kurum, mesleki formasyonun bakış açısının getirdikleriyle de donanmış olarak, topluma kendisinin hareket alanı olarak bakmaya başlıyor ve bir yazarın gene çok haklı olarak değindiği gibi baktığı yerde ‘kırmızı kuvvetler’, ‘mavi kuvvetler’ tespit ediyor.
Bu sefer her nasılsa ele geçen metin bu işi basın çerçevesinde yapan bir metin ama bunun burada durmasının imkânı yok tabii. Daha önce bulunan, yukarıda değindiğim, ‘toplum’da kimin ne olduğu, ‘neci’ olduğu sınıflandırmalarına gidilmemesi mümkün değil.
Kendi içinde değişik, ilginç paradokslar taşıyan ve üreten bir durum bu. Bir yanda ve en başta, ‘gözbebeği’ olarak korunması ve kollanması gereken bir ‘millet’ var. Ama bütün bu ‘iç ve dış düşmanlar’ söylemlerinin günde beş vakit tekrarlandığı bir ideolojik ortamda o ‘millet’ aynı zamanda nesneleşiyor, ‘bizden yana’ olanlar, ‘bize karşı’ olanlar, tabii icabında ‘bize karşı olanların safına geçebilecek’ olanlar diye listeler, sınıflandırmalar uzayıp gidiyor -ve gider.
Bunun çok sağlıklı bir durum olduğunu herhalde söyleyemeyiz. ve herhalde ‘Bize ne! Bizi ilgilendirmiyor!’ da diyemeyiz. Bu gibi konuları açık yürek ve açık dille konuşmanın zamanı çoktan gelmişti.
Radikal, 13.3.2007
|
Murat BELGE
14.03.2007
|
|
|
|