Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 28 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Yargıtay emekli Savcısı Ahmet Gündel: Yargı 28 Şubat’ı sorgulayıp halktan özür dilesin

*28 Şubat sürecinde Genelkurmay Başkanlığı’nda yargı mensupları için brifingler düzenlenmiştir. Genelkurmay Başkanlığı’nın bu tür brifingler düzenlemesi “Yargıya hiçbir kişi veya kurumun talimat veremeyeceği” ilkesine aykırı değil mi?

Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 138/2. maddesine göre; “Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez, genelge gönderemez, tavsiye ve telkinde bulunamaz.” Yargıyı etkilemeye, onu yönlendirmeye yönelik hareketler elbette Anayasanın bu ilkesine açıkça aykırılık teşkil eder. Şunu vurgulamak gerekir. Doğal olarak ihtiyaç duyulduğunda devletin kurumları teknik konularda birbirlerini bilgilendirmek için toplantılar düzenleyebilirler. Ancak, Genelkurmay’ın yargı için düzenlediği brifingler bu kapsamda gerçekleştirilmiş değildir. Şov yapmanın dışında, içeriğinde de zaten somut ve tatminkar bilgilerin bulunmadığı anlaşılmaktadır. Seçilmiş hükümete karşı 28 Şubatta gerçekleştirilen yasa dışı müdahaleyi meşru göstermek ve kamuoyundan destek sağlamaya yöneliktir. Ayrıca brifinglerde, devletin irtica tehdidi altında bulunduğuna dair somut veriler de ortaya konulamamıştır.

*28 Şubat sürecinde “militan hukukçular” oluştu diyorsunuz. “Militan hukukçu” kavramından kastınız nedir?

Hukukçu Anayasaya, yasalara, mevzuata, yargısal içtihatlara, hukukun evrensel kurallarına, dosya içeriğine ve vicdanına göre uygulama yapan kişidir. 28 Şubat sürecinde, bu ilkelere aykırı olarak, ortama ve ideolojik düşüncelerine göre uygulama yapan savcı ve yargıçlar ortaya çıktı. Bazı kişi ve kurumlardan da alkış ve cesaret aldılar. Bunlar kamuoyu ve hukuk camiası tarafından iyi bilinmektedir. İşte “Militan hukukçular” bunlardır. Bir kısmı ortadan kayboldu, ancak bir kısmı hala yargı içerisindedir ve yargıyı siyasallaştırma çabalarına devam etmektedir. Militan hukukçulardan bahsederken “gerçek hukukçu” lardan söz etmez isek onlara büyük haksızlık etmiş oluruz. Yüz binlerce dosya içerisinde, sabah-akşam, hafta sonu demeden , toz kokulu, daracık odalarında, kısıtlı imkanlarla adalet dağıtmaya çalışan ve bu kadar olumsuz koşulda yargıyı ayakta tutmayı başaran, gerek adliye teşkilatında gerekse Yargıtay gibi yüksek mahkemelerde çalışan savcı, yargıç, tetkik hakimi, Yargıtay Cumhuriyet savcısı, Yargıtay üyesi gibi çok sayıda yargı mensubuna milletçe müteşekkir olmalıyız.

*Bu görüşlerinizi ifade ettiğiniz için Yargıtay’daki üyeler tarafından Adalet Bakanlığı’na şikayet edildiniz. Soruşturmanın sonucu ne oldu?

Doğrudur. Bir gazetede yayınlanan makale nedeniyle, hem olumlu hem de olumsuz bir çok tepki aldım. Daha önceleri T.C.K.nun 301. maddesiyle ilgili davalara da bakan dairede üye iken sonradan Yargıtay’ın diğer bir dairesinin başkanı olan ve şimdi emekli olan bir zat, bu makale ile yirmi beş yıl hizmet ettiğim yargının manevi şahsiyetini aşağıladığım gerekçesiyle beni ilgili yerlere şikayet etti. Elbette inceleme aşamasından öte bir yere gitmedi. Zaten, bir hukuk fakültesi öğrencisi bile yazının içeriğinde suç unsuru teşkil edebilecek bir durumun olmadığını görebilirdi. Ben yıllarca anılan suça bakan dairede çalıştım. Bu şikayet, 301. maddenin çok konuşulduğu şu günlerde gerçekten de uygulamadan kaynaklanan yakınmalara ilginç bir örnek oluşturmaktadır. Koşarak brifinge gitmeyi küçük düşürücü bir davranış olarak görmüyor, ancak neden bu brifinge gittiniz denildiğinde bu yargıya hakaret oluyor. İşte 301. maddeyi uygulama konumunda bulunan bir yargı mensubunun bu maddeyle ilgili bakış tarzı.

*28 Şubat sürecinde yaşananlardan dolayı yargı mensuplarının topluma açıklama yapmaları gerekmiyor mu?

28 Şubat müdahalesi ve brifinglerinde yargı mensupları ve Türk Ulusu küçük düşürülmüş, onurları zedelenmiştir. Hayali tehditler üretilerek bu konuda yanıltılmışlar, Genelkurmay Başkanlığı’na girişte, yasa gereği üzerleri aranamayacak olan savcı ve yargıçların üzerleri aranmış, askerler ayakta alkışlatılmıştır. Ben, yargıyı temsil konumunda bulunanların tüm yargı mensuplarından ve Türk toplumundan özür dilemelerini bunun, aynı zamanda, ileride demokrasiyi herhangi bir şekilde kesintiye uğratmaya heveslenenleri caydırmak için gerekli olduğunu düşünüyorum. Bu özür görevini yerine getirmeleri ve bu dönemi sorgulamaları gerektiğine inanıyorum.

*Genelkurmay Başkanlığı’ndaki brifinge yargı mensuplarının katılması yargının bağımsızlığı ilkesine aykırı değil midir?

Yargının güvenilir ve etkin olabilmesi için bağımsız ve tarafsız olması gerekir. 28 Şubat sürecinde yargı; askeri makamlardan talimat alan ve kamplaştırılan toplumun belli bir kesiminin yanında, diğer bir kesiminin de karşısında bir kuruluş olarak gösterildi, yasa dışı askeri müdahaleye ve yasa dışılığa destek veren bir kurum hüviyetine sokuldu. 28 Şubat sürecinde sadece yargının bağımsızlığı ilkesine darbe vurulmakla kalınmamıştır. Yargının dışında Hükümet otoritesi hiçe sayılmıştır. Bir anda koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti, devlet olma vasfından aşiretliğe düşürülmüştür.

*Genelkurmay’da düzenlenen brifinglere katılmak için yargı mensuplarına baskı yapıldı mı? Brifinge katılmanız için size çağrı geldi mi?

Brifinglere katılmak için çeşitli yargı birimlerinde imza karşılığı “katılıyorum-katılmıyorum” şeklinde listeler dolaştırıldı. Herkesin katılması gerektiğine dair hava yaratıldı. Bu şekilde savcı ve yargıçlar üzerinde baskı oluşturuldu. Bir kısım yargı mensubu bu iş için gönüllü oldu bir kısmı da “ileride bir sorunla karşılaşmamak” için kendilerini gitmek zorunda hissettiler. Benim görev yaptığım Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nda da imza karşılığı benzer listeler dolaştırıldı. Listeyi “katılmıyorum” diyerek imzaladım, brifinglere de katılmadım.

Yeni Şafak, 27.2.2007

Konuşan: Bilal ÇETİN

28.02.2007


 

28 Şubat’ın açtığı yaralar kapandı mı?

28 Şubat’ta cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan Demirel, defaatle “Süreç”in, 17 Ocak’ta kendisine verilen bir brifing ile başladığını söyledi. Genelkurmay’da kendisine verilen brifingden sonra tam 55 adet irtica dosyası takdim edilir. Demirel, bu dosyalardan 25-30’unun asılsız olduğunu söylemektedir. İrtica tehdidi o kadar ciddi boyutlara ulaşmıştır ki, Genelkurmay’ın Cumhurbaşkanı’nın önüne koyduğu dosyaların yarıdan fazlasının, Cumhurbaşkanı’na göre herhangi bir ciddiyeti yoktur. Dosyaların muhteviyatının nelerden ibaret olduğunu bilmiyoruz. Ancak 28 Şubat’ta meşhur MGK toplantısında askerler tarafından yapılan sunumun gazete kupürlerinden meydana geldiğini biliyoruz. Haziran ayında yaygınlaşan brifinglerde bu kupürlere bir de kitap eklenecektir; Faik Bulut’un “Yeşil Sermaye Nereye Koşuyor?” başlıklı kitabı. 28 Şubat Süreci boyunca savunulan tezlerin iki temel kaynağı, gazete kupürleri ve bu kitaptır.

Ocak ayının sonunda yapılan brifingde, Deniz Kuvvetleri komutanı elindeki dosyalarla bir hamle yapar. Süreç başlamıştır; ama kaptan köşküne cumhurbaşkanı sıfatıyla Demirel oturmuştur. Hazırlığı yeterli görmese gerek, duruma müdahale eder ve beklenen gündemi şubat ayı MGK’sına erteler. 28 Şubat’ta 8 saat 45 dakika süren toplantıda yapılan “İrtica Sunumu”, ikna etmekten çok tehdit etmek içindir. Dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener, irtica delili olarak gösterilen fotoğraflardan birinin, başı yarım kapalı bir “Ayşe teyze” fotoğrafı olduğunu söylemektedir. Toplantı sonrası mutat basın bildirisi yayımlanır. Zikredilen en son konu “rejim aleyhtarı faaliyetler”dir. Bu başlığa ek olarak MGK kararları arasında zikredilen “rejim aleyhtarı irticaî faaliyetlere karşı alınması gereken 18 maddelik tedbirler paketi”nin de önceden hazırlandığı bellidir. 28 Şubat Süreci, bu paketin uygulanması süreci anlamına gelmektedir. MGK’nın bu “18 maddelik tavsiye kararı”, “28 Şubat Süreci” adıyla tarihe geçen askerî vesayet döneminin gerekçesidir. Asker, bu 18 maddenin uygulanması için sahnededir. 27 Mayıs 1960’ta olduğu gibi, alt rütbeli subaylardan meydana gelen bir cunta, kritik mevkileri ele geçirerek yönetime el koymamıştır. 12 Mart 1971’de olduğu gibi hükümet muhtıra verilerek görevden uzaklaştırılmamıştır. 12 Eylül 1980’de olduğu gibi, Silahlı Kuvvetler darbe yaparak yönetimi bütünüyle ele geçirmemiştir. MGK, “rejime yönelik tehlikelerle mücadele etmek” için 18 maddeden meydana gelen bir karar almış ve asker de bu kararların uygulanmasını gözetmek üzere sahneye çıkmıştır. Ancak bu senaryoda bir tuhaflık bulunmaktadır. Bugünden on yıl geriye gidip baktığımız zaman olup-bitenlerden çıkartılacak açık bir sonuç vardır. Bu 18 maddeden sadece bir madde, hatta bir madde de değil, iki fıkradan oluşan 4. maddenin sadece ilk fıkrası uygulanabilmiştir. Uygulanabilen tek karar, temel eğitimin beş yıldan sekiz yıla çıkartılmasıdır. Eğer kayda geçen resmî tezlere, koskoca Milli Güvenlik Kurulu kararlarına bağlı kalacaksak, 28 Şubat Süreci bu 18 maddelik tedbirlerin uygulanması için başlatılmış ve sürdürülmüştür. Bu 18 maddeden sadece biri, hatta onun da yarısı uygulandığına göre, kimse geride kalan 17,5 maddenin peşine düşmediğine göre, on yıl önce Türkiye’nin yaşadığı şey bambaşka bir şey olmalıdır.

Stalin’in istihbarat devleti: Batı Çalışma Grubu

28 Şubat Süreci’ni planlayıp yürüten merkez BÇG’dir. BÇG’ye dair, TSK bünyesinde alınmış resmî bir onay veya emir yoktur. Bu örgütün kanunî bir dayanağı da bulunmamaktadır. Bu birim, devlet içinde oluşmuş bir çetedir. Devlet imkânlarını kullanan, devlet memuru sıfatını haiz, üstelik silah taşıyanlardan meydana gelen bir çete toplumun önüne çıkmaktadır. 28 Şubat Süreci, işte bu çetenin eseridir. 28 Şubat Süreci denildiği zaman aklımıza hangi isimler geliyor? İsimleri alt alta koyduğunuz zaman bu askerî müdahalenin emir-komuta zinciri içinde yapılmadığı, bir cuntanın eseri olduğu ortaya çıkmaktadır.

Batı Çalışma Grubu’nun adı ilk defa irtica brifinglerinde duyulur. Bu illegal oluşumun başlangıçta Deniz Kuvvetleri’nde kurulduğu, sonra isim babalığını Çevik Bir’in yaptığı biliniyor. 28 Şubat’ın postmodern olaylarından biri olan “Köstebek olayı”, gerçekte bu çetenin bütün belgeleri ile deşifre edilmesi; mukabilinde, deşifre edenlerin yargılanması olayıdır. BÇG, bir çete olarak bir onbaşı marifetiyle çökertilmiştir. Ancak süreç fazlasıyla dallanıp budaklandığı için, bu yırtık elbirliği ile yamanacaktır. Ele geçen çete belgeleri, İçişleri Bakanı tarafından başbakan yardımcısına, oradan Başbakan’a, Başbakan eliyle Cumhurbaşkanı’na, oradan Genelkurmay’a, Genelkurmay’dan da ilgili birimlere ulaştırılmış ve BÇG yerine, BÇG’yi deşifre edenler hakim önüne çıkartılmıştır. Refah-Yol hükümeti sona erdikten sonra bir basın toplantısı ile BÇG belgelerini açıklayan ve bu örgütün illegal olduğunu söyleyen Meral Akşener’e Genelkurmay’dan tek kelimelik bir cevap bile gelmemesi, durumu özetlemektedir. Aynı şekilde BÇG belgelerini açıklama suçundan yargılanan Hasan Celal Güzel, mahkemeden defaatle BÇG ile Genelkurmay arasındaki ilişkinin sorulmasını istediğini kaydetmektedir. Mahkemenin yazılı müracaatlarına bugüne kadar herhangi bir cevap gelmemiştir. Bu örgüt, kelimenin en dar ve en geniş anlamları içinde bir çetedir. Karargâh subaylarından oluşan bu çete, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kendisini değil, kurumsal itibarını cepheye sürmüştür.

Ali Bayramoğlu, önemli bilgiler içeren kitabında Batı Çalışma Grubu’nun totaliter devletlerdekine benzer şekilde keyfî istihbarat toplayan bir örgüt olduğunu açıklamıştır. Yayınladığı bir belgeden, Silahlı Kuvvetler mensuplarının ailelerinin de istihbarat elemanı olarak seferber edildiği anlaşılmaktadır. Bu şekilde toplanan bilgilerle insanların fişlenmesi, istihbarat teknikleri açısından bir faciadır. Stalin dönemi Sovyet uygulamaları gibi devlet, Batı Çalışma Grubu eliyle bir istihbarat devletine dönüştürülmektedir. BÇG’nin keyfîliği herkesi korkuttuğu için, irtica brifinglerinde görülen manzaralar ortaya çıkmıştır. Allah’tan bu kadar bilgi ve istihbaratın altından BÇG de kalkamamış, bu sistem çok sayıda masumun canını yakmasına rağmen daha fazla ileri gidememiştir.

28 Şubat en başta varlık gerekçesi oluşturan, Cumhuriyet dönemi boyunca, halkın ensesinde boza pişirmek için sıkça kullanılan “irtica tehdidi”ne itibar kaybettirmiştir. Bu curcunaya, bir koalisyon halinde katılan her kesim itibar kaybetmiştir. Yargı, brifing salonlarında bağımsızlığına ve güvenilirliğine darbe yemiştir. Önlerine dava dosyası olarak gelen konular hakkında, brifinglerden talimat alan bir yargıcın sağlayacağı hukuk nereye kadar varabilir? Andıçlar, bu belgelerin hazırlandığı yer hakkında bir şaibeye yol açmıştır. Üniversiteler bu süreçle birlikte, çağa ayak uydurmak yerine kendi içindeki statükoyu sürdürmeye çalışan çağ dışı kurumlara dönüşmüştür. Türkiye, ekonomisinden toplumuna, devlet kurumlarından “bağımsız” medyasına kadar hâlâ 28 Şubat Süreci’nin açtığı yaraları kapatmak ve tahribatı onarmakla meşgul. Görünen o ki, bu yaraların kapanması daha çok uzun bir zaman alacak.

Zaman, 27.2.2007

Mümtaz’er TÜRKÖNE

28.02.2007


 

28 Şubat’ın ekonomi politiği

On yıl önceydi. Refah -Yol iktidardaydı. Onların iktidara gelmesiyle birlikte ülkede irtica tehlikesi başgösterdi. Her akşam haberlerde şeriatçılar vardı. Gazeteler, radyolar, televizyonlar hep şeriat tehlikesinden söz ediyorlardı. Müslümler, Fadimeler, Kalkancılar, Acizmendiler, cin çıkarma törenleri, Refah Partili milletvekillerinin kasetleri ve ülkenin her yanında laikliğe yönelik saldırılar.

Sonra Sincan’da tanklar yürüdü. 28 Şubat kararları geldi, hükümet yıkıldı ve laiklik kurtuldu.

Darbelerin ve muhtıraların ekonomi politiğini anlamayanlar için 28 Şubat’ın anlamı aşağı yukarı budur. Böyle düşünenler, irticayla yatıp irticayla kalktığımız bir ülkeden nasıl olup da bir anda kurtulduğumuzu anlayamazlar. Tıpkı, 11 Eylül 1980 günü şiddetin pençesindeki ülkeden 12 Eylül günü huzur ve güzen ortamına ani geçişimizi anlayamadıkları gibi. Tıpkı, 28 Şubat müdahalesiyle, ardından gelen iki büyük ekonomik kriz, çöküş, iflaslar, intiharlar, esnaf isyanı, bir anda buharlaşan milyarlarca dolar ile İMF’ye sarılmak zorunda kalışımızın ilişkisini anlayamadıkları gibi. Tıpkı, içi boşaltılan bankalarla, o bankaların yönetimindeki 28 Şubatçılar arasında bir ilişki kuramadıkları gibi. Tıpkı, 28 Şubatçıların danışmanlığındaki holdinglerin nasıl olup da büyük paralarla gözden kaybolduğunu anlayamadıkları gibi.

Bunları anlayamayanlar, daha dün Refahçılara anti-Amerikancı, Batı karşıtı, ülkeyi Avrupa’dan koparacak diye demediklerini bırakmayanların, yetmedi adıyla sanıyla Batı Çalışma Grubu kurup onları fişleyenlerin, bugün Ak Parti Hükümeti’ni Batıcı, Avrupacı, onlara taviz veriyor diye suçlayan çevreler olduklarını acaba görüyorlar mı? Sanmıyorum. Görselerdi, bugün AB’ye ve ABD’ye karşı İran, Çin veya Rusya ile birlikte hareket etmemizi isteyenlerin, vaktiyle Refah-yol Hükümetine niye karşı çıktıklarını da sorarlardı.

Kendisini hangi yüce amaçla meşrulaştırmaya çalışırsa çalışsın, her darbe ve muhtıranın bir iktisadı vardır. Her siyasi alt üst oluşu, genellikle onunla aynı zamana denk gelen bir gelir transferi izler. 28 Şubat, bu ülkenin gördüğü en büyük, en geniş çaplı gelir transferine sahne olmuştur; alt ve orta sınıflar, Aczimendi haberlerini izlerken bir anda fakirleştiklerini görmüşlerdir. 28 Şubat sonrası havuz sistemi gibi tehlikeli sözler anılmamış, kredileri kesilen büyük medya yeniden rahatlamış, gazeteler ucuzlamış ama başka her şeyin fiyatı artmıştır. Devletten bağımsız gelişmeye çalışan sermaye yeşil diye yasak listesine alınmış, devletçi sermaye güç kazanmıştır. Onlar gelir artırırken GSMH erimiştir. Hortumculuk 28 Şubatta laiklik kadar sık kullanılan kavramlardandır.

Süreç siyasi bakımdan belki sadece RP’yi hedef almış görünüyordu, ama ekonomik ve sosyal açıdan asıl mağdurlar alt sınıflar oldu. Örneğin katsayı rezaletiyle milyonlarca yoksul aile çocuğunun geleceği çalındı, onlara üniversite yolu kapatıldı ve kısaca işçisin sen işçi kal dendi.

28 Şubat demokrasiye açtığı derin yaralarla anılırken, Fadime’nin gözyaşlarının gizlediği en geniş kapsamlı postmodern kapkaççılık boyutu da ihmal edilmemeli.

Star, 27.2.2007

Berat ÖZİPEK

28.02.2007


 

İrtica tehlikesi nasıl var edildi?

28 Şubat . Bazılarının ‘ postmodern darbe’ adını verdiği sürecin 10’uncu yıldönümü. Darbe adını 1997 yılının 28 Şubat günü yapılan gergin Milli Güvenlik Kurulu toplantısından alıyor.

O tarihlerde Refah Partisi ile Doğru Yol Partisi’nin kurduğu koalisyon hükümeti vardı. Başbakan Necmettin Erbakan, yardımcısı da Tansu Çiller’di.

Öncülüğünü Genelkurmay’ın yaptığı birtakım etkili gruplar bu hükümeti devirmeye ve Erbakan’ı siyasetten tasfiye etmeye karar verdi.

Yanlarına medyayı, yargıyı ve üniversiteyi de alarak müthiş bir propaganda yürüttüler. Bu propagandada psikolojik harp teknikleri de kullanıldı.

Temel mesele, daha doğrusu öne sürülen gerekçe irtica idi. Hükümet irticayı beslediği ve büyüttüğü için gitmeliydi.

Peki gerçekten böyle bir tehlike var mıydı? Bakın dönemin İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Teoman Ünüsan aradan 10 yıl geçtikten sonra ne diyor:

“MGK kararlarının ardından irtica söylentileri gündeme iyice oturdu. Sürekli irtica ile mücadeleden bahsediliyordu. 14 Nisan’da valileri irtica gündemi ile topladık. Valilere ‘ Ne diyorsunuz, en iyi siz bilirsiniz; irtica var mı, irtica mı geliyor’ diye sorduk. İstisnasız hepsi, ‘ Ne irticası’ cevabını verdiler ve ‘ Nereden çıkartıyorlar bunu? İrtica mirtica yok bu ülkede’ dediler...

Refahyol hükümeti, vali atamadı ki; bunu söyleyenler, önceki dönemlerde göreve getirilmiş valilerdi.”

Sonra ne mi oldu?

Bütün büyük gazeteler ve TV’ler, bu toplantıyı ‘ Valilere irtica brifingi’, ‘ Valilerden irticaya geçit yok’ gibi haber başlıklarıyla topluma duyurdu.

İşte irtica böyle var edildi!

Hani “ Bir şeyi 40 kere söylersen olur “ diye bir söz vardır. Burada anlatılmak istenen bir iddianın, ne kadar dayanaksız, yalan, uydurma olursa olsun, yayılması sayesinde bir toplumsal gerçeklik haline dönüşmesidir.

Aynen bunun gibi, irtica da sistemli bir biçimde işlenerek (40 kere söylenerek) inanç haline getirildi. Böylece Refahyol hükümetine karşı düzenlenen darbe meşrulaştırılmış oldu.

Sabah, 27.2.2007

Emre AKÖZ

28.02.2007


 

Erbakan’ın sümenaltı ettiği yazı

28 Şubat Dönemi’nde (18 Nisan 1997 tarihinde) bir jandarma tuğgenerali, TRT kameralarının önünde Türkiye’nin Başbakanı’na ‘Sen adam değilsin’ demişti. Bu hakaretinden dolayı bırakınız cezalandırılmayı, hakkında soruşturma dahi açılmamış; mükafaten de tümgeneralliğe terfi ettirilmişti.

O sırada YDP Genel Başkanı idim. Devlet Bakanı olan yakın dostum Abdullah Gül’e telefon ederek, Genelkurmay’a Başbakanlık’tan talimat gönderip soruşturma açtırmaları gerektiğini söyledim. Bunun üzerine Bakan Gül, beni cevaben aradı ve yazıyı yazdırıp Başbakan Erbakan’a verdiğini söyledi. Ben de basın toplantısı yaparak 28 Şubatçılara, ‘Bakalım ne cevap verecekler?’ dedim. Ertesi gün Genelkurmay II. Başkanı Org. Çevik Bir, ‘Bize böyle bir yazı gelmedi’ diye sırıtarak açıklama yaptı. Tekrar Gül’ü arayınca, ‘Hoca yazıyı göndermemiş.

Ben bizzat yanında durarak imzalattım. Artık yazı gönderilecektir’ dedi. Erbakan Hükûmeti düştükten sonra Gül bir akşam yemeğinde bana, Erbakan’ın yakını olarak Başbakanlık makam odasını topladığını ve sümenin içinden imzalanmış fakat gönderilmemiş yazıyı bulduğunu söyledi.

Radikal, 27.2.2007

Hasan Celal GÜZEL

28.02.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004