Kuvayı Milliye ve benzeri örgütlerin temsilcileri Mehmet Ali Birant’ın 32. Gün programında bir araya gelmişlerdi. Silah üzerine yemin meselesini, ölme öldürme, ama en çok “yeni ulusalcılığı” tartışıyorlardı…
Ulusalcılığın ne olduğu üzerine bir türlü fikir birliğine varamadılar. Ulusalcılığı tanımlamak için anti emperyalizm, anti globalizm, solculuk, merkezcilik, kemalizm gibi özellikler arasında gidip geldiler.
Bildiğimiz milliyetçilerle de uzaktan yakından ilgileri yoktu…
Kim bu adamlar, kim bu gruplar?
Türkiye’de son birkaç yıldır çıkardıkları gürültü, yol açtıkları sorun ve hadiseler hafife alınmamaları gerektiğini gösteriyor.
Bugünün milliyetçilik ya da ulusalcılık tartışmalarını bir yönüyle, belki de önemli bir yönüyle anlamak için “hem zihniyet, hem örgütlenme, hem siyasal dil olarak 28 Şubat’ın ürünü” olan bu yeni anlayışı, “nevi şahsına münhasır ulusalcılığı” iyi anlamak, yerli yerine oturtmak lazım…
Bu dalgayı diğer milliyetçi anlayıştan ayıran asıl faktör aslında “laikçilik”tir…
Nasıl?
Bu dalga kendisini tehlike bazında tanımlıyor ve tehlikeye karşı seferber olmak için toplumsal siyasal cephe oluşturma peşinde koşuyor.
Ve “tehlike”yi eşit ağırlıklı iki ayak üzerine oturtuyor: Laiklik ve ulusal bütünlük... Başka bir deyişle ulusalcı laiklik, laikçi ulusalcılık bu iki ayağı bir araya getiriyor...
Nitekim bu yeni ve garip anlayışta laiklik sadece laikliğe ilişkin ilke ve sorunlardan, İslamî ya da demokrat kimlik ise sadece somut bir tehlikeden ibaret değil.
Laiklik ilkesi daha çok simgesel birer manivela görevi yapıyor.
Bu çerçevede laik tutum, tek tip toplumsal düzeni hem “koruma altına alma”ya ve hem “yeniden kurma”ya yönelik siyasî eylemler bütününü ifade ediyor.
En önemlisi şu: Söz konusu koruma ve yeniden kurma faaliyeti, “toplumsal, siyasal, ekonomik yeni her girdinin ideal düzende, özellikle laik dokuda gedik açabilecek unsur” olarak değerlendirilmesi esasına dayanıyor.
Siyasî eylem de ifadesini bu girdilere ve değişim dalgalarına karşı sistemli bir şüphecilikte ve “sürekli seferberlik hali”nde buluyor.
Sonuç olarak bu dalgada laiklik sadece İslamî kimlik ve İslamî kesime karşı devreye giren bir savunma ya da saldırı cihazı olarak kalmaz.
Aynı zamanda “siyasî kimlik kurucu bir işlev” üstlenir.
Bu siyasî kimlik ise siyasi-toplumsal-kültürel alanlar arasındaki doğal ayraçların ortadan kaldırılması, “siyasî ve toplumsal alanın, algı ve eylemin türdeleştirilmesi” yoluyla işlerlik kazanır.
Bir yandan laiklik kaygısından hareketle “düzeni koruma” ve “bozulanı yeniden kurma” güdüsü, bu kaygıyı derinleştirecek girdilere karşı topyekûn ve sürekli seferberliği ifade eder. Bu oranda, laiklik ilkesi “anti-emperyalizm”, “ulusçuluk”, “dış müdahale tedirginliği”, “AB’ye karşıtlık”, “sivilleşmeden endişe”, “demokratikleşmeye mesafe” gibi tutumlarla beslenir, bunlarla iç içe sokulur ve bütüncül bir siyasî proje haline dönüşür.
Kritik nokta şudur:
Bu keskin siyasî aidiyet dış dünyanın algılanmasında bütünlükçü ideolojik sistemi pekiştirir ve yeni ulusalcılığın önemli kaynaklarından biri bu noktada karşımıza çıkar. Nitekim bu açıdan bakıldığında bütünlükçü algı bağımsızlık kavramı etrafında iç-dış müdahale fobisiyle bezenmekte, Kemalizm hem kurucu hem koruyucu yarı kutsal bir referans ve politik bir proje olarak tanımlanmaktadır.
İşte “bizimkiler”in ulusalcılığı…
28 Şubat’ın aktifleşmiş halidir. Derin devletin zihinsel biçimidir. Tehlikenin zeminidir.
Yeni Şafak, 17.2.2007
|