|
|
|
Demokrasi kazanacak |
Türkiye’nin akıl ve sağduyuyla davranan büyük çoğunluğunun ağırlığını özgürlük içinde zenginleşmeden yana koyduğu muhakkak.
21. yüzyılın başındaki Türkiye’deki temel siyasal bölünme, ne laiklik yanlıları ile karşıtları, ne Türklerle Kürtler, ne Sünnilerle Aleviler, ne de sermaye sahipleri ile emekçiler arasında.
Bugün Türkiye’deki temel siyasal bölünme, ülkenin özgürlük ve demokrasi yolunda ilerlemesinden yana olan güçlerle bu yöndeki değişime direnenleri karşı karşıya getiriyor. Bir yanda fikrine, diline, dinine, ırkına, cinsiyetine bakılmaksızın bütün yurttaşların karşılıklı saygı, eşitlik ve özgürlük içinde yaşadığı, giderek kalkınan ve zenginleşen, güçlü ve dünyaca saygın Türkiye’nin düşünü kuranlar var. Öte yanda da, insanları fikrine, diline, dinine, ırkına ve cinsiyetine göre ayrımcılığa tabi tutan, yasak ve baskıların hakim olduğu, otoriter bir Türkiye’yi özleyenler...
Değişime direnen otoriter tutucuların akıl ve sağduyu sahibi yurttaşları ikna edebilecek argümanları yok. Bunun için Türkiye Cumhuriyeti’nin belki tarihinde en güçlü olduğu bir dönemde “İstiklal Harbi’nden daha zor durumda olduğu” yalanını uyduruyorlar. Kendileri gibi düşünmeyen herkesi “hain” ilan edip, Türkiye’yi “en çok hain üreten ülke” olarak aşağılıyorlar. Sınırlı saflarını genişletebilmek için etnik, ırkçı bir milliyetçilik ve köktenci bir din anlayışından medet umuyor, temelsiz korkulara, farklı olana düşmanlığa, ilkel duygulara seslenerek, ülkenin özgürlük ve demokrasiden yana, yurtsever güçlerine karşı düşmanlık körüklüyorlar. Hrant Dink, otoriter tutucular cephesinin yönlendirdiği husumet ve nefret kampanyasının kurbanı oldu.
Ne var ki Hrant’ın geçen salı günü yapılan cenaze töreninde büyük bir vakar ile yürüyen, yekvücut olmuş yüz bin dolayında İstanbullu her köken ve inançtan Türkiye halkının akıl ve sağduyu sahibi büyük çoğunluğunun duygu ve düşüncelerini dile getiriyordu. Bu yürüyüşle “Derin Türkiye”, farklılıklarımıza saygı göstererek, kavga etmeden, özgürlük ve demokrasi içinde kalkınma ve zenginleşmeden yana olduğunu olanca açıklığıyla ortaya koydu.
Evet, kitlelerin değişim talebine cevap verecek kararlı bir siyasi önderlikten yoksunuz. Evet, iktidardaki ilk iki yılında büyük reformlara öncülük yapan Adalet ve Kalkınma Partisi, reformcu enerjisini tüketme, saflarına kadar yayılan otoriter tutucular ittifakına teslim olma sinyalleri veriyor. Türkiye’nin geleneksel reformcu partisi CHP, Deniz Baykal liderliğinde çoktan otoriter tutucular ittifakının asli bir unsuru haline getirildi. Ama ne AKP’nin kararsızlığı, ne AB’den ve ABD’den gelen ve gelecek olumsuz sinyaller, ne de Hrant’ın öldürülmesinin doğurduğu büyük üzüntü ve kaygılar, özgürlük ve demokrasi için verilen mücadeleyi zaafa uğratmalı. Türkiye’nin akıl ve sağduyuyla davranan büyük çoğunluğunun ağırlığını özgürlük içinde zenginleşmeden yana koyduğu muhakkak.
Bu bağlamda yönetim kurulu başkanı Ömer Sabancı’nın TÜSİAD’ın 37. Genel Kurulu’nda görevi devrederken yaptığı konuşmada söyledikleri son derece dikkate değer: “Bu saldırı, esas olarak demokrasi ve fikir özgürlüğü alanlarında gerçekleştirilen kazanımları geri çevirmeyi, Türkiye’nin Batı dünyasından koparılarak içine kapanmasını sağlamayı isteyenlerin uzun süredir aradıkları dış koşulları yaratabilir. Öte yandan, bugüne kadar genel kabul görmüş görüşlerin dışına çıkanlara, farklı düşünenlere bir gözdağı işlevi görebilir... Eğer bu kesimler tarafından sürüklenmek istediğimiz nokta, dünyadan yalıtılmış, evrensel değerlerden uzaklaştırılmış, içine kapanmış bir Türkiye ise buna ancak daha derin, daha yaygın, daha katılımcı bir demokrasi ile karşı koyabiliriz.”
TÜSİAD’ın yeni yayımladığı, Prof. Dr. Zafer Üskül tarafından kaleme alınan “Türk Demokrasisinde 130 Yıl” başlığını taşıyan rapor, çizilen bütün zikzaklara rağmen Türkiye’nin demokratikleşme yolunda, özellikle son on yılda katettiği mesafeyi hatırlatması ve giderilmesi gereken eksiklerimizi göstermesi bakımından çok önemli bir çalışma.
Zaman, 27.1.2007
|
Şahin ALPAY
28.01.2007
|
|
|
Yükselen karşı dalga: demokrasi |
O dalgaya katılanlar çok farklı kesimlerden gelseler ve özel gündemlere sahip olsalar bile, demokrasi ortak paydasında birleşmektedir.
Hrant Dink’in cenazesi nedeniyle oluşan dev kalabalığın sağlam bir toplumbilimsel analizi henüz yapılmadı. Ortada bir parti, örgüt ya da devlet zoru yokken, İstanbul’un tarihinde gördüğü en büyük kalabalığı oluşturan etmenler nelerdir? Bu kalabalık Türkiye’nin geleceği için ne anlam ifade etmektedir?
Toplum felsefesinin en çok bilinen kurallarından biri şudur: Her yükselen hareket, bir karşı hareket üretir! Marksist felsefede diyalektikten söz ederken değinilir buna, her toplumsal gücün kendi zıddını yarattığı ve bunun tarihin başlıca dinamolarından biri olduğu söylenir. Fizikte de benzer kurallar vardır... Etki-tepki, eylem-karşı eylem...
Bence, o günkü mahşeri kalabalığa da bir ‘karşı dalga’ olarak bakmak yararlı olur. Neyin karşı dalgası mı? 2007 seçimlerine damgasını basacağı iddia edilen milliyetçiliğin karşı dalgası.
Özellikle o dalganın kolayca bürünebildiği şoven ve faşizan görünüşlerin karşı dalgası.
O gün İstanbul’da o heterojen kalabalığa bakarken anladık ki, bu karşı dalga sanıldığından çok daha büyüktür ve beklendiğinden daha hızlı olgunlaşmıştır. Öyle görünüyor ki, Kemal Kerinçsiz ve arkadaşlarının çeşitli davalarda yaptıkları, yaygınlaşan linç kültürü ve nihayet korunması gereken bir ‘ürkek güvercin’in göz göre göre öldürülmesinden doğan suçluluk psikolojisi olgunlaşma sürecini hızlandırmış, dalgayı kabartmıştır.
Dahası, Türkiye’nin çeşitli yerlerinden gelen sinyaller bu dalganın İstabul’la sınırlı olmadığını, Türkiye’nin çeşitli yerlerinde de kabarmakta olduğunu göstermiştir.
Bu karşı dalgaya bir isim bulmak gerekirse ‘demokrasi dalgası’ diyebiliriz. O dalgaya katılanlar çok farklı kesimlerden gelseler ve özel gündemlere sahip olsalar bile, demokrasi ortak paydasında birleşmektedir. Demokrasi, yani insan hakları, ifade özgürlüğü, hukukun üstünlüğü ve kanun önünde eşitlik. İsterseniz bunlara Avrupa Birliği yandaşlığını ekleyebilirsiniz.
Bu kabarışı, Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin kişiler ve partiler düzeyinden fikirler ve ilkeler düzeyine çıkmasının işareti olarak da değerlendirebiliriz. O gün tek bir kişinin aleyhine slogan atılmadı. Yalnız 301. madde kınandı. Anlamlıdır.
Şimdiye kadar daha çok, yükselen milliyetçilik dalgasının üzerinde kimin sörf yapacağı ve Meclis’e ulaşacağının tartışması yapılıyordu. Şimdi buna yeni bir soru ekleyebiliriz: Kabaran demokrasi dalgasının üzerinde kimler sörf yapacak ve nerelere gidecekler?
Bu büyük kalabalığın üzerinde uzlaştığı ortak demokrasi idealini siyaset sahnesinde temsil edecek olan parti hangisidir? Böyle bir parti var mıdır? Yoksa, seçim tarihine kadar bir şekilde ortaya çıkacak mıdır?
Ve eğer çıkmazsa, bu müthiş toplumsal enerji hayal kırıklıkları denizinde dağılıp gidecek midir?
Radikal, 27.1.2007
|
Haluk ŞAHİN
28.01.2007
|
|
|
EMASYA: derin sancı |
En iyisi EMASYA’nın sivil irade ağırlıklı olarak yeniden tanzimi.
EMASYA meselesi sorunlu bir mesele.
Bir kere, 1997’nin civcivli günlerinde devreye girmiş bir oluşum. O günler askerin MGK marifetiyle Refahyol üzerinde baskı oluşturduğu bir dönem. 28 Şubat’ın sonraları.
Böyle bir dönemde askere, ilin en büyük mülki amiri olan Vali’den izin almaksızın toplumsal olaylara müdahale yetkisi verilmiş.
Bunun için ordu bünyesinde özel birlikler oluşturulmuş.
Bu birlikler başından beri tartışılmış, çünkü Türkiye, askerin rejim açısından “koruma kollama” gibi özel görevler üstlendiği, bunun “Anayasal misyon” içinde değerlendirdiği bir ülke.
-Acaba EMASYA, böyle bir acil müdahale gücü olarak yapılanma riski taşıyor mu?
Hürriyet’in haberinde de yer aldığı gibi Mülki İdare Şurası raporunda, EMASYA’nın içinde barındırdığı sakıncalara işaret edilmiş.
Ayrıca, AB uyum sürecinde gündeme gelen en sıcak konu asker – siyaset ilişkileri. EMASYA ise askerin sivil alana etkisi açısından tipik bir örnek .
Şimdi böyle bir oluşum, Çağlayan’da tankla tüfekle tatbikat yapacak ve bunun basına yansımaması isteniyor.
Basına yansımayınca yanlış anlaşılmayacak,.
Avrupa’dan da yadırgayıcı bir tavır gelmeyecek!
Acaba öyle mi olacak?
Aslında ortada bir çarpıklık bulunduğunu herkes biliyor.
Askerin kuşkusu da bu yüzden olmalı.
Mülki amiri devre dış bırakıp, askeri iradeyi re’sen şehre müdahaleye sevkeden bir yapıyı dünyaya nasıl anlatacaksınız? Hangi zaruretle?
EMASYA’nın yeni bir düzenleme gerektirdiği açık. Aniden gelişen toplumsal olayların, İçişlerine bağlı kolluk kuvvetlerinin yeterli olamayacağı bir duruma yol açabileceği var sayılsa bile, askeri birliklerin mülki amir atlanarak devreye sokulması, bir açıdan mülki amire yönelik güvensizliği, bir başka açıdan da askerin re’sen yetki kullanma arzusunu gündeme getiriyor. Her iki husus da problemli.
En iyisi EMASYA’nın sivil irade ağırlıkı olarak yeniden tanzimi.
ahmettasgetiren.com.tr, 27.1.2007
|
Ahmet TAŞGETİREN
28.01.2007
|
|
|
İsmail Cem'in Kemalizm eleştirileri |
Cumhuriyetin bürokrasisine göre tek bir düşünce sistemi, tek bir ideoloji, tek şef, tek bir ülkü, mutlak ve tek bir hakikat vardır.
Önce şu paragrafı okuyun: ‘Bürokratik ideolojinin süregelen bir özelliği kendini ‘memleketin sahibi’ olarak görmekse öteki özelliği de kendini sınıflarüstü bir ‘hakem’ şeklinde tanıtması, sanmasıdır.
Bu tarihsel ve saygıdeğer görevleriyle, kimin haklı kimin haksız olduğuna ancak bürokratlar karar verecek, doğru vasatı onlar belirleyecektir.’
Sonra şununla devam edelim: ‘Bu ölçülerin eşliğinde ideolojinin öteki özellikleri uyarınca kendine her yerde ve her durumda geçerli olan bir yanılmazlık ve mutlaklık takınması, kendi dışındaki bütün düşünceleri reddetmesi olağandır.
Nitekim, gerek tek partinin gerek 12 Mart iktidarının açısından, herkes ‘Atatürkçü’ olmak, yani bürokrasinin ideolojisini benimsemek zorundadır.’
***
Gerisini de okuyalım:
‘Devlet Atatürkçü olacaktır,
Hükümetler Atatürkçü olacak,
Sendikalar,
İşçiler,
Hatta partiler Atatürkçü olacak,
Üniversite Atatürkçü olacak,
Anlayış Atatürkçü olacak,
Yazarlar,
Basın,
Özel sektör,
Her şey ve herkes Atatürkçü olacaktır.’
***
Ya olunmazsa..
Onun cevabını da okuyalım:
‘Bu çerçevenin dışına çıkıldığına bürokratların karar vermesi halinde ise, ideolojinin sağladığı gerekçe ve müeyyide hazırdır.
Bürokrasinin ideologlarından Em. Amiral Sezai Orkunt, her zaman ve her durumda hazır ve kullanılabilir gerekçeyle müeyyideyi şöyle açıklıyor:
‘Ordu rejime tasallut etmez. Dışarıdan ve içerden tasallut edenlere karşı korur ve kollar. Müdahale ettiği zaman mutlaka rejime bir zarar ika edilmiş demektir.
Ordu Kemalist felsefeye bağlı kaldıkça da bu böyle olacaktır.’
***
Devam edelim mi?
‘Bürokrasinin bu sonuçları veren nitelikteki ideolojisi, tabiatıyla ‘gökten indirilmiş’ bir düşünce sistemi değildir.
Bütün ideolojiler gibi, belirli bir toplumsal sınıf veya zümrenin yararınca biçimlenmiştir; onun önceliklerini korumaya yahut yaratmaya dönüktür.’
***
‘Bürokrasinin ‘Atatürkçü’ diye sıfatlandırdığı kendi ideolojisinde, bu ‘hakikat’ anlayışı ve mutlak doğrunun tekeline sahip bulunmak iddiası aynen sürdürülmüştür.
Cumhuriyetin bürokrasisine göre tek bir düşünce sistemi, tek bir ideoloji, tek şef, tek bir ülkü, mutlak ve tek bir hakikat vardır.’
***
Bunları kim söylüyor?
Dün sonsuzluğa uğurladığımız İsmail Cem..
Nerede söylüyor?
‘Tarih açısından 12 Mart’ adlı kitabının ikinci cildinde..
Baktım kendisini ‘kardeş’ kabul edenler de dahil kimse bunlardan söz etmedi..
Düşünce dünyamıza çok parlak katkıları olan İsmail Cem’e haksızlık edilsin istemedim.
Star, 27.1.2007
|
Mehmet ALTAN
28.01.2007
|
|
|
|