Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 15 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Mustafa Kemal’in unutmak istediği mektup

Nutuk’ta Kurtuluş Savaşı tarihi yeniden yazılırken bazı ayrıntılar neden atlanmıştı?

Nutuk tartışılamaz mı? Galiba öyle… İş gelip oraya dayanıyor çünkü ve Cumhuriyet tarihinin hangi muhataralı konusuna el atılsa Gazi Mustafa Kemal’in (1927’de Arap elifbasıyla yapılan ilk neşrinde henüz soyadı kanunu çıkmadığı için Atatürk’ün ismi bu şekilde geçiyordu) Nutuk metni bir tür “ön alıcı kalkan” yahut “koruyucu ikon” gibi çıkartılıyor savaş meydanına. Daha doğrusu, ondan işlerine gelen kısımlarını makaslayıp seçme kanıtlar devşirerek hasım cepheye mancınıkla yolluyor malum çevreler. Bunu Deniz Baykal da yaptı, Süleyman Demirel de. Demirel üstelik Temmuz 2005’te yaptığı açıklamada Türkiye’nin en az 100 yıl daha “Atatürk referansı”na ihtiyacı olduğunu eklemişti sözlerine.

Varsayalım ki, üniversitede doktora yapıyorsunuz. Dersinizin adı, “Türk Dış Politikası Analizi”. Analiz, yani bir meseleyi unsurlarına ayırıyor, tahlil ediyorsunuz. Diyelim ki, Atatürk dönemi dış politikasını inceliyorsunuz ve konu, yabancı sermayeye geliyor. Şimdi Atatürk’ün hem yabancı sermayeye karşı, hem de taraftar olduğu konuşmalar var. Avrupa’dan bize fayda gelmez de diyor, 1927’de “ecnebi sermâyedârânının muâvenetlerini ma’al-memnûniye (yabancı sermaye sahiplerinin yardımlarını memnuniyetle) kabûl ederiz” (Nutuk, I, s. 27) de. Peki nasıl çıkacaksınız bunun içinden?

Üstelik başka kaynaklar ve hatıratlar o günleri farklı açılardan anlatıyor ama hocanız “Arkadaşlar, bunların cemi cümlesi Nutuk’a aykırı” dedi miydi, akan sular duruyor. Çaresiz, kolunuz kanadınız yanınıza düşüyor. Hocanıza, “Biz tarihte geçen olayları mı analiz edeceğiz, yoksa Nutuk’u mu doğrulayacağız?” diye soramıyorsunuz. Neden? Çünkü viran olası okulda diplomanın ucu var.

Özgürce tartışılıp bilgi üretilmesi gereken aydınlanma ocaklarımız okullarda böylece bir kitabın dogma gibi kabul ettirilmeye çalışılması karşısında bütün öğrenme hevesleriniz kursağınızda, not defterinize dönüyor ve hocanız ne buyurursa hafızanızın geçiçi cebine aktarıp ezber hafakanlarına gömülüyorsunuz ister istemez.

Bütün bu gelişmeleri sanki önceden sezmiş olan Kâzım Karabekir Paşa üşenmemiş ve Nutuk’a bir reddiye kaleme almış. Tabii evine yapılan baskında diğer 40 kitabının başına geldiği gibi orijinali alınıp bilinmeyen bir yere götürülmüş. Kaçın kurası olduğunu bildiğimiz Paşa’nın, birkaç nüsha çoğaltıp sağa sola dağıtması sayesinde diğerleri gibi bu eserine de sahibiz bugün. (Emre Yayınları tarafından 12 cilt halinde neşredilmiştir: Nutuk ve Karabekir’den Cevaplar, İstanbul 1997.) Bu tür eserler ortaya çıktıkça Nutuk’a alternatif bir tarihin yazılması da mümkün hale gelmiştir.

Nutuk’un tarihçilerin elini kolunu bağladığı ve belgeleri belli bir görüş doğrultusunda kullandığı için işlerini zorlaştırdığı itirafınıda bulunan bir başka yazar ise sanıldığı gibi Kemalizme karşı cepheden biri değil, bizzat Kemalist çevrenin en yılmaz müdafilerindendir: Adı: Falih Rıfkı Atay. Bugün daha çok Çankaya adlı kitabından tanıdığımız Atay’ın 22 Haziran 1957 günü Dünya gazetesinde yazdığı bir yazıda, “Keşke Atatürk Nutuk’u yazmasaydı” dediğini biliyor muydunuz? (Geniş bilgi için Küller Altında Yakın Tarih (Timaş) adlı kitabıma bakılabilir.)

Pek çok başka örnek verilebilirdi ama biri İstiklal Harbi’nin içinde bulunmuş ve Cumhuriyet’e giden çizgiye destek vermiş, öbürü de Cumhuriyet yıllarında Mustafa Kemal’in en yakın çevresinde yer almış bu iki önemli ismin görüşü, Nutuk’un Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet tarihleri için neden “master yorum” olamayacağını, tarihçiler için farklı yönelişlerin önüne bir engel gibi konulamayacağını, daha doğrusu konulmasının bilimsel ve tarihsel olarak uygun olmayacağını yeterince göstermiş olmalıdır.

Ancak ben burada durmayacak ve bir adım daha atacağım izninizle. Artık Nutuk’un kendi içerisindeki çelişkileri de konuşma zamanı gelmiştir. Bunları konuşmazsak, yine Nutuk metni etrafında örülen, o günler için belki anlamlı ama bugün için epeyce dar kalan tarih bakışını aradan geçen 80 yıla rağmen aşamayız. Nutuk aşılamaz mı peki? Bunu söyleyenler onu bir tarih metni olarak görmüyor, kutsal bir metin katına çıkarıyorlar bana kalırsa.

Düşüncemi şöyle özetleyeyim: Nutuk kutsal bir metinse tarih metni değildir, bir tarih metniyse kutsal metin değildir. Ya ona inanacaksınız ya da tartışacaksınız. Ben ikincisini yapmaya çalışıyorum. Tabii aynı zamanda yazarına hakaret etmeden de bir metnin eleştirilebileceğini göstermek istiyorum. Yazdıklarımızdan kendilerince “ganimetler devşirmek” isteyen zevata da şunu hatırlatalım ki, burada bir tarih metnini “analiz” ediyoruz sadece. Tutarlılığını sorguluyoruz. En çok sözü edilen ama en az okunan bir temel kitabın satır aralarına girmemizin tek gerekçesi, anlamak. Hap gibi yutmak veya okumadan küfretmek bizimkârımız olmamalı.

SİVAS KONGRESİ’NDE AMERİKAN

MANDASI İSTENDİ Mİ?

Sivas Kongresi tutanakları incelendiğinde 11 Eylül’deki kapanışa doğru “manda” tartışmasının kızıştığı görülür. Eski Sadrazam İzzet Paşa’nın “Amerikan mandası” önerisi İstanbul’dan Sivas’a da sıçramış ve yoğun müzakereler yaşanmıştı. Özellikle Kara Vasıf, Rauf (Orbay) ve Refet (Bele) beyler tarafından ciddi ciddi gündeme getirilen Amerikan mandacılığının o günlerde pek bir taraftar bulduğunu gözlemliyoruz. İster taktik gereği, isterse samimi olarak istensin, Amerika gibi güçlü ve tarafsız bir devletin yardımının arzulandığı açıktır. Nitekim Sivas Kongresi kararlarından 7. madde, manda konusundaki tartışmaların net bir yansıması olarak karşımıza çıkar:

“Madde 7. Milletimiz asrî gayeleri tebcil ve fenni, sınai ve iktisadî hal ve ihtiyacımızı takdir eder. Binaenaleyh devlet ve milletimizin dahili ve harici istiklali ve vatanımızın tamamiyeti mahfuz kalmak şartıyla altıncı maddede musarrah hudud dahilinde milliyet esaslarına riayetkâr ve memleketimize karşı istila emeli beslemeyen her hangi devletin, fenni, sınai, iktisadi muavenetini memnuniyetle karşılarız...” (Nutuk, I, s. 67)

Şimdi bu maddede masumane bir edayla bize bakan “her hangi devlet” hangisidir veya hangisi olabilir? Uluğ İğdemir’in yayına hazırladığı ve Türk Tarih Kurumu’nun yayınladığı Sivas Kongresi tutanaklarını inceleyince görüyoruz ki, bu devlet, kesinlikle Amerika Birleşik Devletleri’dir. Ancak Gazi, Nutuk’da bunu sert bir dille inkâr etmiş ve hatta “manda”nın söz konusu olmadığını söylemiştir (yumuşatılmış ifade ‘müzâheret’tir). Ona göre bu madde, ecnebi sermayeye yönelik bir davetten ibarettir.

Ancak gerek Rauf Orbay’ın hatıralarına, gerekse Kâzım Karabekir’in yukarıdaki eserine bakıldığında bu “her hangi devlet”in ABD olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Peki Gazi Mustafa Kemal, 1927’de, 8 yıl önceki bu önemli ayrıntıyı neden unutturmak çabası içine girmiştir? İnkılap tarihçilerimizin zahmet edip cevaplandırması gereken çetin bir sorudur bu.

Kendi payıma, bu sorunun cevabını, yine onunla alakalı bir başka ayrıntı üzerinden vereceğim. Yani 9 Eylül 1919 tarihli o meşhur mektup üzerinden.

Sivas Kongresi sırasında Amerikan mandası fikri o kadar taraftar toplamıştır ki, başlarda mandaya taraftar olan Rauf Bey son anda fren koyup da, önce bir mektup yazılarak bir ABD heyeti davet etme fikri kabul görmese belki de tamamen mandacı bir karar çıkacaktır. Doğrusu Sina Akşin’in hayret ettiği kadar var: Mandacılığa karşı olduğunu bildiğimiz Başkan Mustafa Kemal, kürsüye çıkıp bu gidişe dur dememiş, işi oluruna bırakmayı tercih etmiştir. Nitekim kongre kararıyla Amerika’ya bir telgraf çekilmiş ve “ABD Kongresi üyelerinden oluşan bir kurul”un Anadolu’ya gelerek incelemelerde bulunması istenmiştir. Amaçlardan biri de, yaklaşan Sevr barış görüşmelerinde Amerika’nın tarafsız bir ülke olarak yakınlığını sağlamaktır. Mektupta ABD Senatosuna “Üyelerinizden oluşan bir komiteyi Osmanlı imparatorluğunun her köşesine göndermenizi diliyoruz” denilmektedir.

Ve telgraf haline getirilerek çekilen mektubun altında 5 imza birden vardır. Kimler mi imzalamıştır bu mektubu? Bakalım beraberce:

Sivas Milli Kongresi adına Mustafa Kemal Paşa, Başkan Vekili Rauf Bey, İkinci Başkan Vekili İsmail Fazıl Paşa (Ali Fuad Cebesoy’un babası), ve iki divan kâtibi...

Bu mektup ABD Senatosu tarafından yayınlanmış olup gerek Rauf Orbay, gerekse Kâzım Karabekir oradan alarak hatıratlarında kullanmışlardır.

Şimdi sıra geldi meselenin bam teline dokunmaya.

BU MEKTUP GÖNDERİLDİ Mİ

GÖNDERİLMEDİ Mİ?

Nutuk’taki ifade aynen şöyledir. 1927 baskısını kullanıyorum:

“Efendiler, pek uzun ve münakaşalı devam eden bu manda müzakeresi, taraftarlarını iskât edecek [susturacak] mutavassıt [orta yolcu] bir çare ile hitam buldu [sona erdi]; hem de bu çareyi teklif eden yine Rauf Bey oldu... Bu teklif ittifâk-ı ârâ [oybirliği] ile kabul olundu. Kongre divan riyasetinin [başkanlığının] imzalarıyla bu yolda bir mektup tesvid olunduğunu [müsveddesinin hazırlandığını] hatırlıyorsam da, bu mektubun gönderilebilip gönderilmediğini pek iyi hatırlamıyorum. Esasen bu mektuba suret-i mahsusada [özel olarak] ehemmiyet atf etmiş değildim.” (s. 68)

Kongre başkanı ve başkan vekillerinin imzaladıkları ve bir yabancı devletin senatosuna çekilen telgrafın gönderilip gönderilmediğini pek iyi hatırlamayan Gazi’nin, aynı Nutuk’un 92-94. sayfalarına aldığı Kâzım Karabekir’e yazdığı bir cevapta bu mektubun yazıldığını ve kendisinin imzaladığını gayet güzel hatırladığını görmekteyiz. Mektupta geçen ifadeleri şöyledir Mustafa Kemal’in:

“Yalnız Amerika senatosuna yazılan ve malumunuz olan bir mektuba kongre kararıyla 5 kişi vaz’-ı imza etmiştir [imza atmıştır] ki, bu meyanda bendenizin de imzam vardır.” (s. 92)

Kaldı ki, gönderilip gönderilmediğini pek iyi hatırlayamadığı mektubun hemen arkasından, yani sadece 10 gün sonra, ABD Kongresi’nin Sivas’a inceleme yapmak ve rapor tutmak maksadıyla gönderdiği General Harbord’la görüşen de Mustafa Kemal’den başkası değildir (bu görüşmede Rauf Bey de tercümanlık yapmıştır.) Dolayısıyla mektubun gönderilip gönderilmediğini en azından onun doğurduğu bu ziyaretten hatırlayabilirdi. Ancak ben Gazi’nin, bu biraz kafa karıştıracak ayrıntıyı Nutuk’un resmi tarih oluşturma amacını göz önünde tutarak hatırlamak ve hatırlatmak istemediğini düşünüyorum.

Nereden mi çıkartıyorum bunu? Şaşıracaksınız belki ama yine gerçek bir hazine olan Nutuk’tan.

Zamanın Matbuat Cemiyeti Başkanı olan Velid Ebuzziya, bir söyleşi yapacaktır Mustafa Kemal’le. Mustafa Kemal Paşa’nın Tasvir-i Efkâr gazetesi adına 13 Ekim 1919’da yollanan 21 sorudan sadece 12 numaralı soruya cevap vermediği dikkatlerden kaçmaz. Bu soru ise tahmin edebileceğiniz gibi, General Harbord’la görüşmesinde ne konuştukları üzerinedir. (“General Harbord ile ne mülakat ettiniz?”) (Nutuk, 1927 baskısı, cilt II, s. 145-146.)

Epeyce şaşırtıcı değil mi? Bütün sorular içinden sadece Amerikalı General ile yaptığı görüşme hakkındakini cevapsız bırakan Mustafa Kemal, aynı kitapta Harbord’u yollayan ABD Senatosu’na yazdığı ve altında imzası bulunan mektubun gönderilip gönderilmediğini pek iyi hatırlayamadığını söylemekteydi.

Neydi işin sırrı acaba? Nutuk’ta Kurtuluş Savaşı tarihi yeniden yazılırken bazı ayrıntılar neden atlanmıştı?

Ben yoruldum gayrı. Varsa kudretiniz siz verin cevabını...

Haber7.com, 9.1.2007

Mustafa ARMAĞAN

15.01.2007


 

Solda türban simgesi

Türkiye’de sol kanat içinde din ve inanç özgürlüğü temelinde bir parçalanma yaşanması son derece olumlu.

Bundan yedi ay kadar önce Haziran 2006’da Özgürlük ve Demokrasi Partisi’nin Kadıköy Mitingi’nde ÖDP Genel Başkanı Hayri Kozanoğlu tarihi bir konuşma yapmış, ÖDP’nin komünist olma hakkıyla başörtülü bir dindar olma hakkını özdeş gördüğünü; her iki hakka da demokrasi açısından sahip çıktığını ortaya koymuştu.

Bu, kendini sol olarak tanımlayan bir örgütün türban yasağına karşı çıkışının ilk örneğiydi ve ilginçtir, başörtüsü bir kez daha simge haline gelmişti: Özgürlükçü solla totaliter sol arasındaki ayırımın simgesi...

O zamanlar bu olayın tarihi önemini vurgulamış ve şöyle yazmıştım: “Şimdi umudum, ÖDP’nin bu tutumunun, sol kesimde hala son derece etkili olan ideolojik şartlanmanın kırılışının başlangıcı olması... Sol cemaat tarafından aforoz edilmekten çekinip de şimdiye kadar bu temel özgürlüğe sahip çıkmaya cesaret edemeyen kimi sol çevreler ÖDP’nin tutumundan cesaret alabilir. Baş örtme hakkını savunmanın solcu olmakla, ilerici ya da sosyal demokrat olmakla çelişmediği, tam tersine bunun gereği olduğu belki daha rahat kavranabilir. Bu işte bir haksızlık olduğunu hissettiği halde sesini çıkarmaya cesaret edemeyen; aile içinde başka, solcu dost çevrelerinde başka konuşmak zorunda kalan geniş solcu-sosyal demokrat kesimler, üzerlerindeki ideolojik baskının hafiflediğini hissedebilirler.”

10 Aralık Hareketi’nin son açıklamasında üniversite öğrencileri için türbana özgürlük istediğini okuyunca umudumun boşa çıkmadığını gördüm sevinçle. Evet, ÖDP’nin çıkışı tek kalmadı. Başta DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi olmak üzere, Prof. Burhan Şenatalar, eski CHP milletvekili Rıdvan Budak, Tüm- Belsen Başkanı Vicdan Baykara, Prof. İbrahim Kaboğlu, Prof. Erol Katırcıoğlu gibi tanınmış birçok ismin içinde yer aldığı Sol İttifak, “dinin siyasi alanda istismarına yol açmayacak biçimde uygulanmak kaydıyla, yükseköğretim kurumlarında öğrencilerin başörtüsü takmalarının toplumsal uzlaşma temelinde, bu doğrultuda gerekli hukuki değişiklik yapılarak serbest bırakılmasını” savundu. Bu gelişmenin pratik sonuçları elbette önemli.

Üniversitelerin önüne kurulan türban barikatında, bizzat sol kanat tarafından açılan bu gedik önümüzdeki dönemde hızla büyüyebilir. Buna benzer çıkışların artması, Erdoğan’ın beklediği ‘kurumlar arası konsensus”u öne çekebilir ve üniversitelerde on yıllardır süren başörtüsü işkencesi sona erebilir. Ama pratik sonuçlarından daha önemli olan şey, ideolojik sonuçları; bir başka deyişle solun ideolojik alanda yaptığı açılım...

10 Aralık Hareketi’nin de hedeflediği gibi, “Solda bir yenilenme” yaşanacaksa eğer, bunun en temel unsurlarından biri doğru bir laiklik anlayışı; inanç ve ibadet özgürlüğünün temel bir özgürlük olarak içe sindirilmesi olmak zorunda. Zira, bugün demokrasinin en çetin konusu bu. Şu anda sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada demokrasi tartışmalarının en çetin geçtiği; modernizmin en fazla çuvalladığı; Avrupa’nın en kararlı insan hakları savunucularının “sınıfta kaldığı” sınav bu noktada veriliyor.

Yıllar yılı “anti demokrasiye demokrasi tanınamaz” klişesiyle durumu idare eden “modernist” tutucular, hayatın getirip dayattığı hiçbir sorunu çözemez haldeler. Avrupa’nın göbeğinde yaşayan 5 milyon müslümanla ne yapacaklarını, neyi yasaklayacaklarını, neyi serbest bırakacaklarını şaşırmış bir halde birbirlerine bakıyorlar.

İşte böyle bir tarihi süreçte, Türkiye’de sol kanat içinde din ve inanç özgürlüğü temelinde bir parçalanma yaşanması, bir kanadın sol içindeki totaliter çizgiye karşı çıkıp özgürlükçü bir açılım yapması, solun kendi kaderi açısından son derece olumlu. Böyle bir açılımın türbanlılara faydası olacak elbette. Ama eminim ki asıl faydası solun kendisine olacak. Solun bir kanadı bu saflaşma sayesinde daha olgun, daha derin bir demokrasi kavrayışına doğru uzun ve verimli bir yolculuğa çıkacak. Ben de merakla onları izleyeceğim.

Bugün, 14.1.2007

Gülay GÖKTÜRK

15.01.2007


 

Maaş tablolarında niye bazı meslekler görülmüyor?

Bir profesör maaşı yaklaşık bir tuğgeneral maaşı kadar idi, şimdi profesör maaşları hangi rütbeye eşitlendi?

Devlet memurları arasında bir protokol vardır ve bu protokolün en önemli göstergelerinden biri de maaş düzeyleridir.

Bilebildiğim kadarı ile bu nedenden de Başbakanlık Müsteşarı devlet memurları arasında en yüksek maaşı alan kişidir.

Bu hiyerarşik protokol içinde de generaller, hakim ve savcılar, profesörler, müsteşarlar, genel müdürler daima tepelerde ve birbirlerine oldukça yakın sıralarda yer almışlardır.

Sözkonusu maaş hiyerarşisi içinde dönem dönem yukarıya tırmananlar olmuştur ve bu tırmanma da aslında bu yukarıya yönelenlerin devlet hiyerarşisi içinde daha önemli hale geldiklerinin bir göstergesidir.

Çalışanlar maaş tablolarında askeriye

ve yargı niye yok?

Son üç gündür gazetelerin ekonomi sahifelerinde çalışan ve emekli memurların 15 Ocak'ta alacakları maaşlar ve emekli maaşları yer almaktadır.

İlk saptamamız bu maaşların, özellikle çok önemli görevler için çok yetersiz olduğudur, bu noktaya geri döneceğim ama bu yazıda esas işlemek istediğim konu bu değil.

Gazetelerde, çalışan ve emekli memurların 15 Ocak maaş düzeyleri, Anadolu Ajansı mahreçli olarak, ayrı ayrı yayınlandı ve bu tablolarda ilk gözüme çarpan şaşırtıcı şey emekli maaş tablolarında gördüğümüz bazı memuriyet meslek kategorilerinin halen çalışanların maaş tablolarında yer almadığı oldu.

Çalışanlar için düzenlenen maaş tablolarında göremediğimiz meslek kategorileri askeriye ve yargı.

Yargı geçen seneye kadar ‘1. sınıf hakim’, ‘Anayasa Mahkemesi Başkanı’ gibi kategorilerle gözüküyor idi, bu sene sadece emekli tablolarında var, çalışanlarda yok.

Keza askeriye yine Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanı, Orgeneral-Oramiral, Tuğgeneral-Tuğamiral gibi kategorilerle emekli maaş tablolarında mevcut ama çalışanlar arasında Genelkurmay Başkanı’ndan bir binbaşıya, bir teğmene kadar göremiyoruz.

Eskiden askeriye kategorileri de çalışanlar maaş tablolarında gözükür idi, bizler de bir general, bir albay, bir binbaşı, bir müsteşar, bir profesör ne kadar maaş alıyor görür ve mukayese edebilir idik. Son senelerde, muhtemelen de 28 Şubat sonrası bu mukayese olanağımız ortadan kalktı.

İlgilenenler gazete arşivlerinden bu gerçeği görebilirler.

Sözün özü

Asker maaşları gizli değil, bilgi edinme kanunu çerçevesinde ya da özel ilişkilerle herhalde öğrenilebilir ama önemli olan bu verilerin basına yansıtılmaması ve farklı meslek kategorileri ile mukayesesinin geniş kitleler için engellenmiş olması.

Çağımız yani muassır medeniyet daha çağdaş bir toplum için kaynakların ağırlıklı olarak bilgi toplumuna yönelik tahsisini gerektirir iken bizde silahlı bürokrasi ve mesela öğretmen, kütüphaneci maaşları karşılaştırması devlet tercihinin nasıl oluştuğunu gösteriyor.

Bir kuvvet komutanının, bir generalin maaşını sıradan bir gazete okuru göremiyor ama bendeniz bu maaş düzeyinin dahi TSK gibi devasa ve çok önemli bir örgütü yönetenler için çok yetersiz olduğunu biliyorum ama önemli olan devlet protokolü içinde nispi sıralamada son yıllarda yaşanan değişiklik.

Çok eskilerde, bir profesör maaşı yaklaşık bir tuğgeneral maaşı kadar idi, şimdi profesör maaşları hangi rütbeye eşitlendi doğrusu merak ediyorum.

Star, 14.1.2007

Eser KARAKAŞ

15.01.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004