|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Bir de Allah ile cinler arasında akrabalık uydurdular. And olsun ki onların Cehennemlik olduğunu cinler de bilir.
Sâffât Sûresi: 158
|
15.01.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Din kardeşinin musîbetine gülme. Yoksa Allah ona merhamet eder ve senin başına verir.
Câmiü's-Sağîr, c: 3, 3865
|
15.01.2007
|
|
İnsanın dünya kadar büyük meselesi
Câzibedar bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen bâzı gençlerle bir muhâveredir.
Bir kısım gençler tarafından, şimdiki aldatıcı ve câzibedar lehviyât ve hevesâtın hücumları karşısında, “Âhiretimizi ne sûretle kurtaracağız?” diye Risâle-i Nur’dan meded istediler. Ben de Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsi nâmına onlara dedim ki:
Kabir var; hiç kimse inkâr edemez. Herkes, ister istemez oraya girecek. Ve oraya girmek için de, üç tarzda, üç yoldan başka yol yok.
• Birinci yol: O kabir, ehl-i imân için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.
• İkinci yol: Âhireti tasdik eden, fakat sefâhet ve dalâlette gidenlere bir haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrid içinde bir haps-i münferit, yalnız başına bir hapis kapısıdır. Öyle gördüğü ve itikad ettiği; ve inandığı gibi hareket etmediği için, öyle muâmele görecek.
• Üçüncü yol: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için bir idâm-ı ebedî kapısı, yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idâm edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek. Bu iki şık bedihîdir, delil istemiyor, göz ile görünür.
Mâdem ecel gizlidir; her vakit ölüm, başını kesmek için gelebiliyor; ve genç ihtiyar farkı yoktur. Elbette, dâimâ, gözü önünde öyle büyük dehşetli bir mesele karşısında, bîçare insan, o idâm-ı ebedî, o dipsiz, nihayetsiz haps-i münferitten kurtulmak çaresini aramak ve kabir kapısını bir âlem-i bâkîye, bir saadet-i ebediyeye ve âlem-i nura açılan bir kapıya kendi hakkında çevirmek hâdisesi, o insanın dünya kadar büyük bir meselesidir.
Bu katî hakikat, bu üç yol ile bulunduğunda ve bu üç yolun da mezkûr üç hakikat ile olacağını ihbar eden yüz yirmi dört bin muhbir-i sâdık, ellerinde nişâne-i tasdik olan mu’cizeler bulunan enbiyâlar ve o enbiyâların haber verdikleri aynı haberleri, keşf ve zevk ve şuhud ile tasdik eden ve imza basan yüz yirmi dört milyon evliyânın aynı hakikate şehâdetleri ve hadd ü hesâba gelmeyen muhakkiklerin katî delilleriyle-o enbiyâ ve evliyânın verdikleri aynı haberleri-aklen, ilmelyakîn derecesindeHâşiye ispat ettikleri; ve yüzde doksan dokuz ihtimâl-i katî ile, “İdâm ve zindân-ı ebedîden kurtulmak ve o yolu saadet-i ebediyeye çevirmek, yalnız imân ve itaat iledir” diye ittifaken haber veriyorlar.
Hâşiye: Onlardan birisi Risâle-i Nur'dur; meydandadır.
Sözler, On Üçüncü Sözün
kinci Makamı, s. 131
|
15.01.2007
|
|
Zaman denen sır
Bediüzzaman, Mektûbât isimli eserinde; zamanı, zerrelerin/atomların titreşim ve hareketleri olarak tanımlamakta, Allah’ın kudret ve iradesinin tecellîlerinin sergilendiği Levh-i Mahv ve İspat denilen içinde yaşadığımız şu kâinatı, zamanın misalî bir sayfası olarak vasıflandırmakta, bu sayfada Allah’ın zerreleri tahrik ederek gayb âleminden şahit olduğumuz bu âleme, yani ilimden kudrete çıkarmakta ve her biri bir âyet olan mevcudât silsilesini icat etmekte olduğunu ifade etmektedir.
Bediüzzaman, kâinatta cereyan eden ve zaman denilen büyük bir nehrin hakikatinin, ölüm ve hayata, varlık ve yokluğa daima mazhar olan yazar bozar tahtası Levh-i Mahv ve İsbat denilen kudret defterinin sayfası ve mürekkebi hükmünde olduğunu belirtmektedir.1
Bediüzzaman, zamanı büyük bir nehre benzeterek akıcı olduğuna işaret etmektedir. Gerçekten de kâinattaki bütün zerrelerin sürekli hareket halinde oldukları, hiç durmaksızın varlıkların yapısında görev aldıkları düşünülecek olursa, geçmişten gelerek şimdiki zamanda Yaratıcının ve şuur sahiplerinin huzurlarında resmi geçit yapıp geleceğe doğru giden büyük bir nehir izlenimini vermektedir.
Yüce Allah zamandan ve mekândan münezzehtir. Geçmişi, ânı ve geleceği aynı anda gören yüce bir makamdadır. Zaman, aynı nehirde akan her bir varlığı farklı bir şekilde etkilemekte, yeni doğanları olgunlaştırırken olgunları da ihtiyarlık ve ölüme sürüklemektedir.2 Zamanımız anlara, saatlere, günlere, aylara ve yıllara bölünmüştür. Bu bize hayatta kıyaslama ve ölçme kolaylığı temin etmektedir. Yaşadığımız her bir an çok kısa bir süre sonra geçmiş olmakta ve hafızalarımızda arşivlenmektedir.
Zamanın boyutları
Zaman bizim için geçmiş, şimdiki an ve gelecek olarak yatay bir bölünme ile üçe, dikey olarak da alt ve üst boyut olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır.3 Bilim adamları henüz geçmişi ziyaret edip hataları düzeltecek veya geleceğe uzanıp, ta oralardan haber verecek zaman makinesini icat edebilmiş değillerdir. Ama zaman genişleyebilir, daralabilir, yavaşlayabilir, sıçrayabilir ya da dikey olarak sıralanmış rüzgâr, ses, akıl, kalp, hayal, rüya, ışık ve ruh gibi özellikleri, dalga boyları, hızları ve frekansları çok farklı boyutlarda insana müşahede imkânı sağlayabilir.
İnsanın cismi, zamana tabidir. Ama ruhu zamanla kayıtlı değildir. Ruh, hayal ve kalp, geçmiş ve geleceğe uzanarak cisimden çok farklı bir zaman diliminde ve sür'atli bir şekilde dolaşarak4 bast-ı zaman dediğimiz zaman genişlemesine, bereketlenmesine, kısa zamanda uzun bir süre yaşama hâllerine mazhar olabilir. Ruhu cismâniyetine galip olan evliyanın işleri, fiilleri, ruh sür'atiyle cereyan eder.5 Bazı evliyanın bir dakikada bir günlük işi görmesi, bazılarının bir saatte bir sene vazife yapması, bazılarının da bir dakikada bir hatme-i Kur’âniyeyi okumuş olması rivayetleri çoklukla vuku bulan bast-ı zaman hadiseleridir. Bast-ı zamanın bir nev'î de herkes tarafından rüyada görülmektedir. Bazen bir dakikada insanın gördüğü rüyayı, geçirdiği halleri, konuştuğu sözleri, aldığı lezzetleri veya çektiği elemleri görmek için, yakaza/uyanıklık âleminde bir gün, belki günler lâzımdır.6
Ashab-ı Kehf mağarada 309 yıl kalmışlardır. “Gerçekten, senin Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir” âyetinin işaretiyle; “Ne kadar kaldınız?” sorusuna, “Bir gün veya günün bir kaç saatlik kısmı kadar kaldık”7 demeleri, günün üçte biri olan sekiz saatlik bir gece uykusu, Allah katındaki bin yıllık bir günün üçte biri olan aşağı yukarı 300 yıla tekabül etmektedir. Zaman içinde zaman ve mekân içinde mekân yaratmaya her zaman kâdir olan Yüce Rabbimiz, dağ gibi cansız varlıkların bir günlerini de bin yıl olarak tayin etmiş, Ashab-ı Kehf’in zamanını da dağa göre işletmiş olabilir.
Bast-ı zaman ve tayy-ı mekânı birbirinden ayırmak zordur. Çoğu durumlarda birbiriyle iç içe gerçekleşir. Peygamberimize verilen Mi'rac mucizesinde; ‘bast-ı zaman’ sırrıyla birkaç saat içinde, binler seneler hükmünde genişlik, kuşatıcılık ve uzunluk vardır. Peygamberimiz, Mi'rac yoluyla, birkaç dakikası, şu dünyanın binler senesini içine alan beka âlemine girmiştir.8
Bediüzzaman, hayat tabakalarını izah ederken üçüncü tabakada bulunan Hazret-i İdris ile Hazret-i İsâ’dan (a.s.) bahsetmektedir. “Hazret-i İdris ve İsâ Aleyhimesselâmın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levazımatından tecerrüdle, melek hayatı gibi bir hayata girerek nuranî bir letâfet kesb eder. Âdetâ beden-i misalî letâfetinde ve cesed-i necmî nuraniyetinde olan cism-i dünyevîleriyle semâvatta bulunurlar”9 diyerek dünyevî cisimleri ile ‘zaman genişlemesi’ hakikatine mazhar olan bir hayat tabakasına işaret etmektedir.10
Hazret-i Süleyman’ın, bir günde havada uçarak iki aylık bir mesafeyi kat etmesi ve celp ilmiyle uğraşan vezirlerinden birisinin Belkıs’ın tahtını göz açıp kapayıncaya kadar hazır etmesi bast-ı zaman ve tayy-ı mekânla ilgili mucizelerdir. Hazret-i Süleyman’a nefsinin heva ve hevesini terk ettiği ve saltanatında tam bir adalet etmek istediği için havaya bindirilerek memleketinin her yeri ve her hali gösterilmiştir. Mucize olarak Hazret-i Süleyman’a ihsan edilen bu hadise, günümüzde tembelliği bırakarak âdetullah kanunlarına uyan insanlar için sıradan bir olay haline gelmiştir. İnsanlar uçak aracılığıyla havaya binmekte, radyo ve televizyon aracılığıyla da memleketin, hatta bütün dünyanın ahvalini öğrenebilmektedirler.11
(Genç Yaklaşım, Ocak-2007 sayısından alınmıştır)
|
Kadir AYTAR
15.01.2007
|
|
Bediüzzaman'ın talebelerinden Hakkı Yavuztürk'ün hatıraları - 5
Üstadı son görüşüm
Son yıllar çok çalkantılı geçiyordu. O zamanlar, Üstad Hazretlerini gazetelerden ve diğer vasıtalardan âdeta gün be gün takip ediyorduk. Nihayet 1959 Aralık’ın son günleriydi ki Bediüzzaman Hazretlerinin İstanbul’a gelecekleri hususunda telgraf geldiğini ve daha sonra da Çemberlitaş-Piyerloti Oteline indiklerini öğrenmiştik.
Başta kahraman Zübeyir Ağabey olmak üzere birçok Nur talebeleri oteldeydiler. Bir kısmı da daha sonra geldiler. Üstad Hazretleri çok yorgun olmasına, oteldeki odalarında istirahat halinde olmalarına rağmen, ilk gün akşam vakti odalarında bizlere topluca ders mahiyetinde eski Divan-ı Harp Mahkemesinde yaptıkları mahkeme müdafaasından bahisle, Divan-ı Harp Mahkemesinde beraat ettikten sonra Beyazıt’tan tâ Sultanahmet, Divanyolu’na kadar ‘Yaşasın zalimler için Cehennem’ diyerek kendilerini takip eden kalabalıkla topluca geldiklerini, Risâle-i Nur’da geçen bazı mevzuları da ders olarak anlattıklarını, ayrıca kendilerini birçok vilâyetten şimdi dâvet ettiklerini, ancak Ankara, Konya ve İstanbul gibi birkaçına gidebildiklerini, ayrıca menfi milliyetçiliğin zararlarından bahsettiklerini hâlâ unutamam.
Ertesi günü 1960 yılının yanlış hatırlamıyorsam ilk günüydü, sabahleyin erkenden yine gelmiştim. Otelde birçok Nur talebesi kardeş ve ağabeylerimiz vardı. Ayrıca, Emniyetten memurlar, bir kısım gazeteci muhabir ve bilhassa foto muhabirleri de vardı. Hususen bir ara İstanbul Yenikapı Ortaokulundan tanıdığım Rüçhan adındaki foto muhabirini, Üstad Hazretlerinin otelin üçüncü katındaki odaları karşısında, bitişik komşu evin dam kiremitleri üzerinde fotoğraf makinesiyle birlikte görmüştüm. Nasıl o dama çıkmıştı bilemem. Gerçi hemen mâni olmuştuk, ancak ertesi günü gazetelerde Üstad Hazretlerinin namaz kılarken çekilmiş fotoğraflarını görünce, bizler görmeden, belki rahmetli Zübeyir Ağabeyin müsaadesiyle o veya arkadaşları tarafından çekilmiş olduğunu tahmin etmekteyim.
Üstad Hazretlerinin bir müddet İstanbul’da kalacağını tahmin ettiğimiz için, nasıl olsa sonradan söyleriz, gelir ziyaret ederler düşüncesiyle en yakınlarımıza dahi söylememiştik. Halbuki aniden rahmetli Zübeyir Ağabey; “Üstadımız İstanbul’dan gidiyor” demişti. Hepimiz çok üzülmüştük. Ama çaresizdik. Üstadın çok kısa bir süre kalmaları, hepimizi de âdeta şaşkına çevirmişti. Zira, ben dahil oradaki bazılarımızın dünya gözüyle bir daha göremeyeceğimiz gidişleriydi bu.
Üstad İstanbul’dan ayrılıyor
Evet, hazırlıklar yapılmıştı. Artık İstanbul’dan gidiyorlardı. Topluca odalarındaydık. Av. Bekir Ağabey, hepimizi ayrı ayrı Üstad Hazretlerinin cenahlarına göre bizleri düzenli şekilde vazifelendirmişti. ‘Sen sağında, sen solunda, bu ön, o arka taraflarında vesâir gibi’ dizilmiştik. O sıra Üstad baktım, takdirle Bekir Ağabeyi izliyordu. “Maşaallah kardeşim, sen tam Abdurrahman’ım gibisin...” (rahmetli biraderzadesini kastederek) şeklinde, takdirli tabirler kullanıyorlardı. Düzenli bir halde otel odasından çıkmıştık. Yukarıda da belirttiğim gibi, otel; gazeteciler, emniyet mensupları ve diğer meraklılar tarafından hınca hınç bir şekilde doldurulmuştu... Hele otelin önü.. Üstad Hazretlerini kapı önündeki Hüsnü kardeşin kullandığı otomobile âdeta bindirmemize imkân yok gibiydi. Üstadı, başta rahmetli Zübeyir Ağabey, Bekir Bey, Fırıncı, Birinci, Zübeyir, Abdünnur, Abdülkafi... gibi şimdi hatırlayabildiğim birçok kardeşler ve ağabeylerle bir çember içine alarak zorla otomobile bindirebilmiş ve Kabataş araba vapuruna kadar takip etmiştik.
Nereden bilebilirdik ki; ‘bu helâket ve felâket asrının güneşi’ İstanbul ufuklarından ufule gidiyordu. Âdeta güneş doğuda batmak üzere batıdan gidiyordu. Onu, ta Kabataş vapur iskelesine kadar uğurlamıştık. Evet, ne bilirdik ki o tarihten sonra geçecek her gün bir saniye gibi tez geçecek ve bir daha görmeden üç dört ay gibi kısa bir süre sonra; doğuda, nebîler, evliyalar yurdu Urfa’da ebede uful edecek. Nur içinde yatsın.
Son Şahitler, 4. Cild, s. 427
|
15.01.2007
|
|
|
|