Her müdahale hem orduyu hırpaladı, hem orduyu müdahaleye teşvik edenleri...
Yeni bir yıla giriyoruz. Gönlümüz, önümüzdeki senenin umutların güçlendiği, problemlerin çözüleceği inancının herkese hâkim olduğu bir dönem olmasını istiyor. Ama gerçekler tekzip ediyor bu arzumuzu. Sonuçta tedirgin giriyoruz 2007’ye... Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçimden tutun; Kıbrıs’tan, nisan ayında ABD Temsilciler Meclisi’nde gündeme gelmesi beklenen Ermeni tasarısından çıkın!
Üstelik birilerinin yine öfke kabartmaya ve müdahale borazanına üflemeye başladığını da görüyoruz. Sebep: Memleket elden gidiyor!..
Bugüne kadar ‘başımıza gelenlerden korkmadığımız için bütün korktuklarımız başımıza geldi!’ Amenna... Bundan sonra da devam eder mi aynı oyun? Asker ayak uydurur mu buna?
Sanmam, hayır!
Ama besbelli kimilerinde hevesler huya dönüştü... Ve değişmiyor.
Üzerinde durmak istediğim ilk husus, bu tablo karşısında orduya düşen rolün ne olması gerektiği.
Asker elbette müdahale heveslilerini açıktan güçlendirmez, dışarıdan verilecek akıllara fazla itibar etmez. Ama kanımca ordunun olaylar karşısında sesini yükseltmesi kadar sessiz kalması da bir tavırdır. Bu bakımdan Türk Ordusu’nun, dolayısıyla onu temsil eden komutanların demokrasi konusunda duyarlılıklarını daha güçlü vurgulamaları gerektiğine inanıyorum.
Geçmişte Çevik Bir paşa Refah Partisi’yle çekişmenin sembolü isim haline geldiğinde ‘Yoksa paşa Erbakancı mı?’ diye yazmıştım. Zira 28 Şubat sürecinde onun çevresinden yayılan eğilim ve üslup, rahatsızlık duyulan siyaseti zayıflatmamış aksine ona güç kazandırmıştı.
Bu durum halkın orduya itibar etmediği manasına gelmez elbette. Türk halkı ordusunu seviyor, ona sonsuz güven duyuyor; ama İttihat Terakki’den itibaren, ordu ne zaman siyasete müdahale etse bundan rahatsız oluyor. Ve hoşnutsuzluğunu söz kendisine bırakıldığında müdahaleye maruz kalanı destekleyerek gösteriyor.
1957 seçimlerinde DP kaybetmenin sınırına gelmişti. Demokrat Parti’nin aldığı oyun oranı yüzde 47, CHP’ninki yüzde 41’di. Türkiye genelinde iki parti arasındaki oy farkı 600 bine inmişti. İhtilal oldu Demokrat Parti ve Adnan Menderes sahneden çekildi. Bir yıl sonra CHP, karşısında derme çatma kurulmuş, aday listesi oluşturmakta zorlanmış partilerle girdiği seçimde yüzde 35’e geriledi; DP’li yığınları temsil eden cephe yüzde 65 oy aldı. 1970 sonrasında da 1980 sonrasında da değişmedi bu.
Askeri müdahaleye teşvik edenlere gelince onlar her defasında askerin hışmına uğradılar. 1960 ihtilalinin ardından 147 öğretim üyesi üniversiteden uzaklaştırıldı; yüzlerce subay emekli edildi. İhtilali yapanlar ‘Babıâli’den de geçeceğiz’ diyerek basına göz dağı verdiler. Unutmadık bunları. 1970’te yeniden sahneye konuldu oyun. Ve bir kere daha birilerinin ümit bağladığı dağlara kar yağdı. Kaç akademisyen, kaç gazeteci, kaç askeri öğrenci, kaç subay yıkım yaşadı.. Ve 1980!.. Orduyu duruma müdahale etmesi için teşvik eden, ihtilal sonrası oluşacak yapıdan ikbal bekleyen siyasilerin bir kısmını tanıdım.. Hiçbiri amacına ulaşamadı. Hem de bizzat Kenan Evren’den aldıkları söze rağmen... Aksine zamanla tu’kaka edildiler. Sonra 1402’likler, sıkıyönetim yargılamaları v.s.
Özetle her müdahale hem orduyu hırpaladı, hem orduyu müdahaleye teşvik edenleri...
Öğrenmemiz gereken, iktidarın seçimle işbaşına gelip seçimle değişmesi gerektiği; Anayasa’yla belirlenmiş kuralların iktidardaki kişiye/partiye göre bazen uygulanıp bazen uygulanmayacağı anlayışının demokrasiye inançsızlık olduğu, bunun aksinin Türkiye Cumhuriyeti’ne ve her müdahalede adı gerekçe olarak kullanıldığı için Cumhuriyet’in kurucusunun hatırasına zarar verdiğidir.
Radikal, 27.12.2006
|