Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 28 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Sen çalış, ben yiyeyim

Bugünkü gelir dağılımında görülen derin uçurumun başka bir izah tarzı yok.

Son iki gündür Türkiye İstatistik Kurumu TÜİK’in açıkladığı hane halkı gelirleri ve yoksullukla ilgili rakamlar Türkiye’de son 3 yıldır görülen ekonomik iyileşmenin az da olsa tabana kadar indiğini gösterdi.

Son 3 yılda çalışanların ücretleri yeteri kadar artmadığı için refah payı ortaya çıkmadı.

Ancak enflas-yonun tek haneli rakamlara inmesiyle gıda ve giyim fiyatlarının gerilemesi çalışanları nisbeten rahatlattı.

Her ay işçi ve memur sendikalarının açıkladıkları ve açıklarken de “İnsanlık onuruna yakışır ücret” olarak tanımladığı açlık ve yoksulluk sınırı rakamları vardır.

Bilmiyorum ilginizi çekti mi

Birçok insanın dikkatini çekmeyen ve Türkiye şartlarında da oldukça uçuk gözüken bu rakamlar doğru olmasına rağmen uygulanabilirlikten uzak olduğu için kim-senin dikkatini çekmez.

3 milyona yakın asgari ücretlinin ayda şimdi 403 YTL aldığı bir ülkede işçi ve memur sendikaları açlık sınırını 500, yoksulluk sınırını da 1500 YTL ilan ederse buna kim inanır.

Kimse inanmaz.

Sendikaların yaklaşık 1500 YTL olarak açıkladığı yoksulluk sınırının içinde 4 kişilik bir ailenin aylık asgari gıda, giyim, sağlık, barınma eğlence ve kültür harcamaları yer alıyor.

Ancak Türk halkı bu paranın üçte biri ile bütün bu harcamaları yapabiliyor.

Örneği ortada.

Onurlu olan ücret değil, aldığı ücretle onurlu yaşamasını bilendir.

* * *

Bediüzzaman Said-i Nursi Risale-i Nur adlı eserinin Hakikat Çekirdekleri olarak yer verdiği bölümünde toplumda kavga ve sınıflar arasındaki uçurumun ve artan ahlaksızlığın yayılmasının temel sebebini iki ayrı zihniyette görüyor.

Birincisi: Ben tok olsam, başkası açlıktan ölse bana ne.

İkincisi: İstirahatim için zahmet çek; sen çalış, ben yiyeyim.

Birinci kelimeyi insanların zihninden çıkaracak tek ilaç, kazandığının fakire ait olan kısmını eksiksiz ve her yıl vermek.

İkincisinin de hak etmediğin bir emek karşılığı olmayan kazancı reddetmek yani faizi yasaklamak.

İnsanoğlunun bu emri dinlemediği için büyük bir tokat yediğini belirten Üstad, daha ağır ve sert uyarı gelmeden bu tavsiyenin tutulmasını istiyor.

Bugünkü gelir dağılımında görülen derin uçurumun başka bir izah tarzı yok.

Yaratıcı’ya isyan ettiren zenginlik ve yoksulluktan Allah’a sığınırım demek lazım

Yeni Şafak, 27.12.2006

Yaşar SÜNGÜ

28.12.2006


 

Gözünü seveyim!

Türkiye aslında ABD ve İsrail tarafından limana bağlanmış bir gemi midir?

“Nükleer tehdit nedeniyle dünyanın gözünün İran’ın üzerinde olduğu bir dönemde, Türkiye ve İsrail bir dizi kritik görüşme için düğmeye bastı.”

Dünkü Sabah’ta Metehan Demir’ in “Şahap’a karşı İsrail zirvesi” haberi böyle başlıyordu.

Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Ergin Saygun İsrail’e gitmişti.

“Şahap” ise İran füzesiydi.

Şöyle bir “haber” tasavvur edebilir misiniz: “Nükleer silahları nedeniyle dünyanın gözünün İsrail’in üzerinde olduğu bir dönemde, Türkiye ve İran bir dizi kritik görüşme için düğmeye bastı.”

Etmeyin.

Olmaz.

Olmasın, tamam.

Ama öteki nasıl, neden, niçin, niye oluyor?

“Dünyanın gözü” neden, geliştirmesi muhtemel nükleer kapasitesi içinden nükleer silah çıkarması ihtimalinden endişe edilen, ama attığı imzalarla uluslararası denetime açık (fakat sakallı) İran’da oluyor da;

Zaten nükleer silahları, füzeleri, nükleer denizaltıları mevcut, ama uluslararası denetime kendisini kapalı tutan (fakat tıraşlı) İsrail’de (de) olmuyor.

Bakın, “İsrail’de” demedim; “İsrail’de de”.

Neden “bir dizi kritik görüşme” İsrail’le yapılıyor? Neden İsrail’le “bir dizi kritik görüşme” yapılıyor?

Denecek ki, “Askeri ve savunma sanayi işbirliği anlaşmalarımız, verdiğimiz ihaleler, tamir ettirdiğimiz tanklarımız, ortak tatbikatımız var”.

Diyeceğim ki, “Neden!”

“İsrail devleti” nin; olağan hayat ve kendini savunma koşullarından, daha da olağanlaşmış saldırganlık, yayılma, tahakküm politikalarına kadar, kendi terör tarifleri, kendi istihbarat öncelikleri, kendi düşmanları ve savaşlarından, kendi doğruları ve yalanlarından müteşekkil “kendi yolu” olabilir.

Türkiye; devleti, hükümeti ve milletiyle o yolun yolcusu mudur?

Hani “ismi açıklanmayan bir komutan” diyordu ya, “Hükümet, devlet değildir. Devletin sahibi var” gibi bir şey.

Bu bir devlet politikası, “devletin sahiplerinin politikası” mıdır?

Biz neyiz peki? Yani halk, yani millet.

Millet, devlet için bir eziyet midir?

Millet, devlet karşısında esaret midir?

Türkiye “çok yönlü dış politika” derken, kendini ve halkını aldatan bir devlete mi sahiptir?

Türkiye politikası, arada bir hükümet cenahından “din kardeşlerimiz” filan denerek dostlar alışverişte görsün diye çarşı iznine çıkarılırken, aslında “çuval” dan mı ibarettir?

Türkiye, kendi halkı bağımsız ve özerk bir yolculuk zannıyla kamaralarda, güvertede, ambarda ve makine dairesinde elhak birbirini yerken; hele hele bazı yiğitler “AB karşısında milliyetçilik, ulusalcılık” diye bağırırken, aslında ABD ve İsrail tarafından limana bağlanmış bir gemi midir?

Tamam; tercihiniz böyle bir tarik, öyle bir yol, şöyle bir güzergah olabilir.

Ama, gözünüzü seveyim, gidip gelip dönüp dönüp “masal” anlatmayın, olur mu!

“Dünyanın gözünün” önünde.

Sabah, 27.12.2006

Umur TALU

28.12.2006


 

Asker, askerciler ve hatalar

Her müdahale hem orduyu hırpaladı, hem orduyu müdahaleye teşvik edenleri...

Yeni bir yıla giriyoruz. Gönlümüz, önümüzdeki senenin umutların güçlendiği, problemlerin çözüleceği inancının herkese hâkim olduğu bir dönem olmasını istiyor. Ama gerçekler tekzip ediyor bu arzumuzu. Sonuçta tedirgin giriyoruz 2007’ye... Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçimden tutun; Kıbrıs’tan, nisan ayında ABD Temsilciler Meclisi’nde gündeme gelmesi beklenen Ermeni tasarısından çıkın!

Üstelik birilerinin yine öfke kabartmaya ve müdahale borazanına üflemeye başladığını da görüyoruz. Sebep: Memleket elden gidiyor!..

Bugüne kadar ‘başımıza gelenlerden korkmadığımız için bütün korktuklarımız başımıza geldi!’ Amenna... Bundan sonra da devam eder mi aynı oyun? Asker ayak uydurur mu buna?

Sanmam, hayır!

Ama besbelli kimilerinde hevesler huya dönüştü... Ve değişmiyor.

Üzerinde durmak istediğim ilk husus, bu tablo karşısında orduya düşen rolün ne olması gerektiği.

Asker elbette müdahale heveslilerini açıktan güçlendirmez, dışarıdan verilecek akıllara fazla itibar etmez. Ama kanımca ordunun olaylar karşısında sesini yükseltmesi kadar sessiz kalması da bir tavırdır. Bu bakımdan Türk Ordusu’nun, dolayısıyla onu temsil eden komutanların demokrasi konusunda duyarlılıklarını daha güçlü vurgulamaları gerektiğine inanıyorum.

Geçmişte Çevik Bir paşa Refah Partisi’yle çekişmenin sembolü isim haline geldiğinde ‘Yoksa paşa Erbakancı mı?’ diye yazmıştım. Zira 28 Şubat sürecinde onun çevresinden yayılan eğilim ve üslup, rahatsızlık duyulan siyaseti zayıflatmamış aksine ona güç kazandırmıştı.

Bu durum halkın orduya itibar etmediği manasına gelmez elbette. Türk halkı ordusunu seviyor, ona sonsuz güven duyuyor; ama İttihat Terakki’den itibaren, ordu ne zaman siyasete müdahale etse bundan rahatsız oluyor. Ve hoşnutsuzluğunu söz kendisine bırakıldığında müdahaleye maruz kalanı destekleyerek gösteriyor.

1957 seçimlerinde DP kaybetmenin sınırına gelmişti. Demokrat Parti’nin aldığı oyun oranı yüzde 47, CHP’ninki yüzde 41’di. Türkiye genelinde iki parti arasındaki oy farkı 600 bine inmişti. İhtilal oldu Demokrat Parti ve Adnan Menderes sahneden çekildi. Bir yıl sonra CHP, karşısında derme çatma kurulmuş, aday listesi oluşturmakta zorlanmış partilerle girdiği seçimde yüzde 35’e geriledi; DP’li yığınları temsil eden cephe yüzde 65 oy aldı. 1970 sonrasında da 1980 sonrasında da değişmedi bu.

Askeri müdahaleye teşvik edenlere gelince onlar her defasında askerin hışmına uğradılar. 1960 ihtilalinin ardından 147 öğretim üyesi üniversiteden uzaklaştırıldı; yüzlerce subay emekli edildi. İhtilali yapanlar ‘Babıâli’den de geçeceğiz’ diyerek basına göz dağı verdiler. Unutmadık bunları. 1970’te yeniden sahneye konuldu oyun. Ve bir kere daha birilerinin ümit bağladığı dağlara kar yağdı. Kaç akademisyen, kaç gazeteci, kaç askeri öğrenci, kaç subay yıkım yaşadı.. Ve 1980!.. Orduyu duruma müdahale etmesi için teşvik eden, ihtilal sonrası oluşacak yapıdan ikbal bekleyen siyasilerin bir kısmını tanıdım.. Hiçbiri amacına ulaşamadı. Hem de bizzat Kenan Evren’den aldıkları söze rağmen... Aksine zamanla tu’kaka edildiler. Sonra 1402’likler, sıkıyönetim yargılamaları v.s.

Özetle her müdahale hem orduyu hırpaladı, hem orduyu müdahaleye teşvik edenleri...

Öğrenmemiz gereken, iktidarın seçimle işbaşına gelip seçimle değişmesi gerektiği; Anayasa’yla belirlenmiş kuralların iktidardaki kişiye/partiye göre bazen uygulanıp bazen uygulanmayacağı anlayışının demokrasiye inançsızlık olduğu, bunun aksinin Türkiye Cumhuriyeti’ne ve her müdahalede adı gerekçe olarak kullanıldığı için Cumhuriyet’in kurucusunun hatırasına zarar verdiğidir.

Radikal, 27.12.2006

Avni ÖZGÜREL

28.12.2006


 

Tecridi kaldırın

Artık pazarlığı bırakın, lafı bırakın, yapmanız gereken tek şeyi yapın: Tecridi kaldırın.

Demokratikleşiyoruz, reformlar yapıyoruz, bilmem kaç çeyrektir ekonomik büyümemizi sürdürüyoruz, milli gelirimizi artırıyoruz, orta sınıfımızı güçlendiriyoruz, Kürt meselesine çözümler arıyoruz, darbe tehditlerini savuşturuyoruz, Kopenhag Kriterleri’ni kendi kriterimiz haline getirmekten, kimsenin zoru olmadan reformlara devam etmekten söz ediyoruz...

Bütün bunlar iyi hoş da bir yanda bunlar olurken, aynı ülkenin toprakları üzerinde bir yerlerde küçücük hücrelere tıktığımız o insanlara hâlâ insanlık dışı bir tecrit uygulamak bu tabloya yakışıyor mu? Beş yıldır “bizi bu deliklerden çıkarın, tecride son verin” diye feryat eden, bu uğurda sapır sapır ölen insanların çığlıklarına kulaklarını tıkayan bir iktidara ne kadar demokratik denir? Böyle bir iktidarın Guantanamo’yu eleştirmeye, temel hak ve özgürlüklerden söz etmeye hakkı kalır mı?

Ey iktidar! Eğer çağdaşlık konusunda bir iddian olsun istiyorsan, titre ve kendine gel: F tiplerinde yaşanan zulme artık son ver. Evet, senin zamanında başlamadı bu sorun; sen devraldın. Üstelik birçok yanlışın üst üste binmesiyle kangrenleşmiş bir sorun halinde devraldın. Herkes yanlış yaptı. Tutuklular ve tutuklu aileleri en başta F Tipi cezaevlerine prensipte karşı çıkmakla, eski koğuş düzenini savunmakla hata yaptılar.

Cezaevlerinin devletin değil örgütlerin yönettiği yerler olarak kalmasını savunmak, hiçbir devletin kabul edemeyeceği bir talepti. “F Tipi’ne hayır” sloganıyla tutukluları destekleyen sivil toplum kuruluşları da aynı hatayı tekrarladılar. Tutukluları başarı şansı olmayan bir intihar eylemi için kışkırtmış oldular. Daha baştan, mücadelelerini “F Tipi’ne Hayır” sloganı yerine “F tiplerinde tecride hayır” noktasında yoğunlaştırmış olsalardı, kamuoyundan çok daha yoğun destek almaları ve belki de bütün o “Hayata Dönüş Operasyonları” bile yapılmadan F tiplerinde sonuç almaları mümkün olabilirdi.

Zamanın Adalet Bakanlığı bütün kamuoyunun önünde verdiği sözleri tutmadı. Tecrit uygulamasını kaldırmadı. Ama bütün bunların sonucunda olan o zavallı tutuklulara oldu. Yüzlercesi mum gibi eriyip sönerken, anneler babalar kardeşler onların acısıyla kavrulurken kamuoyu bu trajediye tamamen sağırlaştı, kimse kafasını çevirip onlara bakmaz, acılarını görmez oldu. Kamuoyunun duyarsızlığı hükümetin aldırmazlığına, aldırmazlığın sürmesi trajedinin daha büyümesine yol açtı.

Sonuçta, 70 milyonluk koca bir ülke, her fırsatta büyüklüğüyle gücüyle, demokrasisiyle, değişim ve gelişim içinde olmasıyla övünen Türkiye, duvarların ötesine attığı bir avuç insanın kıran girmiş tavuklar gibi sapır sapır ölmesine bir çare bulmayan; gaddar, kindar bir ülke haline geldi. Bu artık vicdan sahibi kimse için tahammül edilebilir bir durum değil. Bu sağırlığa bir son vermek, onları duymak, onların uğruna öldüğü sorunun bizim sorunumuz olduğunu kabul etmek durumundayız.

İstedikleri şey atla deve değil. Üstelik de kanunsuz da değil. Tutuklular gün içinde tutuldukları odalardan ortak alanlara daha çok çıkabilmek, diğer tutuklularla daha çok görüşebilmek istiyorlar. İsteklerinin gerçekleşmesi için bir yönetmelik değişikliği bile gerekmiyor, biraz iyi niyetle, birkaç kapıyı kaldırarak onları tecritten kurtarabiliriz. Devlet bu kadarcık bir değişiklik yüzünden cezaevi güvenliğini sağlayamayacak kadar acz içinde mi? Hücre cezası özel bir cezadır. Bir insan ne suç işlemiş olursa olsun, sürekli hücre cezasıyla cezalandırılamaz. Ve şu anda F tiplerinde uygulanan tecrit, tutukluları hücre cezasıyla cezalandırmaktan başka birşey değildir. Böyle bir ceza, insan haklarını düzenleyen bütün uluslarası sözleşmelere de, bizim ceza kanunumuza da, Anayasamızda belirtilen temel hak ve özgürlüklere de aykırıdır. İşe bakın ki yetkiler hâlâ Behiç Aşçı’ya “Sen ölüm orucunu bırak, biz de sorunu çözmeye çalışalım” diyorlar. Neden, hiç kimse hiç bir eylem yapmasa bile düzeltmek zorunda olduğunuz bir hukuksuzluk için şartlar koşmaya devam ediyorsunuz?

Bu sorun Behiç Aşçı’nın açlık grevine başlamasıyla doğmadı. Daha önce sorunu çözmek için yıllarca vaktiniz oldu. Artık pazarlığı bırakın, lafı bırakın, yapmanız gereken tek şeyi yapın: Tecridi kaldırın.

Bugün, 27.12.2006

Gülay GÖKTÜRK

28.12.2006


 

İşkencenin faturasını ödemek istemiyorum..

115 başvurunun 29’u, Türk mahkemeleri tarafından doğru bulundu ve cezalandırıldı. Toplam 750 bin YTL tazminat doğdu.

Bilmem farkında mısınız ?

Başkalarına işkence yaptıklarından dolayı tazminata mahkum olan memurların bu ödemelerini, siz ve ben üstleniyoruz.

Hiç şaşırmayın.

2002 yılından bu yana, İçişleri Bakanlığı’na “memurları tarafından işkence edildiklerini” iddia eden 115 kişi dava açtı. Kimi polis, kimi İçişleri’ne bağlı güvenlik birimlerinin elemanı olan bu kişilerin sistematik işkence yaptıklarını dellilleriyle ortaya koydular.

115 başvurunun 29’u, Türk mahkemeleri tarafından doğru bulundu ve cezalandırıldı. Toplam 750 bin YTL tazminat doğdu ve İçişleri Bakanlığı da bunu bütçesinden ödedi. Herhalde, “işkence fonu” veya başka isim altında bir fona sahip olmalılar ki, ödemeyi yapabilmiş olsunlar. Bakan cebinden ödemeyeceğine göre, bu tazminatlar sizin ve benim cebimden çıkıyor.

Ne kadar iğrenç bir manzara.

Bazıları çıkıp, sizin adınıza işkence yapıyorlar.

Kimbilir ne diyorlardır ?

“Türkiye’yi bölmeye kalktınız” mı dediler ?

Yoksa “Vatana ihanet ediyorsunuz” diye mi suçladılar ?

Bütün bunları da Türkiye Cumhuriyeti devletini korumak amacıyla yaptılar. Sizin ve benim adıma yaptılar. Sonra da yakalandılar. Mahkeme tarafından tazminat ödemeye mahkum olunca da, yine bizlere dönüp “Hadi bakalım, ödeyin. Sizler için yaptım bunları. Bir de para mı ödeteceksiniz” dediler.

Açıkçası, ben bunu kendime yediremiyorum.

Ülkeme de yakıştıramıyorum.

Bu tazminatların işkencecilerden alınması gerekiyor.

Eğer Bakanlık kalkıp “Parayı onlara ödetirsek başka işkenceci bulamayız” diyorsa, bravo doğrusu…

Posta, 27.12.2006

Mehmet Ali BİRAND

28.12.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004