Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Ona da (İbrahim'e), İshâk'a da bereket ihsân ettik. İkisinin neslinden de hem iyi kullar, hem de inkâr ve isyanla kendilerine açıkça zulmedenler olacaktır.

Sâffât Sûresi: 113

26.12.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Müslümanlar arasında sevgi ve dostluk atadan evlâda miras kalır.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3843

26.12.2006


Risâle-i Nur nesl-i âtîyi kurtarmaya çalışıyor

["Kendi Kendime Hasbihal" namındaki parçaya lahika olarak, Adliye Vekiliyle ve Risale-i Nur’la alakadar mahkemelerin hakimleriyle bir hasbihaldir]

Efendiler! Siz, niçin sebepsiz bizimle ve Risale-i Nur’la uğraşıyorsunuz? Kat’iyen size haber veriyorum ki: Ben ve Risâle-i Nur, sizinle değil mübareze, belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir. Çünkü, Risâle-i Nur ve hakiki şakirtleri, elli sene sonra gelen nesl-i atiye gayet büyük bir hizmet ve onları büyük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyorlar. Şimdi bizimle uğraşanlar, o zaman kabirde elbette toprak oluyorlar. Farz-ı muhal olarak, o saadet ve selâmet hizmeti bir mübareze olsa da, kabirde toprak olmaya yüz tutanları alâkadar etmemek gerektir.

Evet, Hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimâiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâubalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden, şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskar, kahraman seciyeli milletin nesl-i atisi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde ne şekle girecek, elbette anlıyorsunuz. Bin seneden beri bu fedakâr millet, bütün ruh u canıyla Kur'ân’ın hizmetinde emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mazisini dehşetli lekedar, belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtînin eline elbette Risâle-i Nur gibi bir hakikati verip, o dehşetli sukuttan kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden, bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz.

Evet, efendiler! Gerçi Risâle-i Nur sırf ahirete bakar; gayesi Rıza-yı İlâhî ve imanı kurtarmak ve şakirtlerinin ise, kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebediden ve ebedi haps-i münferitten kurtarmaya çalışmaktır. Fakat dünyaya ait ikinci derecede gayet ehemmiyetli bir hizmettir; ve bu millet ve vatanı anarşilik tehlikesinden ve nesl-i atinin biçareler kısmını dalalet-i mutlakadan kurtarmaktır. Çünkü bir Müslüman başkasına benzemez. Dini terk edip İslâmiyet seciyesinden çıkan bir Müslim dalalet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idare edilmez.

Evet, eski terbiye-i İslamiyeyi alanların yüzde ellisi meydanda varken ve an'anat-ı milliye ve İslamiyeye karşı yüzde elli lakaytlık gösterildiği halde, elli sene sonra yüzde doksanı nefs-i emmareye tabi olup millet ve vatanı anarşiliğe sevk etmek ihtimalinin düşünülmesi ve o belâya karşı bir çare taharrîsi, yirmi sene evvel beni siyasetten ve bu asırdaki insanlarla uğraşmaktan katiyen menettiği gibi; Risale-i Nur’u, hem şakirtlerini, bu zamana karşı alakalarını kesmiş; hiç onlarla ne mübareze, ne meşguliyet yok.

Madem hakikat budur; adliyelerin, değil beni ve onları itham etmek, belki Risâle-i Nur’u ve şakirtlerini himaye etmek en birinci vazifeleridir. Çünkü, onlar bu millet ve vatanın en büyük bir hukukunu muhafaza ettiklerinden, onların karşısında, bu millet ve vatanın hakiki düşmanları Risale-i Nur’a hücum edip, adliyeyi şaşırtıp, dehşetli bir haksızlığa ve adaletsizliğe sevk ediyorlar.

Emirdağ Lâhikası, s. 20-21

26.12.2006


Bediüzzaman’ın zalimler karşısındaki muvaffakiyeti

Bediüzzaman’ın sergüzeşte-i hayatını gerek Risâle-i Nur’dan, gerekse de roman tarzında anlatılmış bir kitaptan okuyan her kim olursa olsun, onun özellikle zor şartlarda ve makam itibariyle üst derecede bulunan kişilere karşı sergilediği kahramanâne ve korkusuzca söylem ve çıkışlarından büyük bir heyecan duyup etkilenecektir. Belgeselini yapmak için Bediüzzaman’ın hayatını inceleyen Milliyet yazarı Can Dündar’ın “Bediüzzaman’ın hayatı bana ‘Vay canına’ dedirtiyor” açıklaması; buna bir örnektir. Evet, Bediüzzaman’ın hayatı insanı şaşırtıyor, heyecanlandırıyor. Çünkü o bedî, yani hayret verici güzellik sahibidir. Sıradan bir hayatı olsaydı “Bediüzzaman” olamazdı.

Bediüzzaman, tüm hayatı boyunca hiçbir baskıya boyun eğmemiş, hiçbir keyfî kanunla hürriyetini tahdit ettirmemiş ve hiçbir zalimin zulmüne rıza göstermemiştir. Her türlü dayatmaya karşı mücadele etmiş ve bu sebeple her fırsatta zalimlerin zulmüne maruz kalmış, fakat onlarla mücadeleden bir an bile geri durmamıştır. Ayrıca mücadelesini gerçekleştirirken, hiçbir zaman şahsını değil dâvâsını, inandığı değerleri savunması, muvaffak olmasında önemli bir sebebi teşkil etmiştir.

Bu konuda Bediüzzaman’ın hayatından kesitler vermek yerinde olacaktır.

Meselâ; menhus 31 Mart hadisesinde Divan-ı Harp kurulur, Bediüzzaman’a sorarlar: “Sen de Şeriat istemişsin?” Divan-ı Harp’te yargılanan herkese sorulan bu soru, bir cevap almak için değildir aslında. Bediüzzaman da bunu bildiğinden istifini hiç bozmaz ve cevap verir: “Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım! Zira Şeriat sebeb-i saadet (mutluluk sebebi) ve adalet-i mahz (hakiki adalet) ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil!” Verilen cevap, soru soranları hayrete düşürmüştür. Çünkü darağaçları karşısında kurulmuş bir mahkemeye katılan, kendini kurtarabilmek için çabalamalı, karşıdakini iknaya çalışmalıdır. Fakat Bediüzzaman, beklenenin aksine cevap veriyor ve mahkemeden çıkacak sonucun kendisini korkutmayacağını mahkeme heyetine ispat ediyor. Ardından ikinci klasik soru geliyor: “İttihad-ı Muhammediye’ye (asm) dâhil misin?” Bediüzzaman üslûbunu ve tavrını bozmuyor, aynı şekilde cevap veriyor: “Maaliftihar (iftiharla)! En küçük efradındanım. Fakat benim tarif ettiğim vechile... O ittihaddan olmayan, dinsizlerden başka kimdir; bana gösteriniz.”1 Eğer ki Bediüzzaman, “Sayın hâkimler, beni yanlış anladınız, ben bunu yapmadım, ben bunu demek istemedim” tarzında bir şeyleri kurtarma çabasına girecek söylemlerde bulunsaydı, mahkemeden tebrik ve beraat değil, belki de idam alacaktı.

I. Dünya Harbi’nde Ruslara esir düşen Bediüzzaman’ın, Kosturma’da Rus Başkumandanı’na karşı sergilediği tavır da, konunun can alıcı örneklerinden birini teşkil ediyor. Olay kısaca şöyle vuku bulur: Nikolaviç, esir kampını denetlemeye gelir. Tüm esirler ayağa kalkıp kumandanı selâmlar, fakat sadece Bediüzzaman oturduğu yerden kalkmaz. Nikolaviç bunu hazmedemez ve birkaç defa önünden geçtikten sonra tercüman vasıtasıyla sorar: “Beni tanımadılar herhalde.” Bediüzzaman: “Tanıyorum, Nikola Nikolaviç’tir” Kumandan: “Şu halde Rus ordusuna, dolayısıyla Rus Çarı’na hakaret ediyorlar.” Bediüzzaman: “Ben bir Müslüman âlimiyim. İmanlı bir kimse, Cenâb-ı Hakkı tanımayan bir adamdan üstündür. Ben sana kıyam etmem” der ve bunun üzerine divan-ı harbe verilir. Bu arada birkaç arkadaşı Bediüzzaman’a gelerek özür dilemesini isterler. Bediüzzaman da: “Bunların idam kararı, benim ebedî âleme seyahat etmem için bir pasaport hükmündedir” diyerek şecaat ve izzetinden zerre kadar taviz vermeyeceğini gösterir.

Mahkemeden idam kararı çıkar ve nihayet infaz günü gelir. Bediüzzaman izin isteyerek namaz kılar ve ardından atılacak kurşunlara göğsünü gereceğini belirtir. Bediüzzaman namazını eda ederken Nikolaviç onu görür. Yanına gelerek özür diler ve “O hareketinizin, mukaddesâtınıza (kutsal değerlerinize) olan bağlılıktan ileri geldiğine kanaat getirdim, rica ederim, beni affediniz”2 diyerek idam kararını geri aldırır.

Şimdi olayı şöyle düşünelim: Bediüzzaman Rus Kumandanı geldiğinde ayağa kalksaydı veya ayağa kalkmadığı halde daha sonra gidip kumandandan özür dileseydi veya divan-ı harpte, hatta idam olunacağı esnada namaz kılmak yerine yaptıklarına karşı pişmaniyetini dile getirseydi, büyük ihtimalle idam kararı çıkmayacaktı. Ayrıca, Rus kumandanı karşısında ayağa kalkmaması kişisel sebeplerle (kibir, gurur-u millî vs.) olsaydı, Bediüzzaman’ın idam olması kaçınılmazdı. Fakat inandığı, savunduğu ve her ortamda amel ettiği kutsal değerler, gurur ve kibriyle nâm salmış ‘Cenâb-ı Hakkı tanımayan bir adam’ın bile vicdanını zorluyor, gerekirse bir esire karşı özür diletiyor, hatasını kabullendiriyordu.

İşte Bediüzzaman’ın hayatındaki hayret veren olaylar, ne denli büyük bir dâvânın savunucusu olduğunu bizlere göstermektedir. Ona bu korkusuzluk ve izzetin nereden geldiği sorulursa cevap gayet açıktır: İman ve İslâm’dan…

İslâm’ın izzeti ve şerefi o denli büyüktür ki; ondan nasibini alan Bediüzzaman’ın tüm hayatı bu doğrultuda şekillenmiş ve o izzetin büyüklüğünü ispat etmiştir. Divan-ı Harp’te darağaçları karşısında, Meclis’te Mustafa Kemal’e, doğuda vazife-i asliyelerini unutmuş valilere, halka zulmeden aşiret reislerine, esaret altında büyük bir Rus kumandanına…

Ortak payda şudur ki; Bediüzzaman hiçbir zaman nefsini, şahsını savunmamış, her zaman inandığı ve mukaddes saydığı değerlerin gerektirdiği şekilde hareket etmiştir. Bu sayede, Bediüzzaman’ın savunduklarına, muhatabı kim olursa olsun karşı çıkamamıştır. Zira o, hakkı savunmuştur. Hak ise kuvvetlidir. “Hak daima üstün gelir; hakka galebe edilmez.”3

[email protected]

Dipnotlar:

1- B. S. Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 55

2- B. S. Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 103

3- Keşfü’l-Hafa, 1:127, hadis no: 362.

Cemil YÜZER

26.12.2006


ESMA-İ HÜSNA

Kerîm

Allah (c.c.), Kerîm’dir, Ekrem’dir, Mükrim’dir. Yani, Cenâb-ı Hak kullarına karşı sonsuz derece cömert, şefkati hudutsuz, ihsânı hadsiz, mağfireti bol, merhameti geniş, tövbeleri kabul eden, keremine son olmayan, sınırsız ikram ve sonsuz kerem sahibidir.

Rabb-i Rahîm, kullarının gözünü ve gönlünü her vakit her türlü nimetleriyle ve rızıklarıyla doldurur. Kullarını darda bırakmaz. İsyânlarına ve günahlarına bakmaksızın kullarını ikramlara boğar. Havadan suya, topraktan ateşe, hayvanlardan bitkilere, kuşlardan balıklara, yer yüzünden gök yüzüne, güneşten yıldızlara her şeyde Allah’ın çeşit çeşit ikramı, türlü türlü ihsânı, bol bol nimeti vardır. Cenâb-ı Hak hayatı yaratmış ve hayatın ihtiyâcı olan nîmetleri cömertçe ikram etmiştir.

Kerîm ismi1 ile bunun ism-i tafdil şekli olan Ekrem ismi Kur’ân’da yer alır. Cevşenü’l-Kebîr’de bu isimlerin Mükrim şekli de zikredilir.2

İlgili âyetleri buraya alalım:

“Ey insan! Kerîm olan Rabbine karşı seni aldatan nedir? O ki, seni yarattı, seni ölçü ve âhenk içinde düzene koydu, sana dilediği gibi şekil verdi.”3

“Oku! Senin Rabbin Ekrem’dir (en büyük kerem sahibidir).”4

Bedîüzzaman’a göre, nihâyetsiz bir kerem, nihâyetsiz bir rahmet, sonsuz bir izzet, hadsiz bir gayret sahibi olan şu Âlemin Rabbinin, vaat ettiği şekilde kerem ve rahmetine lâyık bir mükâfat yurdu hazırladığında hiç şüphe yoktur. Zîrâ görülüyor ki, şu dünyada en âciz ve en zayıftan, en kuvvetliye kadar her canlıya lâyık bir rızık veriliyor. Hattâ en iyi rızık en zayıfa ve en âcize veriliyor. Her dertliye ummadığı yerden derman yetiştiriliyor. Öyle ulvî bir keremle ziyâfetler ve ikramlar oluyor ki, içinde sonsuz bir Kerem Elinin işlediği açıkça görünüyor. Meselâ, bahar mevsiminde, Cennet hûrileri tarzında bütün ağaçları ipekli elbiselerle giydirip, çiçek ve meyve ziynetleriyle süslendirip, ağaçların latîf elleri olan dallarıyla çeşit çeşit en tatlı ve en hârika meyveleri bize takdim etmek, hem zehirli bir sineğin eliyle şifâlı en tatlı balı yedirmek, hem elsiz bir böceğin eliyle en güzel ve en yumuşak bir ipeği bize giydirmek, hem rahmetin büyük hazinesini küçük bir çekirdekte bizim için saklamak ne kadar cemîl bir kerem, ne kadar latîf bir rahmet eseri olduğu gayet açık bir biçimde anlaşılmaktadır.5 İnsanın kabul, duâ ve suâl cihetinde şu dünya hanında Ekremü’l-Ekremînin azîz bir misâfiri olduğunu beyan eden Saîd Nursî Hazretlerine göre, böyle bir misâfirin, cömert olan Rabbinin izni ve emri dâiresinde hayatını geçirmesi, ebedî hayata ve ebedî ikramlara ulaşması açısından önemlidir. Alâ-yı illiyyîne kadar yükselmenin yolu da bu itaattan geçmektedir.6 Gözsüz bir akrep ve ayaksız bir yılana mağlup olan insan, bir küçük kurttan ipeği kendi gücü ile giymiyor; ve bir zehirli böcekten balı kendi kuvveti ile yemiyor. Bütün bunlarda insanın zaafına ve aczine merhamet eden Rabb-i Ekremin Rahmânî ikramını görmek, hissetmek ve şükretmek insanlığın gereğidir.7

Bir sofrayı, kaldırıp indirmek kolaylığında, koca memleketin baştan başa çeşit çeşit sofralarla donatılmasının, husûsan yaz mevsiminde yeryüzüne taze taze ve ayrı ayrı olarak kudret mutfağından Rahmânî sofralar serilmesinin ve her bir bahçenin bir kudret kazanı, her bir ağacın bir tablacı sûretinde tanzim edilmesinin, her şeyde cömert bir kerem elinin işlediğini gösterdiğini beyan eden8 Bediüzzaman Saîd Nursî, can ve yürek taşıyan bütün hayvanların diliyle top yekun bahar mevsiminin, “Yâ Kerîm! Yâ Kerîm!” diyerek Cenab-ı Hakkı tespih ettiğini9 kaydeder.

Bediüzzaman Saîd Nursî, Haşir Risâlesinde Kerîm ismine iki ayrı babta yer verir ve âhiretin yaratılması, haşrin îcat edilmesi, insanların yeniden ihyâ edilmesi ve mahkeme-i kübrânın kurulması gibi yüksek hakîkatlerin Kerîm isminin de bir gereği olduğunu beyan eder.10 Kezâ Bedîüzzaman, Kerîm isminin “Cennet haktır” hakîkatini âleme îlan ettiğini,11 nîmetin tamamlanması için de bu ismin âhireti ve haşri istediğini12 kaydeder.

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Daavat: 86; 2- Mecmuatü’l-Ahzab, 2: 256; 3- İnfitar Sûresi: 6-8; 4- Alak Sûresi: 3; 5- Sözler, s. 65; 6- A.g.e., s. 293; 7- A.g.e., s. 296; 8- A.g.e., s. 260; 9- A.g.e., s. 302; 10- A.g.e., s. 65, 71, 81; 11- Şuâlar, s. 192; Mektûbât, s. 399; 12- Mesnevî-i Nuriye, s. 42

26.12.2006


Bilim dünyasına küçük bir hatırlatma!

Bilim dünyasına göre, Ludwig Wittgenstein’ın hayvanların sübjektif deneyimlerini anlamanın imkânsız olduğu fikri, bir süre daha geçerliliğini koruyacakmış. “Bir aslan konuşabilseydi, bizler onu zaten anlayamazdık” demiş Wittgenstein.

Bilim dünyasına buradan küçücük bir hatırlatma yapalım. Bediüzzaman 1926’da şöyle diyordu:

“Kuş ve hayvanların istidad dili bilinirse, çok tâifeleri var ki, karındaşları hayvanât-ı ehliye gibi, birer mühim işte istihdam edilebilirler. Meselâ, çekirge âfetinin istilâsına karşı, çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar faydalı bir hizmette, ücretsiz olarak istihdam edilebilir.” (Sözler, s. 236)

Öte yandan Alman nörobiyolog Andreas Kreiter’in hakkını yemeyelim. “Hayvanları doğru yerde yakaladığınızda, arı bile inanılmaz konumlamaya kabiliyetiyle şaşırtıcı davranışlar sergileyebilir” diyen Kreiter, bu sözüyle, Kur’ân’ın “Bize kuşların dili öğretildi” (Neml Sûresi: 16.) âyetini yıllar önce tefsir eden Bediüzzaman’ın, hayvanlarla ilgili olarak söylediği ‘dilleri bilinse ve hareketleri tanzim edilse’ kaydına işaret etmiş.

Evrimsel Antropoloji bilim adamları, orangutanların ve şempanzelerin bile plan yapmaları; saatler sonra işlerine yarayacak bir âleti 14 saat kadar önce yanlarına almayı öğrenmeleri karşısında hâlâ şaşa kalmaya devam ede dursunlar, kâinattaki herşey bangır bangır kendisinin İlâhî bir sanat eseri olduğunu ve İlâhî bir sevkle hareket ettiğini haykırıyor.

Evet ne diyelim, “Herşeyi maddede arayınların akılları gözlerindedir; göz ise maneviyatta kördür.” (Bediüzzaman)

26.12.2006


NURDAN DUÂLAR

Kalplerimizi imân ve Kur'ân nuruyla nurlandır!

Allah'ım, kalplerimizi imân ve Kur'ân nuruyla nurlandır. Allah'ım, bizi Sana muhtaç olduğumuzun şuuruyla zenginleştir; Senden müstağnî durma fakirliğine düşürme. Kendi güç ve kuvvetimizden teberrî ediyor, Senin havl ve kuvvetine sığınıyoruz. Bizi Sana tevekkül edenlerden kıl. Bizi nefsimizin eline bırakma. Bizi, koruyuculuğunla muhâfaza eyle. Bize ve erkek, kadın bütün mü’minlere merhamet et. (Sözler, s. 37)

26.12.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004