|
|
|
“Memurlar daha eşittir” |
Hükümetin büyük çabalarla, dört yıl gibi uzun bir sürede hazırladığı Sosyal Güvenlik Reformu çöktü.
Çünkü Anayasa Mahkemesi, reformun özünü; bütün çalışanların tek çatı altında birleştirilmesi fikrini kökten dinamitledi. Sosyal Güvenlik Reformu’nun emeklilik yaşını kademeli olarak 65’e yükselten düzenlemesi memurlar açısından bozuldu. Ayrıca, “aylık bağlama oranlarının düşürülmesi” ve “yaşlılık aylığının hesaplanmasında değişiklik” öngören hükümler de memurlar açısından iptal edildi. Bunun anlamı, Anayasa Mahkemesi’nin memurlarla diğer çalışanların eşit koşullarda; “tek çatı” altında toplanmasına izin vermemesidir. Bu karara bakılırsa, Anayasamıza göre bütün vatandaşlar eşittir ama memurlar daha eşittir! Mahkemenin gerekçeleri henüz yayınlanmadı, o yüzden bilmiyoruz. Ama “tek çatı altında eşitlik” fikrine öteden beri karşı olanların fikirlerini çok yakından biliyoruz. Onlar şöyle düşünüyorlar: Hiç “düz vatandaş”la “imtiyazlı vatandaş” bir tutulabilir mi?
Kutsal bir varlıkla ona inananlar arasında ya da efendiyle hizmetkârları arasında modern bir ilişki; bir işçi-işveren ilişkisi kurulabilir mi? Kutsal bir kuruma hizmet edenle, alt tarafı lastik, ilaç ya da komedi filmi üreten sıradan bir emekçi aynı kefeye konulabilir mi? Eğer devlet, hikmetinden sual olunmayan; halktan gizli sırları, kendine özgü menfaatleri ya da şerefi olan; elle tutulmaz-gözle görünmez metafizik bir varlık ise, böyle bir devletin bekası için çalışan insanların da sıradan işçiler olmaları mümkün değildir. Onlar olsa olsa, bu kutsal davanın misyonerleri ya da hizmetkârları olabilirler. Hizmetkârın hakkı olmaz, olsa olsa, efendisi lütfedip bir şeyler ihsan eder. Efendi, hizmetkârından yalnızca emeğini değil ruhunu da ister; sadece çalışmasını değil, ona inanmasını ve itaat etmesini de bekler.
Ama buna karşılık kendisi de onu koruma ve kollama yükümlülüğü altına girer. Hiçbir soylu efendi, kendisi yoksul düşse de hizmetkârını kolundan tutup sokağa atmaz. Ömür boyu itaate karşılık, ömür boyu geçim garantisi verir. İşte bu yüzden devlet, kendisine hizmet edenlerden itaat ve bağlılık beklerken, onları toplumun diğer çalışanlardan ayırıp imtiyazlar tanımak zorundadır. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu bu yüzden vardır. Memurin Muhakemat Kanunu bu yüzden vardır. Devlet bu yüzden memurlarının istihdam biçimlerini, yargılanmalarını özel esaslara bağlar. Memurlarını topluma karşı koruyucu kanatları altına alarak kendine sadık, varlığı devletin varlığına sıkı sıkıya bağlı imtiyazlı bir kitle haline getirir.
***
(...) Eğer bu anlayışa karşı çıkılmazsa, sadece Sosyal Güvenlik Reformu değil; şu anda beklemede olan bir başka büyük reform yasası, Devlet Personel Kanunu Tasarısı da kadük olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Zira bu tasarı, memurluk kavramına getirdiği yeni bakış açısıyla 2 milyon olan memur sayısını 500 binle sınırlayan; kamu görevi yapan her insanın “memur” sayılamayacağını kabul eden; memuriyet tanımını, devletin asli görevlerine ilişkin ve süreklilik gerektiren görevlerle sınırlayan ve böylece aynı işi yapan insanlardan bir kısmını devletin koruyucu şemsiyesi altına alıp özel imtiyazlar tanırken bazılarını bu şemsiyenin dışında tutmak gibi haksız bir durumu da önleyen devrimci bir tasarıdır.
Bugün, 17.12.2006
|
Gülay GÖKTÜRK
18.12.2006
|
|
|
Yasa büyük bir yara aldı |
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve CHP tarafından yasanın toplam 23 maddesinin iptali için Anayasa Mahkemesi’ne açılan iki dava birleştirilerek, sonuçlandırıldı.
Anayasa Mahkemesi açıkladığı kararla Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasası’nın birçok hükmünü “kamu görevlilerinin durumunun ayrı bir yasada düzenlenmesi gerektiği” görüşü çerçevesinde iptal etti.
Nitekim “Anayasa’ya göre kamu çalışanları ile diğer çalışanlar aynı yasada düzenlenmiş olsa bile farklı konumdadırlar. Farklı şekilde düzenlenmelidirler. Memurların emeklilik sürecinin ve emeklilikle ilgili işlemlerinin ayrı bir yasa konusu olması, bunun diğer sigortalılardan farklı bir şekilde düzenlemesi gerekir” görüşü Anayasa Mahkemesi’nin bu yönde karar vermesinde etkili oldu.
Eşitlik gerekçesi anlamını yitirdi
Bu noktada ilginç olan husus, Cumhurbaşkanı ve CHP tarafından itiraz edilen maddelerin gerekçeleri ile bağdaşmayan kararların da alınmış olması . Nitekim prim ödeme gün sayısının oldukça yüksek olduğu ve özellikle özel sektör çalışanları için 9000 gün prim ödemenin günümüz şartlarında neredeyse imkansız olduğu iptal davasının önemli gerekçelerinden birisiydi. Ancak Yüksek Mahkeme bu itirazı hiç dikkate almayarak reddetti ve bu madde yanında diğer maddeleri de sadece memurlar açısından değerlendirdi.
2036’ya kadar kadınlarda 58, erkeklerde 60 olan; 2036’dan sonra kademeli olarak 65’e çıkarılan emeklilik yaşına ilişkin hükümler de kamu çalışanı açısından iptal edilmiş oldu. Böylece yaş sınırı memurlar açısından korunurken, memurlar dışında kalan ücretli ve bağımsız çalışanlar için emeklilik yaşı 65’e yükselmiş oldu.
Anayasa Mahkemesi ayrıca güncelleme katsayısı, sürekli iş göremezlik gelirinin ödenmesi, malullük aylığının hesaplanması, yaşlılık toptan ödemesi, fiilhizmet süresi, kamu görevlilerinin prime esas kazançları ve üst sınırı, gelir ve aylıkların düzeltilmesi, kamu görevlilerinin genel sağlık sigortası kapsamında bulunması gibi hususları da Anayasa’ya aykırı buldu.
Böylece yaklaşık 4 yıldır üzerinde çalışılan ve tüm vatandaşlar açısından standart ve norm birliğini sağlama amacında olan yasa büyük bir yara aldı. Sürekli olarak tartışılan “tek çatı” kurumsal olarak tamamlanmış olmasına karşılık, mahkemenin bu kararıyla, tek çatı altında farklı statüde sigortalılığın önü açılmış oldu. Bir anlamda hükümetin sosyal güvenlik reformunda öne çıkan “sosyal güvenlikte eşitlik” gerekçesi de böylece anlamını yitirdi.
‘Benim memurum’ dedirtecek
Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı, yasanın çıkış amacına taban tabana zıt olduğu için yasanın tekrar ele alınıp yeniden değerlendirilmesi gerekecek. Nitekim yapılan değerlendirmelerden anlaşıldığı kadarıyla hükümet, Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli kararını bekleyecek ve bu karara göre yasanın yürürlüğünü ileri bir tarihe erteleyebilecek. Aslında yapılması gereken de yasanın ertelenmesi ve yeniden değerlendirilerek kamu görevlilerine ayrı bir düzenleme yani yasa çalışması yapılması.
Anayasa Mahkemesi’nin memurları gözeten ve “benim memurum” dedirtecek bu kararları çalışma yaşamında oldukça tartışılacak gibi. Hükümetin de bu kararları “eşitlik” ilkesinin zedelendiği yönünde değerlendirip, kamuoyunda propaganda yapması muhtemel gözüküyor. Diğer yandan bu yasanın IMF ile olan ilişkilerde önemli bir rolü bulunmakta. İlişkilerin sürdürülebilirliği açısından hükümetin konuya acil çözüm bulması gereği de ayrı bir sorun olacak gibi.
Sabah, 17.12.2006
|
Cem KILIÇ
18.12.2006
|
|
|
Ne derlerse desinler, Türkiye zirvesiydi |
BAZI cümleciklere artık kesinlikle kulaklarımı tıkadığımı cuma günü fark ettim.
O kadar çok kulak vermişim, ciddiye almışım ve her seferinde aksiyle karşılaşmışım ki, benim için hiçbir şey ifade etmiyorlar.
Hayal kırıklığı mı?
Hayır, sözlerin arkasındaki niyeti görmenin getirdiği umursamazlık
Avrupa Birliği Liderler Zirvesi’nin sonunda, toplantıdan çıkan herkes gibi Komisyon Başkanı Barroso da, “Türkiye’ye kapı açık” dediğinde aynı şey oldu. Yani benim için hiç bir şey söylenmemiş gibi oldu.
Bu cümlecik bana o kadar bir anlam ifade etmiyor ki, evden çıkarken bile “kapı açık” deseler dönüp arkamı bakmayacağım.
O hale geldim.
Hangi kapı açık Türkiye’ye? Diğer fasıllarda müzakerelerin süreceği, KKTC’ye izolasyonların kalkacağı, Kıbrıslı Rumlardan herkesin sıkıldığı, Avrupalı liderlerin Papadopulos’u görünce yollarını değiştirdiği söylentilerine de kulak asmıyorum pek.
***
KULAK asmıyorum çünkü, sonuç bildirisinde Türkiye’den sadece bir cümle ile söz edilmiş olsa da, onlar istedikleri kadar Türkiye zirvesi değildi deseler de, bu zirve Türkiye zirvesiydi.
Avrupa’nın, içerisini yola sokana kadar Türkiye’yi eşikte tutma kararı alınan tarihi bir dönemeçti.
Kapıların açık mı kapalı mı olacağını bu süreçte Avrupa’nın geçireceği evreler belirleyecek.
Almanya’nın dönem başkanı olarak iddialı bir biçimde ele almaya hazırlandığı Avrupa anayasası bu süreci etkileyecek.
Ayrıca, diğer fasıllarda müzakerelerin açılıp açılmayacağı konusunda hiçbir garanti verilmedi Türkiye’ye.
İşin başında, kendi iradesinin belirleyici olduğunu söyleyen Kıbrıs’ın etkisi nerede öne çıkartılacak, hangi noktada aşılabilecek belli değil.
KKTC üzerindeki izolasyonlar konusunda, “Zaten ne üretiyorlar” diyen Papadopulos’un “Bizim limanları kullansınlar” önerisinin geri çevrilmesi de kolay değil. Yani şu sıralarda, Avrupa bu meseleyle uğraşacak durumda değil.
Mesela dün Tony Blair, “Hukuki engel yoksa Ercan’a uçak indirmek isteriz” diyor. Biz de “İngiltere dostumuz, destek oluyor” yorumları yapıyoruz.
Mesele zaten hukuki engel. Azerbaycan bile bu yüzden durdurmak zorunda kalmadı mı uçuşları?
***
MÜZAKERE sürecinin Brüksel tarafından askıya alınmasının bugünden öngörülemeyen ciddi riskleri var.
Türkiye’de reform sürecinin daha da yavaşlamasından endişe etmiyorum. Çünkü Türkiye’nin iç dinamiklerine inanıyorum. Hatta, Avrupa vesayetinden kurtulmak daha da atak ve aktif hale getirebilir sivil toplumu.
Ancak Kıbrıs’tan endişe ediyorum. Kıbrıs sorunu çözümsüzlüğe mahkum edilerek dayatmalarla karşı karşıya bırakılırsa ciddi kriz riskini tetikler.
Evet, Avrupa Birliği ektiğini biçer ama Kıbrıs nedeniyle yaşanacak her kriz Türkiye’de demokratik süreci de olumsuz etkiler.
Avrupalılara, bunu biz mi anlatacağız? Hayır. Bir yıldan beri “Avrupa üslubu böyle” diyerek siyaset yapmayı bırakan ve AB’nin teknik dilini öne çıkartmayı tercih eden Kıbrıslı Türklerin seslerini çıkartması daha etkili olmaz mı?
Hürriyet, 17.12.2006
|
Ferai TINÇ
18.12.2006
|
|
|
Ankara’dan Brüksel’e giden tren durmaz |
Dünya nüfusunun dörtte birini oluşturan İslam dünyası, zengin doğal kaynaklarıyla Amerika, AB, Çin ve Hindistan yanında dünyanın yeni bir ekonomik ve kültürel güç odağıdır. Ülkeler arasındaki karşılıklı işbirliğinin büyük bir hız ve yoğunluk kazandığı yüzyılda, Amerika’nın bütün dünyayı kuşatmaya çalışan global stratejisi yanında AB, genişleme sürecinde izlediği stratejiyle çok lokal kalmaktadır.
Türkiye’nin lokomotifliğinde İslam dünyasının vagonlarını oluşturduğu trenin, Brüksel’e varışının geciktirilmesi, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya ve İspanya dışında küçük ülkelerden oluşan AB’ni, bütünüyle kendi sınırları içine kapanmaya zorlar. Global stratejiler izleyen Amerika ve dünyanın yeni ekonomik gücü Çin karşısında rekabet gücünü koruyabilmesi için, AB’nin Kıbrıs’a değil, Türkiye’ye ihtiyacı vardır. Türkiye’siz Avrupa, çok güçsüz olur.
(...) Ankara ve Brüksel arası trenle uzun süren bir yolculuktur. Ankara treni, Brüksel’e ulaşmak için, Berlin, Paris, Londra başta olmak üzere bütün AB ülkelerinin başkentlerinden geçmek zorunda olmasına rağmen, sonuç alınmayacak bir yolculuk değildir.
Türkler’in tarihi, Doğu’da Çinliler’le, Batı’da da Avrupalılar’la çatışma ve yarışma tarihidir. Türkler Araplar’dan aldıkları bayrağı Çin ve Hindistan’ın içlerinden Avusturya’nın içlerine kadar taşımışlardır. Çin ve Hindistan’da olduğu gibi, Avrupa ülkelerinde de Müslümanlık ana dinlerden biridir. Araplar 711’den Türkler 1354’den bu yana, Avrupa’nın hem kültürel dokusuna hem de ekonomik yapısına yeni boyutlar kazandırmışlardır. Bu yüzden, İslam kültürünün, Batı kültürü içinde vazgeçilmez bir yeri vardır.
AB’nin dünya ölçeğinde global düşünmekten daha çok Avrupa ölçeğinde lokal düşünmeye yatkın siyasal kadroları, Avrupa’nın temellerinde yalnızca Fransa ya da Almanya olmadığını görmelidirler. Avrupa ülkelerinde elliye yakın dil konuşuluyor, her ülkenin kendine özgü gelenekleri ve kültürü vardır. Avrupa’nın dilini tek bir dile, dini de tek bir dine dönüştürmeye çalışmak, AB’nin global bir strateji geliştirmesinin yolunu kesmektir.
Türkiye’nin Osmanlı dönemindeki ülkelere açılmak için, nasıl AB’ne ihtiyacı varsa, AB’nin de, Asya’dan dünyaya açılabilmek için Türkiye ve İslam dünyasına ihtiyacı vardır. Türkiye’siz AB Asya’ya, AB’siz Türkiye de Avrupa’ya açılamaz. Türkiye’siz Avrupa, Avrupa’sız Türkiye globalleşemez.
Globalleşme, farklı kültürleri, farklı ülkeleri, farklı dinleri bir arada, barış içinde, birbirlerini dışlamadan birlikte yaşamaya zorluyor.
Türkiye’siz Avrupa, Amerika ve Çin cenderesinde sıkışıp kalır ve hiçbir alanda rekabet üstünlüğünü koruyamaz.
Brüksel’den geçmeyen Ankara treni, Pekin ve Delhi’ye gidemez.
Globalleşen dünyada Çin seddi Batı’dan aşılır.
Yeni Şafak, 17.12.2006
|
Nazif GÜRDOĞAN
18.12.2006
|
|
|
|