|
|
|
Askerî cumhuriyet |
Toplumdan, toplumsal durumdan, toplumsal sorulardan uzak, rasyonalitesini kendi dar alanında üreten devlet kurumları arasında, özellikle içinde yaşanan “kavgalar” bu ülkeyi yoruyor, geriletiyor, sıkıştırıyor.
Kıbrıs meselesi üzerinden asker-sivil arasında çıkan son kriz bunun tipik örneğidir.
Krizin arkasında yatanın derin bir “saray kavgası” olduğuna işaret ediyor.
Bu saray gerçeğini besleyen düzen ise bildik:
Geliri az, harcaması çok, tasarrufların çoğunu emerek yaşayan, aşırı merkeziyetçi bir siyasi merkez...
Bunun yarattığı rantın ve diğer tasarrufların küçük bir kesim tarafından kullanılmasını sağlayan, ülkenin ekonomik potansiyelinin harekete geçmesini engelleyen aşırı bir tekelleşme...
Tekelci tek kültür üzerine temellenen bir vatandaşlık anlayışının, kültürel standartlaşmayı zorlamasıyla ortaya çıkan, büyüyen, çözümsüz kalan, şiddeti her an yeniden besleme ihtimali olan bir Kürt meselesi...
Kamu sahasında kimlik, inanç ve birey temasına kuşkuyla bakan, bu teması yasaklamaya çalışan arkaik bir laiklik anlayışı...
Başta Silahlı Kuvvetler örneğinde olduğu gibi yetkililerin siyasî sorumluluk taşımadığı, siyasî sorumluluğa sahip olanların yetkili olmadığı garip bir devlet yapılanması ve bu yapılanmanın, adliyeden emniyete toplumsal talepleri ve evrensel değerleri, yani sorunların siyasi çözüm yollarını dışlayan bir tahakküm yaratması...
Aşırı merkeziyetçi devlet yapısı yüzünden kaynak dağılımının kapalı kapılar ardında ve siyasi amaçla yapılması, bunun yarattığı oligarşik parti düzenleri ve adliye sisteminden ihale sistemine kadar uzanan bir yozlaşma...
Devletin yapılanması ve politikalarını zorlayan bir toplumsal değişim ve talep dalgasıyla kamu düzeni ve yasaların kevgire dönmesi, devletin zaman zaman acze düşmesi, toplumu toplum yapan ortak paydaların örselenmesi...
Bu listeyi daha da uzatmak mümkün...
Ancak, bu sorunları nasıl sıralarsanız sıralayın, değişmeyecek olan iki temel unsur var.
İlki, bu sorunlardan her birinin çözümünün diğer sorunun çözümüne bağlı bulunması; ikincisi, ülkenin hemen her açıdan batağa saplanmış olduğudur.
Bu batak neden?
Neden bu sorunlar her yanımızı kuşatıyor?
Çünkü Türkiye, kuruluş dönemlerinden itibaren çağın gereklerini yerine getirememiş, yani modernleşmenin en önemli taşıyıcısı olan özgür bireye, demokratik standartlaşmaya dayalı eşitlik ilkesini bulamamış, hukuk düzenini kuramamış, yani modernleşmesini eksik yaşamış bir ülkedir.
Yeni dünya düzeni ve yeni çağ ile bu meseleyi çözemediği bir esnada karşılaşmıştır.
Klasik demokrasinin gereklerini bile yerine getiremediği bir dönemde, bireyin ve haklarının yeniden tanımlandığı, demokrasi tanımında standartlaşmanın yerini farklılaşmanın aldığı bir dalgayla yüz yüze gelmiş ve yaşadığı iç ve dış bunalımlar ikiye katlanmıştır. Ülke yönetimi toplumu, bireyi içinden kuşatan bu yeni dalgayla mücadele etmeye soyundukça, sorunlar daha da azmıştır.
Bu çerçevede,”iktidarsızlaştırma ve iktidarı sürekli denetim altında tutmayı gündeme getirme gayretleri”ne işaret eden girişimler, eksik modernleşme modelini daha gerilere götüren bir anlayışı yeniden keşfetmeye çalışmaktan başka bir şey değildir.
Hangi açıdan bakarsanız bakın; ister eksik modernleşme açısından, ister modernleşmenin demokrasi ve toplumsal taleplere ilişkin çağın gerisinde kalmaya yüz tutan bazı ilkeleri açısından…
Bilin ki, bugün yaşadığımız temel sorun, toplumsal, kültürel, ekonomik, sosyal kaynakları seferber ederken kullandığımız, yüzyıllardır değiştiremediğimiz aşırı merkeziyetçi yöntemden kaynaklanmaktadır.
Bu değiştiği anda gerisi çorap söküğü gibi kendiliğinden gelecektir.
Ancak şunu da unutmamak gerek:
23 Nisan tipi krizler nasıl AKP gibi siyasi partilerin bazı hatalarından hareketle meşrulaştırılamazsa, aynı krizler bu tür hataları ört bas da edemez..
AKP gibi değişim söylemiyle iktidara gelen siyasi partiler, bu merkezi yapıya bilerek ya da bilmeyerek eklemlenmeye çalıştıkça sorunlar daha da artacaktır.
Üstelik ilk faturayı onlar ödeyecek, onlar üzerinden tüm ülke ödeyecektir.
Yeni Şafak, 15 Aralık 2006
|
Ali BAYRAMOĞLU
16.12.2006
|
|
|
İfade özgürlüğü kurumlarımıza da lâzım |
Ankara’da geçen hafta artık gizlenemeyecek durumda olduğu ortaya çıkan ‘yönetim krizi’nden sonra bu köşede yaptığım bazı teşhisleri konuşmaya devam ediyorum.
Acaba Başbakan Recep Tayyip Erdoğan neden ‘Çankaya’ya mı soracağız’ dedi? Acaba Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt neden ‘Haberi televizyondan öğrendim, bize sorulmadı’ dedi?
Hükümetin, özellikle milli güvenlikle ilgili konularda kendisine yeterince güvenilmediği hissinde olduğu artık saklanmıyor. Başbakan bunu neredeyse açıkça söyledi. Ve hükümetin diyelim dış politika alanında yapmak istediği kimi açılımlar, bu konuda kendisine mutlaka danışılması gereken kurumlardan genellikle sert bir muhalefetle karşılaşıyor.
Konunun en fazla kristalize olduğu alan Kıbrıs. 2002 sonundan başlayarak Kıbrıs’ta gündeme gelen Annan Planı’na kurumlar ciddi muhalefet gösterdiler. Bu muhalefet yüzünden, hükümet ne 2002 sonunda ne de 2003 Martı’nda karşısına çıkan fırsatı kullanamadı ve bu yüzden Avrupa Birliği ile ilişkiler göz göre göre zora girdi.
Hükümet, kurumların muhalefetine rağmen Kıbrıs konusunda inisiyatif almayı 2004 başında kararlaştırdı. Tabii bunda Dışişleri Bakanlığı’nın o dönemki müsteşarının çok büyük katkısı oldu. Ve buna rağmen Genelkurmay’dan olmasa bile TSK içinden ciddi bir karşı çıkış gazete köşelerine kadar yansıdı.
Aynı şey Irak savaşıyla ilgili meşhur tezkere konusunda da yaşandı. Genelkurmay eğer taa en başta bu tezkerenin hata olacağını söyleseydi belki böyle bir macera hiç yaşanmazdı ama Genelkurmay’ın olumlu görüş bildirmesine rağmen bazı komutanların aleyhte olması tezkerenin reddinde ciddi rol oynadı.
Burada mesele, Genelkurmay gibi, Dışişleri gibi, MİT gibi, Emniyet Genel Müdürlüğü gibi kurumların, kimi konularda değişmez gibi gözüken görüşlere sahip olmasından çıkıyor.
Değişmez görüşlere sahip olmak demek, o konularda hareket esnekliğinin hiç bulunmaması demek. Dahası, o konularda farklı fikirlerin bir kalemde silinip atılması demek.
Oysa, AB bağlamında konuşageldiğimiz ifade özgürlüğü, belki de en fazla devlet kurumlarının iç işleyişleri için gerekli. Eğer en aykırılar dahil bütün fikirler konuşulmadan bir konuda görüş oluşturuluyorsa, o görüş ister istemez eksik veya yanlış oluyor.
Yukarıda saydığım bu temel millî güvenlikle ilgili kurumların bazılarını yakından tanıma fırsatım oldu.
Meselâ Dışişleri Bakanlığı ile Millî İstihbarat Teşkilatında rastladığım ifade özgürlüğünün, farklı görüşleri dile getirmenin, gelenekselden uzak politika önerilerini ciddiye alıp tartışmanın henüz tam olması gereken seviyede olmasa da kurum kimliğinin önemli bir parçası haline geldiğini gözlemledim.
Genelkurmay ile ilgili fazla bir bilgim ve deneyimim yok, bu kurumun içinde ifade özgürlüğünün bulunup bulunmadığını söyleyebilecek durumda değilim ama bizde askerin kurum dışı görüşleri almaya çok fazla hevesli olmadığını, dışarıdan görüş aldığında da aykırı görüşlerin çok fazla istenmediğini gözlüyorum.
Aynı şekilde Emniyet Genel Müdürlüğü ile ilgili de fazla bilgi sahibi değilim ama bu kurumun kritik konularda pek görüş bildirdiğine zaten tanık da olmuyoruz.
Benzer şekilde hükümetlerin de, kendisine bağlı ve zaten danışılmak üzere olan kurumların dışından, milli güvenlikle ilgili konularda görüş istediğini ben pek hatırlamıyorum. Olsa olsa, zaman zaman kimi baskı grupları veya sivil toplum örgütlerinin kapıdan kovulsa bacadan girerek bildirdiği kimi görüşler oluyor ki, bunlar da ne kadar dinleniyor, bilmiyorum.
Kısacası, ifade özgürlüğü dediğimiz şey sadece bireyler için gerekli değil. Bu özgürlüğün yarattığı zenginlikten en fazla yararlanması gereken yer devlet kurumları olmalı. Ve bu kurumlar kendi içlerinde ifade özgürlüğünün tam olarak gerçekleşebilmesi için gereken ortamı yaratabilmeli.
Ülkemizin düşünsel kapasitesinden tam olarak yararlanabildiğimiz ölçüde daha iyi bir milli güvenlik politikasını uygulayabiliriz.
Ve bunun için de, milli güvenlikle ilgili temel metinlerin gizli olmaktan çıkmasıyla işe başlayabiliriz. Milli güvenlik, adı üstünde bütün milleti ilglendiren bir konu ve bu konunun bütün boyutlarının millet tarafından bilinmesinde yarar var. Özgürlük buradan başlar.
Radikal, 15 Aralık 2006
|
İsmet BERKAN
16.12.2006
|
|
|
Yeni bir dönem |
(...) Ben kendi payıma, limanların hemen Ek Protokol’un imzalanmasının ertesinde açılmasının daha doğru olduğunu, 1997’ye kadar açık tutulması Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tanımak anlamına gelmediyse, bu defa da gelmeyeceğini; kaldı ki, üyesi olmak istediğimiz bir kulübün 25 üyesinden birini tanımadan bu yolda çok uzun süre ilerleyemeyeceğimizi savundum.
Hükümetin izlediği politikayı bu ölçüde esnetmesi mümkün olmadıysa da son dakikada yaptığı atakla “çözüm yanlısı” imajını daha kuvvetlendirerek, AB içinde Türkiye’nin müttefiki olan ülkelerin elini güçlendirdi.
Daha şimdiden görünen o ki, önümüzdeki dönemde, Avrupa Birliği içinde “verilen sözlerin tutulması” gerektiğine inananların ağırlığı artacak ve izolasyonların kaldırılması yönünde bazı adımlar atılacak. Ve tabii bu da hükümetin Kıbrıs politikasını daha da esnetebilmesi için uygun zemin yaratacak. Ama ben yine de, Kıbrıs meselesinin köklü çözümünün 2007’deki seçimden sonra gelecek yeni meclise kalacağını düşünüyorum. Zira bu alanda çözümün önüne dikilen “devlet politikalarını” değiştirmek, halktan yeni temsil yetkisi almış, taze hükümetlerin çok daha rahat başarabileceği bir iş.
Artık yeni bir dönemin başındayız. Hükümetin yüzünü içeri döneceği, Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçimler için çalışmaya yoğunlaşacağı bir dönem bekliyor politikayı. Ama bu dönem boyunca yapabileceği öyle işler var ki hükümetin, bu konularda attığı her adımla hem halkın desteğini arttırabilir; hem de Avrupa’nın beklentilerini karşılayarak AB içindeki durumumuzu güçlendirebilir. Ne mi? 301. madde mesela... Bekleyen demokratik reformlar için yeni bir şevkle atağa kalkmak, hükümetin yapabileceği en etkili seçim yatırımıdır.
Bugün, 15 Aralık 2006
|
Gülay GÖKTÜRK
16.12.2006
|
|
|
Menfaat denklemi! |
Türkiye’nin ‘menfaat denklemi’nin içinde ne var? Belki en başta ekonomi. Çünkü ekonomiye dikiş tutturmadan, yani insanımızın aş ve iş sorununu çözmeden bir yere gidilemez.
Bunun için de Türkiye’yi karnı tok, sırtı pek insanların yaşadığı bir ülke haline getirmek siyasetin öncelikli görevidir.
Her fırsatta yazıyorum.
Bu ülkede her yıl 700-750 bin vatandaşımıza iş bulmak zorundayız.
Ama, bugün bunun ancak yarısı kendi kaynaklarımızla yapılabiliyor. Öteki yarısına iş bulabilmek için doğrudan yabancı sermaye yatırımı gerekiyor.
Bunu çekmek kolay değil.
Dışarıdan bu yatırımın ekonomiye akabilmesi için bir kalite belgesi şart.
Ekonomi, siyaset istikrarlı mı? Hukuk düzeni yerli yerinde mi? Hukuk devleti işliyor mu? Eğitim düzeyi nedir? Güvenlikli bir ülke mi? Geleceği nasıl görünüyor? Tuttuğu yol, yol mu?
Böylesi soruların yanıtlarından oluşur kalite belgesi. Adam, parasını getirip bir başka ülkeye yatırırken sağlam kazık arar çünkü.
Bu açıdan Türkiye ne yazık ki yıllar boyu sağlam kazık olamadı. O yüzden de bu ülkeye akan yabancı sermaye son derece sınırlı kaldı.
1980’le 2003 arasındaki 23 yılda sadece 19 milyar dolar doğrudan yabancı sermaye yatırımı yapıldı Türkiye’ye.
Buna karşılık, Türkiye’nin Avrupa Birliği rayına oturmasıyla birlikte dış sermaye akışında patlama yaşandı:
Üç yılda 30 milyar dolar!
2005’te 9.5 milyar dolar.
2006’da 16 milyar dolara ulaşması bekleniyor doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının. Ocak-Ağustos 06 arasındaki sekiz ayda 10.54 milyar dolar olarak gerçekleşmiş.
İlginç olan şu:
Bunun 9.80 milyar doları AB menşeili, yani yüzde 90’ı AB’den geliyor.
Bu rakamlar ne mi demek?
Aş ve iş demektir. İşsizliğin çözüm yoluna girmesi demektir. Her yıl iş bulmak zorunda olduğumuz yüz binlerce vatandaşımızın geçim derdini hafifletmeye başlamak demektir.
Dudak bükülebilir mi?
Böyle bir tutum ancak bilgisizliğin, cehaletin bir ürünü olabilir. Yoksa vicdan ve bilgi sahibi hiç kimse bu ülkede işsizliğin çaresine kayıtsız kalmaz.
Türkiye’nin AB yolu bu nedenle aş ve iş açısından çok önemli. Türkiye ekonomisine dikiş tutturacaksa, bunun için yabancı sermaye yatırımlarına ihtiyacı varsa, o zaman Türkiye’nin elinde AB damgalı bir kalite belgesi olması gerekir.
İşte şimdi bu belgeye bakanlar, Türkiye’ye gelip yatırım yapmaya başlıyor. Üretim yapmaya başlıyor.
AB bizi alacak mı?..
Biz işimize bakalım.
AB’de yalnız değiliz.
Birçok olumsuzluğa rağmen raydan çıkmış değiliz, yolumuza devam ediyoruz AB’de...
Önemli olan da bu.
Kalite belgesi!
Bu belgeyi iyileştirmek elimizde. ‘AB standartları’na uyum için bir yol haritamız var. Tarama süreci bitti. Her şey elimizde artık, ne yapacağımızı biliyoruz.
AB’ye niyet ve siyasi irade yerindeyse, gerekeni yapalım ve teknik çalışmalar için düğmeye daha bir kararlılıkla basalım.
AB standartlarına uyum hızlandıkça, her alanda çıtamız yükseldikçe, hiç kuşkunuz olmasın, Türkiye’de çok daha fazla doğrudan yabancı sermaye yatırımı yapılacak ve işsizlik belasından çok daha çabuk kurtulacağız.
Uzun lafın kısası:
Türkiye’nin ‘menfaat denklemi’nde baş köşeye ekonomiyi oturtmadan ve bu açıdan ‘AB yolu’nun büyük önemini görmeden hiçbir taş doğru dürüst yerli yerine oturmaz bu ülkede.
Soyut sloganlar, içi boş milliyetçi nutuklar bugüne kadar insanımızın karnını doyurmadı.
Bunu iyi bilin!
Milliyet, 15 Aralık 2006
|
Hasan CEMAL
16.12.2006
|
|
|
Tren sadece yavaşladı |
Kötümser bakanlar, Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki ilişkilerde yaşanan tıkanmayı trenin yoldan çıkması gibi görebilir.
Ne var ki özellikle Kıbrıs konusu kullanılarak yaratılmak istenen engellerin ancak belli ölçüde amacına ulaştığını söyleyebiliriz.
Burada Almanya-Fransa-Avusturya ekseninin treni yoldan çıkararak meseleyi çözme girişimleri diğer Avrupa ülkelerinin direnciyle karşılaşmıştır. Avrupa, Türkiye’yi dışlamanın maliyetini de görme durumundadır.
Eğer Avrupa’daki Türkiye karşıtlarının elinde kalan tek imkân Kıbrıs olsaydı, Türkiye açısından daha sağlam bir durum yaratılabilirdi.
Ancak Avrupa’dan Türkiye’ye bakıldığında reform sürecinin tam olarak yürümediği, rejim sıkıntılarının yaşandığı ve siyasi istikrarsızlık ihtimallerinin bulunduğu görülüyor.
***
Böyle bir bakışı haklı kılacak gerekçeler vardır. AKP hükümeti geçen iki yıldaki reform hızını kesmiş, 301’inci madde gibi kolay çözümlenecek konular, düğüme dönüştürülmüştür.
Hükümetin Kıbrıs’la ilgili attığı son adımın ardından gündeme gelen Genelkurmay Başkanı’nın “Bize sorulmadı” çıkışı da demokratik rejimin işleyişiyle ilgili temel sıkıntıların devam ettiği görüntüsünü vermiştir.
Önümüzdeki yıl yapılacak cumhurbaşkanı seçimi ve genel seçimlerin olağan dışı gerilimlere yol açması ihtimali de dışardan bakanlar için önemli bir noktadır.
***
Son döneme kadar Kıbrıs konusunda Türkiye bütün dünyada tartışmasız bir şekilde “uzlaşmaz taraf” olarak görülüyordu. Ancak Annan Planı oylamasıyla birlikte Türkiye ve KKTC çözüm iradesini ortaya koyunca dünyanın bakışı da değişti. Nitekim Avrupa Birliği bu konuda adım atma sözü verdi, ancak uygulamadı. Bunu engelleyen ve bu yolla Türkiye’yi yıldırma politikası izleyen Fransa-Almanya-Avusturya üçlüsü Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’ne teslim olma görüntüsü verdiğinden Birlik içinde ağır eleştirilerle karşılaşıyor.
Kıbrıs’ı kullanarak Türkiye’yi yıldırma siyaseti izleyen üç ülkenin ortak yanı Türkiye’den en fazla göçü bu ülkelerin almış olmasıdır. Bu da her üç ülke açısından Türkiye’yi bir iç politika konusu haline getirmiştir ve merkez sağ hükümetler daha sağ politikalarla yabancı düşmanlığı üzerinden oy hesabı yapmaktadır.
***
Türkiye’nin Avrupa Birliği yolu, dümdüz ve sorunsuz bir yol değildir. Tren daha çok kez duracak, yavaşlayacak, raydan çıkma korkuları yaşanacaktır. Önemli olan Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin getirdiği ileri
standartlara doğru yürüyüş iradesini göstermeye devam etmesidir.
Vatan, 15 Aralık 2006
|
Okay GÖNENSİN
16.12.2006
|
|
|
301’i asıl şimdi değiştirmeliyiz... |
Bizler neyi iddia ediyoruz ? “Avrupa için değil, tüm uyumları kendimiz için yapıyoruz” demiyor muyuz ?
İşte bunu ispatlamanın tam zamanı.
Eğer 301’i, Avrupa Birliği’nin baskısı nedeniyle değil de, kendi kamuoyumuzdaki tepkiler ve kendi kamuoyumuzdaki yanlış anlamaları düzeltmek için değiştiriyorsak, haydi hareketlenelim. Olli Rehn’in dediği gibi “ altın gol atma fırsatını kullanma” adına değil, tamamen kendimiz için yapıyorsak, işte tam zamanı.
Yanlış anlaşılacağı varsayımından hareket edip, 301’i rafa kaldırmak kadar hatalı bir şey olamaz. Zira böyle hareket edildiğinde “AB’ye artık biz de sırt dönelim, istediklerinden hiçbirini yapmayalım” diyenlere prim verilmiş olur.
Asıl onurlu davranış, başta 301 olmak üzere, sırada bekleyen uyum yasalarını daha da hızlandırarak çıkarmak ve uygulamaya sokmaktır. Avrupa Birliği’ne onurlu yanıt, reformları aksatmamaktan geçer.
Bir an için aksini düşünelim…
AB’ye kızıp tüm reformları askıya aldığımızı varsayalım. Asıl onursuzluk bu değil midir? Tüm reformlarımızı sırf gösteriş olsun diye, sırf AB istediği için çıkarıyormuş konumuna düşmez miyiz?
Artık bu oyunlardan vazgeçmemiz gerekiyor.
Onurlu-onursuz tartışmasının saçmalığını bir yana bırakmamız ve bundan sonra neler yapacağımızı planlamamız gerekiyor.
Unutmayalım ve kendimizi de aldatmayalım: Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkileri bundan böyle yavaşlayacaktır. Çok mu yavaşlayacak, az mı yavaşlayacak, iki hafta içinde göreceğiz. Ancak, yavaşlama açıkça görülüyor. Özel sektör hemen AB’yi unutacak, bürokrasi şimdiye kadarki çabalarından da vazgeçecek. Rölantiye alınmış bir ilişki düzenine gireceğiz. İşte o zaman kimin onurlu, kimin onursuz olduğunu çok daha iyi anlayacağız.
Posta, 15 Aralık 2006
|
M. Ali BİRAND
16.12.2006
|
|
|
|